Arabacı



Yaşlı adam sedirin üzerine konulan minderlerde uzanırken, minik çocuk da hemen onun yanında, dizlerini yere koymuş halde oturuyordu. Çocuğun gözleri, aynı hizadaki ihtiyarın gözlerine büyük bir merakla bakıyor, yaşlı adamın anlatacaklarını dinlemek istiyordu.

“O zamanlar sadece taşıtları sürüyordum. Oradaki insanların kendi motorlu taşıtları vardı. Onları evlerinden işlerine, işlerinden sonra da akşamlarını geçirmek istedikleri Ayaztepe’ye götürürdüm. Hepsi de birbirinden şık giyinir, konuşurken en süslü kelimeleri kullanırlardı ama yine de çok nazik insanlardı, sadece bir sürücü olmama rağmen bana hep kibar bir şekilde seslenirlerdi. Hiçbir zaman hor görülmedim, hiçbir zaman bir kenara da atılmadım ama onların hayat tarzlarını, dünyalarını hep kıskanırdım. Her zaman kıyısındaydım o dünyanın, hep yollarından geçiyor, insanlarıyla konuşuyor, parfümlerin kokusunu alıyor, bana verilen görevi yerine getiriyordum. Ama o güneş gibi parlayan ışıkların görüldüğü, her türlü müziğin, koronun, alkışın ve kahkahanın duyulduğu dünyanın hiçbir zaman bir parçası olamadım.

İşte Ayaztepe, Başkent’in böyle bir parçasıydı. Cumhuriyet’in en önde gelen isimleri orada vakit geçirirdi. Komutanlar, yüksek bürokratlar, iş insanları, bilim insanları, yargıçlar… O kadar bilgelik, yetenek, güç bir aradaydı ki… Benim ise bildiğim tek şey araba sürmekti ama o dünya ile uzaktan da olsa bağ kurabilmem için bilmem gereken tek şey oydu zaten. Görüyorsun ya, araba sürmeyi bilen insanların ciddi bir kısmı Körfezkent’in batı yakasından çıkamadı. Kurtulabilenler de böylece kendilerine hemen iş bulabildiler böyle bir dünyada. Yüksekyurt’taki tek tük araba sürücülerinden biri de bendim. Durum böyle olunca Başkent’e toplanan seçkin kesimin ihtiyaçlarına cevap verebilecek sayılı insanlardan biri oldum. Bunu aklında tut çocuğum, ihtiyaç duyulup da nadir görülen bir beceriye sahipsen hep kendine bir yer bulursun.

Beni işe alan saygın kişi, Krov Endüstrileri’nde çalışıyordu, hatta Bay Krov ile bire bir iletişimi bile vardı. İskender adında kibar bir beyefendiydi. Kanal çarpışmalarında ölümle burun buruna geldikten sonra hayatında hiçbir fırsatı kaçırmadan yaşamaya başlamıştı, en nihayetinde de bu fırsatlardan birisi kendisini Bay Krov’un hizmetine getirmişti, tıpkı benim arabacı olmam da beni onun hizmetine getirdiği gibi. Ölümü bu kadar yakından tanıyan birisinin nasıl bu kadar kibar olabildiğini anlıyorum. İskender Bey’deki tevazuyu kendisi ile konuşana kadar anlayamazdın. Dışarıdan bakılınca kendine fazlaca güvendiğini belli eden bir duruşu, yürüyüşü vardı. Yüz ifadesi asla kırılmayacak taştan çizimlere benziyordu ama insanlarla konuşmaya başlayınca ses tonundaki yumuşaklığı, yüzüne inen tatlı duyguyu asla unutamazdın.

Bana da hep yardımcı oldu İskender Bey. Rahmetli büyükannenle tanışmam da onun sayesinde oldu. Büyükannen de o zamanlar İskender Bey’in hizmetinde çalışıyordu. Enstitü’nün Mühendislik Okulu’nu tamamlayamamıştı ama teknik bilgisi sayesinde İskender Bey onu yine de şirkete teknik uzman olarak almıştı. Şirketin ekipmanları üzerinde çalışıyordu, onların daha verimli nasıl kullanabileceği konusunda sürekli yeni yöntemler geliştiriyordu. E tabi motorlu arabalar da bu kapsama dahildi, durum böyle olunca sık sık görüşüyorduk. Aramızı yine İskender Bey yaptı, bir gün arabayı Ayaztepe’deki bir lokantaya getirmemi istedi. Lokantaya gelince kapıda beni büyükannenin beklediğini gördüm, İskender Bey çevrede yoktu. Büyükannenin yanına gelince lokantanın kapısından bir görevli çıktı, masamızın içeride bizi beklediğini ve her şeyin hazır olduğunu, bütün hesapların da önceden ödendiğini söyledi. Büyükannenle sadece birbirimize baktık ve gülümsedik. Bu yaşımda öyle tüm ayrıntılarıyla hatırladığım çok akşam yok çocuğum, Ayaztepe’ye ilk kez geldiğim gece, annenin doğduğu gece ve o gün büyükannenle Ayaztepe’nin lokantasında geçirdiğimiz gece dışında. O ışıltılı dünyanın içinde en fazla bulunabildiğim an oydu sanırım, yanımda sevdiğim kadınla birlikte. Annen sana bunu söyledi mi bilmiyorum ama onun doğumundan sonraki günler de bizim için oldukça zorlu geçti. Senin annenin bazı hastalıkları vardı ve bu hastalıklar için gerekli ilaçları alacak kadar varlıklı değildik. Neyse ki İskender Bey bizim için ilaçların parasını ödedi, zaman zaman gerekli izinleri verdi ki eve dönüp sana bakabilelim, aile olarak vakit geçirebilelim.

Tabi yine de görev görevdir, bazen gecenin yarısında evden çıkmak durumunda kalıyordum. İskender Beyi evinden alıp bazı gizemli buluşmalara, ıssız yerlere götürüyordum. Böyle zamanlarda hızlı bir şekilde hazırlanmamı, arabayı da hızlı bir şekilde sürmemi istiyordu İskender Bey. Hiçbir zaman buluşmaların doğasını sorgulamadım, bu soruları sormak bana düşmezdi. Onun insanlarla konuşurken yüzüne inen tatlı ifadeden ve yumuşak ses tonundan bahsetmiştim, çok nadiren de olsa sinirlendiğinde bambaşka birisi oluyordu. Alaycı ama net, kısa cümlelerle ve herhangi bir hakaret barındırmayıp da insanı yeren ifadelerle, konuşmasının sonuna doğru da sesinde yükselen şiddet ile karşısındakini yerle bir ediyordu. Tanrım, o yüz ifadesi... Sadece birkaç kez görmüştüm ama en kötü şovenistin bile düşmanlarına böyle bir ifadeyle baktığını görmedim ben. Hedefini aşağılayan, hor gören, bir fareymiş gibi hissettiren yüz hatları, göklerden bakan, alevlerle kavrulan gözler, dudaklarının arasından görülen, bir kurdun avına geçirdiği dişler… Neyse ki ben hiçbir zaman bu hedeflerden birisi olmadım.

Ama ne olursa olsun, bu hayatın bana kattığı en büyük hazlardan birisi, Ayaztepe’ye doğru giden yol olmuştur. Enstitü’nün yeni kampüsün de bulunduğu ve ağaçların, yeni kurulan Cumhuriyet’in değerlerini temsil eden sanat eserlerinin süslediği yolda ilerlerken, daha Ayaztepe’nin kendisi görülmeden onun ışıklarını görebiliyordum gökyüzünde. Yaklaştıkça kendisini gösteren semt, sanki modern bir cennetmiş gibi yükseliyordu. Eski Başkanet’in yanına inşa edilmiş ve Cumhuriyet’in getirdiği modern dünyanın merkezine oturmuş bir yürek gibiydi. Bir yürekten çıkan damarlar gibi, Ayaztepe’den çıkan yollar da tüm şehire doğru dağılıyordu. İskender Bey’in arabasını sürmek için kullandığım, kentin seçkin isimlerinin kaldığı mahalleye bağlanan yol ise tüm bu yolların en süslüsü, en görkemlisiydi. Ayaztepe’nin kuleleri, oraya yaklaştıkça gökyüzüne doğru yükseliyordu ve sanki ışıktan yapılmış halatlarla diğer tüm binaları da ayakta tutuyordu. Tüm şehir hep beraber uzaya çıkacakmış gibiydi. Semtin güzellikleri, biz daha oraya varmadan üzerimize vuruyor, bizi etkisi altına alıyordu. Müziklerini, korolarını daha sokaklarına girmeden duyabiliyorduk.

Semtin kendisine girdiğimizde ise bambaşka bir dünyaya girmiş gibiydim. Cumhuriyet’in dışında kalan felaket dünyası, hatta Cumhuriyetin diğer uygar kısımları bile sanki artık başka bir boyutta kalmıştı. Caddenin içinde arabayı sürerken kocaman gökdelenler, kuleler, beton ve ışıktan yapılmış tanrılar gibi dikiliyor ve bu evrendeki egemenliklerini ilan ediyorlardı. Bu tanrısal dikitlerin altında ise insanlar şarkılar söylüyorlar, kahkahalar atıyorlar, her türlü entelektüel tartışmaya, diyaloga giriyorlar, birbirlerine alkışlar tutuyorlardı. Her bir insan eşsiz, mükemmel bir tarza sahipti. Caddeden esen rüzgar, uzun, parlayan saçları havaya kaldırıyor, ışıklar ise rengarenk, şık elbiselerin üzerinden yansıyor, yalın, yoğun, zarif bir estetik algı tüm semti kaplıyordu. Süslü lokantaların pencerelerinden ve kapılarından burunlarımıza doğru enfes kokular sızıyor, insanlar birbirlerine müthiş bir güvenle, hayranlıkla, saygıyla bakıyordu. Felaket, çirkinlik ve savaşın doldurduğu bir dünyada, Ayaztepe insan eliyle yaratılmış bir cennetti ama bu cennet bile mürekkep karşısında düşecek, lekenin yayılmasına engel olamayacaktı işte.

Işıltılar sonsuza kadar aydınlatmadı Ayaztepe’yi, müzikler hiç durmadan çalmadı. Yine İskender Bey’i ve arkadaşlarını oradan oraya götürdüğüm bir zamandı, bir mekana girmişlerdi ve yine Ayaztepe’nin caddelerinde arabayı kenara çekmiş, bekliyordum. Arabanın içindeki telefonun çalmasıyla başladı kabus gibi bir gece. İlk başta telefonu açmak için hiçbir zahmete girişmedim çünkü telefonlar hep İskender Bey’e gelirdi, gelince aramaya onun dönmesi daha iyi olurdu. Telefonlar da bir noktadan sonra çalmazdı, arayan kişi, birisinin açmadığını görünce daha sonra dönüleceğini bilirdi. Ama bu sefer öyle olmadı. Telefon çaldı. Açmayınca zil önce sustu, sonra baştan çaldı. Telefon çaldı da çaldı, hiç durmadan. En sonunda iyice endişelenip sorunun ne olduğunu öğrenmek istedim ve telefonu açtım.

“Başkent düşüyor! Buradalar!” dedi telaşlı bir ses, başka ne söylediğini de pek duymadım çünkü koşar adımlarla İskender Bey ve arkadaşlarının girdiği mekana hücum ettim ama kapıda durdurdular beni. Telefondan gelen mesajı defalarca tekrarlasam da görevliler bana izin vermedi. O dünyanın sınırlarından içeri girmeme izin yoktu, her ne kadar o dünyada yaşayan insanları kurtarmak istesem de. Derken uzaktan tek tük ateş sesleri geldi. Acaba tüm bu müziğin, gürültünün içinde ateş sesini ben mi hayal etmiştim bilmiyordum ama sonra bir tane daha geldi, ardından bir tane daha. Ateş sesleri sıklaşınca, gürültüye karşışan çığlıkları duyar gibi olmuştum. Bunları duyabilmemin imkanı var mıydı ki, Ayaztepe’nin sesleri arasında? Bir iki kişinin de kulaklarını o tarafa çevirmesiyle bunu duyanın sadece ben olmadığımı anlamış oldum ve bir kez daha mekandan içeriye hücum etmeye çalıştım, tüm gücümle durumu anlattım, ateş seslerine kulak veren diğer insanları da gösterdim. Görevliler bir anlığına şaşırdılar ama kararlı duruşları değişmedi. Beni içeri almasalar da saniyeler içinde kapıdan dışarı insanlar akın etmeye başladı. Haber onlara daha önceden ulaşmış olacak ki ne işleri varsa içeride hemen kaçabilmişlerdi.

Ben de arabanın yanına gidip orada beklemedim, canları pahasına kaçan insanların nasıl şeylere cüret edebileceğini duymuştum benzer savaş hikayelerinden. Ama kapıdan dışarıya doğru akan o insan nehrinde bir türlü göremedim İskender Bey’i. Burada çok vakit kaybetmek istemiyordum, aklım ailemde kalmıştı, onları da şehirden çıkarmam gerekiyordu. Mekandan çıkanlardan birkaçını tutup İskender Bey’i sorsam da onun buraya gelmediğini söylediler, herkes çıktıktan sonra içeriye girince içeride gerçekten de kimsenin olmadığını gördüm. Hızla arabaya döndüm, Ayaztepe’nin caddelerini telaşla, acele ile dolaştım. İskender Bey hiçbir yerde yoktu. Bir noktada arabayı caddenin kenarına çektim, iyice düşündüm ve kararımı verdim. Arabayı alıp Ayaztepe’den ayrılacak, anneni ve büyükanneni evden alıp şehirden hızla uzaklaşacaktım.

Öyle de yaptım. İskender Bey, aileme bunca yardımda bulunmuş bu saygıdeğer kişi geride kaldı. Kararımdan hiçbir zaman pişman olmadım çocuğum, ailemi koruyordum ben. Yine de o gece bugüne dek kafamda yankılandı durdu, geceyi kabuslarımda baştan baştan yaşar hale geldim. Bana da büyük annene de bir karamsarlık çöktü. Bu dünyada başka bir çocuk daha yetiştirebileceğimizi düşünmedik. Bir çocuk daha yapsaydık bencillik ediyor olacaktık ona, belki ona bu şansı hiç vermeyerek bencillik ettik. Büyük annen gözlerini yumduğunda, o gece üzerine çöken karamsarlığın onun güzel yüzüne de yansıdığını görebiliyordum çocuğum. Aynı ifade belki benim yüzüme de yansıyacak, bilmiyorum. Ama senin annen farklı bir tercih yaptı, o bizden daha cesurdu. Böyle bir dünyaya bir çocuk getirmek istedi, belki daha fazlasını da isteyecek. Ama o bunu seçti, savaşın, kederin, lekenin kapladığı bir dünyaya kafa tuttu. İyi ki tuttu, iyi ki sana bunları anlatabiliyorum.

Ayaztepe’deki hayatımız, Cumhuriyet ile birlikte yükselen umudumuz, İskender Bey gibi dostlarımız, hepsi öldü, bitti. Başkent’in kalbini oluşturan, o insan eli ile inşa edilmiş ışıltılı cennet artık sadece küçük bir kasabada yaşayan, eski, yaşlı bir arabacının anılarında yer alıyor. Geriye kalan tek şey bu. Sana bunları anlatmak istedim çocuğum, anlatayım ki sen de bilesin, hatırlayasın. Işıltılı bir cennetin, insanların kahkahalar ve müzikler ile doldurduğu bir ütopyanın var olabileceğini anlayasın. Belki gelecekte sizin nesliniz, veya sizlerin yetiştireceği bir nesil benzer bir cennet inşa etmeyi tercih eder. O zaman kendi müzikleriniz, kendi arabacılarınız olur. Şimdi çok yoruldum çocuğum, bırak beni gözlerimi azıcık kapatıp biraz dinleneyim. Tüm bunları anlatmak yordu beni. Gerçekten de çok yoruldum.”

Yaşlı adam gözlerini kapadı. O gece rüyasında Ayaztepe’yi terk ettiğini, İskender Bey’i geride bıraktığını veya Cumhuriyet’in düştüğünü görmedi. Bambaşka bir rüya gördü o gece. Bir arabanın arka koltuğundaydı, sürücüyü göremiyordu, her ne kadar görmek için çok çabaladıysa da sürücünün yüzü bulanıktı, pusluydu. Araba Ayaztepe’nin ışıltılı caddelerinden geçti, caddenin her iki tarafında gülen, saygıyla eğilen, içten yüz ifadeleri sergileyen müthiş insanlar vardı. Geçtikleri her binadan ayrı bir güzel müzik yükseliyordu, her yerde ayrı bir kutlama vardı. En sonunda araba durduğunda arabacıya döndü ve teşekkür etti. Dışarıya çıktığında kapıda onu karşılamak için bekleyen bir görevli duruyordu. Bir koluyla içeri girmesini işaret ederken, onu güzel sözlerle karşılıyor, iltifatlar yağdırıyordu. Başka mekanların önünde duran, bekleyen başka insanlar onu saygıyla, hayranlıkla selamladılar. O da onları aynı duygularla, düşüncelerle selamladı.

Mekandan içeriye girdiğinde ise muazzam bir manzara ile karşılaştı. Bir sürü yalın, güzel giysiler giymiş insan, masalara oturmuş birbirleriyle sohbet ediyor, kahkahalarla sahneden gelen müzik eşliğinde güzel vakit geçiriyorlardı. Kendisine ayrılan masaya doğru ilerlediğinde ise, masada oturan eşini, aşkını gördü. Birbirlerine baktıklarında gülmekten başka bir şey yapamadılar, bir şey diyemediler. Adamın içinden geçen mutluluğu, o duygu akını başka bir şey yapmasına izin vermiyordu. Bir iki saniye sonra bir görevli masaya tabakları, içkileri, yemekleri koydu. Adam gözlerini kapayıp yemeklerin kokusunu iyice içine çekti. Gözlerini baştan açınca karşısında kendisine bakan, baktıkça içindeki sonsuzlukta kaybolacakmış gibi duran güzel gözleri gördü. El ele tutuştular ve karşısındaki o güzellik, gözlerini bir an için başka bir yöne çevirdi, sanki unutmaması gereken bir yeri işaret edermiş gibi. Adam da o yöne bakınca başka bir masada kendi arkadaşları ve ailesi ile oturan İskender Bey’i gördü. İskender Bey de tıpkı onun gibi mutlu görünüyordu ve oldukça eğleniyordu. İki dost bir an için bakıştılar, İskender Bey, dostunun mutluluğundan duyduğu sevinci onaylar bir şekilde kafasını salladı. Arabacı ise ancak gülümsemekle yetinebildi. Arabacının ve eşinin gözleri baştan buluştu, o mutluluk ile arabacının yüzüne saf bir gülümseme geldi.

Sabah yaşlı adamı ne kadar uyandırmaya çalıştılarsa da yaşlı adam uyanmadı. Çocuk, daha dün gece konuştuklarını, dedesinin ona çok güzel şeyler anlattığını söyledi. Annesi, çocuğun saçlarını okşadı, sonra da yaşlı adamın elini tuttu. Kadının gözleri, yaşlı adamın yüzüne baktığında, kendisini de mutlu eden bir ifade gördü. Yüzünde uzun zamandır görmediği bir mutluluk vardı, Ayaztepe’den beri hiç görmediği bir ifade...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Karanlık Perde

Sırık Bölüm 1: Sarıbolu (Spooktober '24)

Sırık Bölüm 0 (Spooktober '24)