Kara Küre Bölüm 1: İlk Temas (Spooktober '25)
“Oraya kendi hür iradenle mi gittin?”
“Evet.”
“Neden?”
“Bilmiyorum. Hastaydım ve tedavimi orada aradım.”
Adam elindeki defteri ve kalemi masaya bıraktı, yılmış ve şaşırmış bir vaziyette arkasına yaslandı. Boynu hafif yan tarafa, boşluğa doğru kaymış vaziyetteydi. Yüz eğik bir açıyla bakıyordu karşısındaki bu zavallı insana. Gözlerini ara ara kısıp bu genci inceliyordu, sonra da bambaşka bir hayretle göz kapaklarını ardına kadar kaldırıyor, elleriyle yüzünü ovalıyordu. “E baştan başlayalım o zaman diye söylendi kendi kendine ve çaresizlikten doğan bir mücadele azmiyle sorgulamaya devam etti.
“Koridora gittin, diğer tarafa baktın. Gördüğün neydi?”
“Göremedim, karanlıktı.”
“Karanlıktı. Peki göremediğin yerde tedavini neden aradın?”
“Açıklaması zor bir şey. Göremediğim, duyamadığım ama orada olduğunu bildiğim bir şeydi.” dedikten sonra durdu, odanın duvarlarını kaplayan karanlıkta gezdirdi gözlerini. Yavaş yavaş baktı oradaki boşluklara. Baktıkça kaşları indi, yüzü büzüldü, gözleri doldu. Bakışları nihayet karşısındaki şaşkın adama döndü. “Orada olduğunu biliyordum.”
“Tedavi oradaydı yani.”
“Hayır” dedi genç adam kafası karışmış bir halde. “Bu yanlış, yanlış hatırlıyorum.” diye itiraz etti. Önceki kadar emin değildi artık. Derin derin nefes alıp vermeye başladı, gözleri bir o yana bir bu yana kaydı. Hareketleri hızlandı, dudağı titriyordu ama bakışları masadan başka bir yere gitmedi. “Tedavi orada değildi, hastalık oradaydı.”
“Hastalık mı? Hasta değil miydin zaten?”
“Hayır” diye itiraz etti yeniden, kafası büsbütün karışıktı ama bir yandan da hissiz ve dağınık davranışları da toparlanmaya başlamıştı. Boş bakışlarına düşünceler, şüpheler seziler dolmuştu. “Hastalık orada değildi, hastalık orasıydı.”
“E niye gittin o zaman? Hasta değilsen ve hastalık oradaysa, kendi hür iradenle oraya neden gittin?”
“Neden oraya gittim?” diye sorguladı genç adam. Neden oraya gitmişti ki? Ellerini masanın yüzeyinde gezdirdi ve masa kenarına da sıkıca tutundu, sanki bıraksa düşecekti, derin ve sonsuz bir çukura düşecekti. “Neden oraya gittim?”
“Gidince ne gördün?” diye sordu adam baştan. Yüz hatları keskinleşiyordu. Şaşkınlığı ve merağı yerini sinire bırakıyordu.
Genç adam yavaşça yüzünü karanlığa döndü, çevresine baktı. Hiçlik, yokluk, boşluk, karanlık vardı. Masanın üstünde yanan ışığa rağmen odanın duvarlarını seçemiyordu, içeriye girdiği kapıyı seçemiyordu. “Ne gördüm?” diye sordu kendi kendine. “Eğer bir şey gördüysem.” diye de düzeltti.
“Gitmişsin oraya bir şey görmüş olmalısın.”
“Kendi hür irademle.”
“Evet, öyle söyledin, kendi hür iradenle.”
“Gittim. Öyle mi?”
“Evet sen söyledin, oraya gittiğini sen söyledin.”
“Bu.” dedi genç adam, “Henüz yaşanmadı.”
Yabancı sessiz kaldı. Yüz ifadesi değişmedi, dudakları titremedi, yerinden bir milim oynamadı, eğri bir halde duran vücudu hiçbir şekilde hareket etmedi. Donmuş bir suratla gence bakmaya devam etti.
“Oraya gitmedim, kendi hür irademle koridora çıktım, ama diğer tarafa gitmedim. Bu henüz yaşanmadı ve bu henüz yaşanmadıysa buraya nasıl gelebilirim?” diye sordu. Gözlerini yabancıdan ayırmadı fakat sanki iğrenç bir sis üzerine çöküyormuş, yapışıyormuş gibi hissettiren bir hava odanın içine yayıldı. Masanın üstünde duran lambanın yaydığı zayıf ışığın çevresini saran mutlak karanlık, boğucu bir kıvamla gencin tepesine yığılıyordu. Hiçbir şey hareket etmiyor hiçbir şey değişmiyordu aslında ama genç adam zaten varolan pek çok duyusuna yeni yeni sahip oluyormuşçasına bir farkındalığa varıyordu. Gözleri ağır ağır onu kuşatan katran kadar kara boşluğa döndü. Doğrudan o karanlığın içine bakmaya cüret edemiyordu, ışık zerrelerinin değdiği sınır noktasına kadar gidebildi ancak, sonrasına ise sadece kulağını çevirdi. Belki bir şeyler duymayı umuyordu, belki bir şeyler duymaktan korkuyordu fakat kesinlikle hiçbir şey duymaması, varolan her şeyin öldüğü, yok olduğu bir uzay boşluğunun ortasındaymışçasına hiçliğe bu kadar yakınlaşması onu dehşete düşürdü. Başını yeniden yavaş yavaş önüne çevirdiğinde, boş bir sandalyeden başka bir şey görmedi.
“Yine gelecem” diye bir ses geldi karanlığın içinden, ardından kapının açılıp kapandığını düşündü genç adam.
“Öyle bir kapı yok” dedi kendi kendine. “Öyle birisi de yok. Ben hasta değilim, hastalığın kıyısındayım ama hasta değilim. Orada tedavi yok, orada hiçbir şey yok, orası diye bir şey de yok. O koridorun sonunda beni hiçbir şey beklemiyor, kendi yok oluşumdan başka” deyip ayağa kalkar kalkmaz zayıf ışığın kaynağıyla göz göze geldi, çünkü bu berbat, loş, zehirli ışığın kaynağı da illetlerle dolu simsiyah bir gözden başka bir şey değildi. İrkilip geri sekti genç adam ve sırtı arkasındaki kapıya çarpınca yere düştü. Koridorda değildi artık, girdiği kapıdan geri çıkmıştı. Gözünün önündeki mutlak karanlığa, sonsuz çukura, o iğrenç sonsuzluğa baktı. Gözleri doldu, dudakları ve çenesi titriyor, vücudu hem bir yandan ısınıp hem de aynı anda dehşetin soğuğunda donuyordu.
“HAYIR!” diye bağırıp kapıyı ani ve güçlü bir güdüyle çarparak kapattı. Yüzü kapıya ve koridora dönük bir şekilde, geriye doğru sürüne sürüne çekildi ve hiç vakit kaybetmeden ayağa kalktı. “Hayır” dedi, “nasıl burada olabilirim?”
Çocukluk evinin salonundaydı, yıllardır, belki de on yıllardır buraya gelmemişti. İlkokulu bitirmeden oradan taşındıkları çocukluk evindeydi. Yıllar sonra da memleketinden ayrılmış, buraya yerleşmiş ve çalışmaya başlamıştı ama işte oradaydı, çocukluk evinde, o koridorun önünde, karanlığın ona ilk kez dokunduğu yerde. Salonun dış kapısını zorladı kaçabilmek için ama başaramadı. Çabucak pencerelere bakındı, dışarıya göz attı. Aynı zehirli loş ışık şimdi de sokak lambalarına dadanmış haldeydi. Altlarından geçen gölgeler, karaltıları geçemiyordu. Hayır bu yanlış bir düşünceydi, o karaltıları varolagetiren şey zaten o ışıklardı. Perdeleri kapattı, salonun ışığını açmaya yeltendi fakat anında vazgeçti. O şeyleri içeri çağırmak istemiyordu. Oturma odası da karanlıktaydı ama gözlerinin alışabileceği bir durumdu bu, doğaldı, kirlenmiş bir hiçlik değildi.
O dört duvarın arasındaki küçücük alanda öylece çaresizce durmuş sonunu beklerken sonu gelmedi. Bekleyiş bütün amaçsızlığı ve zavallılığıyla sürüyordu ama gencin gözleri perdelerin, kapıların ve duvarların üzerinde gezmeye devam etti. Etrafında dönüp durdu, bir oraya bir buraya yürüdü, bazen de onu kuşatan bu kabusu kışkırtmamak için olduğu gibi durdu, en ufak bir harekete bile yeltenmedi. Bu kararsızlık ve delilik hali içinde bakışları eski dolabın içindeki eski televizyon ekranına takıldı. Işık yoktu, perdeden belki biraz sızan o loş zehrin artıkları dışında, bu yüzden ekrandaki yansıması bütünüyle odayı yansıtamıyordu, doğal hissettirmiyordu. Ekrana baktıkça içini bir huzursuzluk kapladı. Bütünüyle üstüne çöken korku onu dize getirdikçe genç adam da televizyona yaklaştı, artık o kara ekrandan kendi kendine bakıyordu, hatları ve ifadesi olduğu gibi belirsizleşen yüzüne. Başına bir o tarafa, bir bu tarafa çekti ama gözlerini kendi gözlerinden, en azından gözlerinin durması gereken o kara deliklerden çekmedi. Elini yüzüne götürdü, yanaklarını, burnunu, gözlerini, kaşlarını ve alnını ovaladı. Kaçması gerekiyordu, bilincinin gömülü katmanlarından yükselen bir uyarı kendisine kaçması gerektiğini varlığının son parçacıklarına kadar bağırıyor, çığırıyordu. Ellerini ekranın üzerine götürdü bu sefer, onu kendi biçimsizleşmiş elleri karşıladı. Ekranı ovaladı, karanlığı temizlemeye çalıştı fakat televizyonu arındırmayı bırak, yansımada görebileceği tek bir detay bile kalmamıştı. Ellerini geri çekti ve ekrandaki bu mutlak karanlığı izlemeye başladı, merak, şaşkınlık ve sinir içinde.
“Ne gördün orada?” diye sordu fısıldadı kendi kendine, sonra da dudaklarını hareket etmediğini fark etti. Parmaklarını dudaklarında gezdirdi, ağzını açmaya çalıştığında ise bunu zar zor başarabilmişti, korku ve adrenalinden kurumuş olan dudakları haliyle iyice yapışmıştı. Ağzını açmamıştı.
“Ne gördün orada?” diye bir fısıltı geldi yeniden, karşı karşıya olduğu ekranın karanlığı içinden. Simsiyah duran yüzeyin üstüne perdelerden sızan zehirli ışık vurunca genç adam orada belli belirsiz bir yüzün kendisine baktığını gördü. “Ne gördün orada?”
Geri çekildi, ardından o panikle televizyonu yere devirdi. Cihazın parçaları sağa sola savrulunca genç adam rahatladı. Kendini o teslimiyet ve huzurla yere attı, gözlerini kapadı. “Ne olursa olsun.” diyecek oldu içinden ama son anda vazgeçti. Bir süre öyle durup kendi kendini tarttı. Bitkin halinin ve yok olmuş psikolojisinin getirdiği teslimiyet hissi ile içinden gittikçe kuvvetli bir biçimde yükselen yaşama güdüsü arasında gidip geliyordu. İki ruh halinin ortasında bir oraya bir buraya savrula savrula iyice enerji biriktirmiş bir bomba gibi kararsızlaştı fakat ani bir dürtü onu gözlerini açmaya itti. Göz kapaklarını birden kaldırdı ve kendisini tavanda sönük halde duran lambaya bakarken buldu.
Gözlerini açmıştı ama şimdi de o lamba berbat, sonsuz bir hiçliği içine hapseden tekinsiz bir göze dönüşecek mi diye gerile gerile olduğu yerde hareketsizce durdu. Yine herhangi bir hareketinde kendisini kuşatan bu katran ağır sisi kışkırtacağından endişe ediyordu. Yerde yattıkça damarlarından akan kan daha sert bir biçimde hareket etti, kalbi daha saldırganca attı, vücudu aldığı her nefeste daha hızlı kıpırdıyordu. Durgunluk halini sürdüremeyeceğini biliyordu ama işleri daha da kötü bir hale getirmekten çok korkuyordu.Titreye titreye parmaklarını hareket ettirdi önce, sonra kollarını ve bacaklarını, en sonunda da tereddüt ede ede kendini ayağa kaldırdı.
Perdeleri kontrol etti, azıcık araladı. Karaltılar hâla dışarıda evi kuşatmış halde duruyorlardı. Sokak lambaları hâla o iğrenç zehirleriyle dışarıyı zehirleyip duruyor, bütün güçleriyle içeriye sızmaya çalışıyorlardı. Yavaşça perdeyi geri kapattı. Çevresini yokladı. Buradan kaçmalıydı ama nereye? Diğer dış kapı mutfak tarafındaydı, mutfak da koridorun diğer ucundaydı.
“Ne gördün?” sorusu yankılandı bir kere daha havada. Genç adam yine bir panik ve dehşet içinde çevresine bakındı ama sesin kaynağını hiç bir yerde bulamadı.
Oraya gitmeyecekti. Ne olursa olsun koridorun sonundaki karanlıktan kaçınacaktı. Belki dışarıdaki karaltıları atlatmak, onların arasından koşup geçmek, güç kullanarak oradan kurtulmak daha olasıydı? Burada kalmak çözüm değildi, o belliydi. Hiçbir şey yapmasa hiçbir şey değişmezdi ve o kabusun içinde kalmaya devam ederdi.
“Ne gördün?” sorusu bir kez daha yankılandı ve genç adam kararını verip dış kapıya asıldı bütün gücüyle. Bu sefer kapı sanki hiçbir zaman kilitli değilmişçesine açılınca genç kendini dışarıda yere yığılmış bir vaziyette buldu. Dönüp kapıya bakınca az önce içinden çıktığı odanın mutlak karanlığın içine mükemmel bir şekilde saklanmış gözlerle karşı karşıya geldi. Simsiyah sislerin içinden ise alçak bir sesle ama tekinsiz ve keskin bir tonla tek bir fısıltı kendisine sesleniyordu.
“Ne gördün?”
“Ne gördün?”
“Ne gördün?”
“CENK!”
Omzuna dokunan bir el kendisini şiddetli bir şekilde sallıyordu. Bir iniltiyle kendine gelen Cenk çevresine bakındı, etrafta bir sürü farklı insan tuhaf ve korkmuş gözlerle ona bakıyordu.
“Cenk?” diye bir kez daha seslendi kendine arkadaşı. “Aman Tanrım, ne gördün rüyanda? Seni bu kadar dalgın ilk kez görüyorum.”
“Hiçbir şey.” diye cevap verdi Cenk, bütün içtenliği, dürüstlüğü ve korkusuyla. Arkadaşı onun kendisini başından savdığını düşünüp hayal kırıklığına uğradı, ciddiye alınmadığını sandı ama Cenk’in üstünde ciddiyetten başka hiçbir şey yoktu. Mekanın penceresinden dışarıya baktı, ışıltılı bir sokak vardı orada ama karanlık çökmüştü.
“Ne gördün?” diye bir kez daha seslendi o fısıltı, bilinmeyen duvarların arkasından. Cenk arkadaşına baktı. Önüne dönmüş sessizce oturuyordu.
“Ne gördün?” diye bir kez daha seslendi o fısıltı, işte o anda, tam olarak o sessizlik çöker çökmez, o koca şehirdeki bütün insanların dünyaları başlarına yıkıldı.
Yorumlar
Yorum Gönder