Sırık Bölüm 1: Sarıbolu (Spooktober '24)
Uyuduğumu asla hatırlamıyorum, hep uyandığımı hatırlıyorum. Soluğum kesilmiş oluyor, kemiklerimi kıracak kadar muazzam bir güç üzerime çöküyor. Parmaklarımı hareket ettirebiliyorum ancak ama tek bir ses dahi çıkaramıyorum. Gece mi uyanıyorum gündüz mü uyanıyorum fark etmiyor, ışık da karanlık da aynı şeyler benim için. İkisi de benim varlığımı havada uçuşan atom tanelerine indirgiyor, rüzgarın esmesiyle uçuşan toz zerreleri gibi hissediyorum. Güç bela nefes almaya çalışıyorum ama bir el boğazıma yapışmış oluyor. Bir pençe tenimi de geçiyor ve soluk borumu kavrıyor, sıkıyor, parçalamaya çalışıyor. Bir ses duyuyorum, beni uyandıran yaratığın, varlığın sesi bu. Doğal olmayan bir ses, ölümü çağrıştıran, acı ve ızdırap getiren bir ses. İnsanlığın içine insanlık doğmadan önce yerleştirilmiş ilkel bir korkunun hat safhada tepki verdiği bir ses. Sonra çaresizlik içinde bütün gücümü kullanarak, ezilmiş soluk borumun olanca kuvvetiyle nefes alarak uyanıyorum. Elimde olsa çığlık atacağım ama nefes almam gerekiyor, ciğerlerime hava gitmesi gerekiyor. Soluk alınca fark ediyorum ki dehşet içinde çıkardığım ses kabuslarımdaki ses.
Ne zaman uykuya daldım, ne zaman uyuyabildim asla hatırlamıyorum ama nasıl uyandığımı da asla unutamıyorum.
Bu kabuslarla başladı sorunlarım. Karanlık ve boğucu kavramlara asla uzak değildim ama beni bu kadar derinden etkileyecek, işlevselliğimi kırıp hayatımı sakatlayacak böylesine bir durumu hiç deneyimlememiştim. Günlerimi hep korku materyalleri arayarak, yeni korku hikayeleri okuyarak, korku filmleri izleyerek, korku oyunları oynayarak ve de folklorun en derin ve karanlık katmanlarını tarayarak geçiren birisiyim. İşim bu, buradan bu kavramları alıp çizgilere, şekillere, renklere, resimlere döküyorum, en azından döküyordum. Gerek film, gerek oyun, gerek basım işlerinde görsel içerikler çıkarıyordum ama bunların asla bana dadanacağını düşünmemiştim. Düşünmemiştim çünkü inanan bir insanım, şeytanlara ve doğaüstü varlıklara inanıyorum. Bu yüzden asla onları konu almıyorum, onlardan ilham alıyorum evet ama onları konu almıyorum. Yepyeni materyaller, kavramlar üzerine çalışmayı deniyorum. Ortaya yeni korkular, yeni dehşetler çıkarmaya cüret ediyorum. Eskiden, bilinenden ne kadar uzaklaşırsam, var olduğuna inandığım bu garip varlıklardan da uzaklaşacağıma inanıyoruım. Ama bir insan nasıl bilebilir ki? Halihazırda var olan ile yepyeni, bambaşka varlıkların arasında bir kesişim noktası olup olmayacağını nasıl bilebilirim? Var olduğuna inandığım ve var olmadığına inandığım dünyaların arasındaki sınıra yaklaştığımı nasıl anlayabilirim?
Böylece bu kabuslarla bozulmaya başladı işlerim. Yeteneklerim hâla oradaydı, hâla kafamda müthiş manzaralar, vahşi yaratıklar, garip hikayeler kurabiliyordum ama kağıda baktığımda, önümde duran boş sayfaya baktığımda hiçbiri olması gerektiği bir şekilde gerçekliğe varmıyordu. Çizgiler titreşiyordu, onlara yetişemiyordum. Şekiller de böylece kayıyordu, bozuluyordu, tuhaf geometrilere doğru çarpıtılıyor, olmaması gereken biçimler alıyordu. Renkler olduğu gibi kayboluyor, her şey ışık ve karanlık arasında, sönük, duygusuz bir grinin hükmünde ama her nasılsa bu loşluğun kendi fısıltıları arasında gidip geliyordu. Hiç kimseyi ve hiçbir şeyi çizemiyordum. İnsan resmetmeye çalıştığımda anında yaratıklara dönüşüyorlar, sonra bu yaratıkları da korku materyali olarak kullanmayı akıl ettiğimde bu sefer çok daha basit ama bir o kadar da anlaşılmaz, uzun, ince, çarpık bir insanımsı silüete evriliyordu. Çizgilerin, loşluğun tonlarının ve kavrayamadığım bükümlerin dans ettiği biçimde, beyaz sayfanın boşluğunun verdiği sönük ama güçlü ışığın önünde duruyordu uzun boylu, biçimsiz ve tekinsiz bir figür, bir sırık.
Uzun bir süre boyunca yaratmaya çalıştığım her ürün bu sırığa dönüştü. Konumu ve içinde bulunduğu şartlar değişiyordu ama varlığı hep aynı kalıyordu. Beyaz bir arka planın önünde, biçiminin verdiği karanlık ve belirsizlikle çarpık bükümleriyle bazen dik bazen de kambur pozlarla duran garip bir varlık. İşlerim aksamaya, müşterilerden gelen şikayetler de artmaya başlayınca bir tatile ihtiyacım olduğunu düşünüp şehrin gürültüsünden, kalabalığından, telaşından ayrılmak, bana ait olmayan bir dünyaya gidip bir süre tazelenmek, farklı şeyler deneyimlemek istedim. Belki düz arazilerin, güneşin ve gökyüzünün renklerinin süslediği kırlara gitsem iyi olacaktı, belki de yeşilin ve canlılığın doldurduğu ormanlık yerler işimi görecekti. Belki de dağlık bölgelere gidip daha farklı bir coğrafya deneyimlemeliydim. Ben de hepsini yapmak istedim, boğulmuştum, hem kabuslarımda hem de iş hayatımda.
Önce ormanlık bir bölgede birkaç gün kalıp ondan sonra yaylanın dağlarına çekilmek, ardından da iç kesimin kırlarında bir süre vakit geçirip yine yeşilim egemen olduğu ağaçlıklara gelince tatilimi sonlandırmak istedim. İlk durağım olarak da hemen komşu vilayet olan Sarıbolu’ya vardım. Eski ve gizemli bir yerdi ama yeşilliği bol olan bir bölgeydi. Yerel halk pek dost canlısı sayılmazdı fakat sessiz ve sakin bir vilayet olduğundan kafama yatmıştı. Burada tatil yapacaktım yapmasına ama asıl amacım işimi yaparken yeni çizgiler ve renkler kazanmak, beyaz sayfanın üzerine geçirebileceğim yeni manzaralar ve ilham kaynakları keşfetmekti. Belki üretim ve sanat anlayışımın kök taşlarını değiştirir veya onlara yeni güçlendirmeler katarsam yaratıcılığımda, zanaatimde yaşadığım temel sorunları da aşabilirdim. Bu şekilde deneme yanılma yaparak elimde defter kalem ile sokakları, çayırları, ormanları gezmek istedim. İlk birkaç gün oldukça dinlendirici geçse de bir manzara resmetmeye cüret edemedim ama nihayet dördüncü gün kağıda dökmeye değecek kadar güzel bir görüntüyle karşılaştım. Şehrin bittiği noktalardan birinde, artık iyice seyrekleşmiş mahallelerin ve evlerin uzandığı bir yerde, insan yerleşiminden sonra uzanan yemyeşil ve engin bir çayır vardı. Güneş daha yeni doğuyordu, o yüzden ışıkları bu manzaraya çok güzel bir şekilde düşecekti. Güneş ışınları eğik bir açıyla, çayırın bittiği yerden başlayan ormanlık bölgede, ağaçların tepesini boyayacak, sonra çayıra inip bütün o yeşilliğin üzerini olduğu gibi aydınlatacak ve nihayet şehrin artık uç kısımlarını oluşturan seyrek evlerin ve sokakların oluşturduğu mahalleye vurup ve evler ile yapıların ardında uzun gölgeler bırakacaktı. Müthiş bir fırsattı.
Çizgilerim ve tonlarım kağıdın üzerinde akmaya, dans etmeye başladı. Zorlanmasına zorlandım çünkü biçimleri ve gölgeleri hizada tutmak, çarpıtılmalarına ve bozulmalarına izin vermemek benden çok güç götürüyordu. Zihnimin içindeki bir kaşıntı, kalemi tutan parmaklarımı oynatmak, titreştirmek ve hatta kağıdı yırtmasına neden olmak istiyordu. Kendi kaygılarımdan mı kaynaklanıyordu bu durum yoksa kabuslarımı doğuran o tekinsiz durum mu yine etkili oluyordu onu bilmiyorum ama zihnimin bilmediğim köşelerinden yükselen veya zihnime dışarıdan açılmış tünellerin karanlıklarından sızan düşünceler ve duygular ile mücadele ettiğim pek çok saatten sonra nihayet resmi bitirebilmiş, manzarayı resmedebilmiştim. Elim titriyor, ağrıyordu. Gözlerim kızarmıştı ve resim yaparken o gerginlikten, yoğunluktan ve odaklanmadan dolayı sık sık soluğum tutmuş olmalıyım ki nefes nefese kalmıştım. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Birkaç kez tekrarladım ve Sarıbolu’nun temiz ve keskin soğuk havasını içime çekip kendime geldim. Kalemi sayfaya bırakıp gözüm hâla kapalı bir şekilde ellerimi açıp kapadım, parmaklarımı hareket ettirdim, kollarımı iki yana açıp gerinme hareketleri yaptım. Rahatlamıştım, belli ki artık bu sorunu aşmış, yeteneğimi, çizgilerimi, renklerimi geri kazanmıştım. Gözlerimi açıp bu güzel manzaranın kağıda döktüğüm haline baktım.
Her şeyi kalemle çizdiğim için renkli değildi ama ışıklandırma ile tonlamayı istediğim şekilde, istediğim seviyede yapmıştım. Evler, gölgeler güzel görünüyordu. Çimlerin güneş ışığıyla parlayan bir yeşil renkte olmasına rağmen onları bile renksiz bir kalemle olması gerektiği gibi, bir bakışta anlaşılacak şekilde resmetmiştim. En sonunda ise artık güneşin yükselmiş olduğu ve ağaçların tepesini boyadığı ormanlık bölgeye baktım. Her şey mükemmeldi, tek bir ağaç dışında. Diğer ağaçlardan daha uzun duruyordu, dik değildi, garip bir biçimi vardı, arkasından vuran güneş ışığı yüzünden şeklinin detayları da tam seçilmiyor ve tamamen bir karaltı halini alıyordu. Oradaydı, o tuhaf ve tekinsiz varlık çizimlerimde beni takip etmeye devam etmiştim. Çaresizlikle bir iç çekerek manzaranın resmine bakmayı bırakıp gözlerimi resmettiğim manzaraya çevirdim ama keşke çevirmez olaydım. Çizimlerimde beni takip eden karartı orada duruyordu, güneşin önünde, uzun ve ince boyu, garip ve çarpıtılmış bükümleri ve anlayamadığım bir kişiliğiyle oradaydı. Yanına gidip ne olduğuna bakmak istedim, korkuyordum ama merak da ediyordum. Nasıl orada olabilirdi? Zihnimde yarattığım ve bir şekilde resimlerime, çizimlerime sızan sebepsiz bir takıntıydı o, gerçekliğe nasıl varmış olabilirdi? Olamazdı, başka bir şey olmalıydı. Delirdiğimi düşünemezdim, o varlığın gerçek olduğunu hiç düşünemezdim, sadece garip bir ağaç olmalıydı. Şeytanlar gerçekti ama o şey gerçek değildi, onu ben yaratmışım, bir kurguydu, iki üç çizgiden oluşan başka bir şey değildi.
Ona bakmayı bırakıp arkamı döndüğümde ormanın tarafından gelen, çayırların üzerinden süzülen bir rüzgar sırtıma vurup tüylerimi diken diken etti. Üşümüş olmalıydım, böyle olmalıydı. Hava serindi, kışta değildik ama Sarıbolu daha serin bir yerdi. Güneş ışıkları da vurup ısıtıyordu aslında ama bu da nedense beni rahatsız ediyordu artık. Arkamdan esen rüzgar ve sırtıma vuran güneş ışıkları beni rahatsız ediyordu. İç dünyamdaki bu tuhaf hareketlenmeden ayrılıp dış dünyaya dikkatimi verdiğimde bu sefer arkamdan vuran güneşin şu an önümde yarattığı uzun, çarpık, korkutucu derecede tanıdık gölgemle göz göze geldim. Sarıbolu benim için işlevi olan bir durak olmuştu ama çözüm burada değildi. Burada daha fazla kalırsam çözüme değil, daha fazla soruna varacağımı hissediyordum. Kendi elimle saatlerimi vererek güç bela çizdiğim resmi de sayfasıyla birlikte defterden koparıp bir kenara atıp yoluma devam ettim. Köşeyi dönerken şöyle göz ucuyla yere attığım sayfaya bakmak istediysem de bir yerlinin onu yerden aldığını ve manzara ile göz göze gelir gelmez bana sert bakışlar attığını gördüm. Kağıdı yere attığım için kızmıştır diye düşünüp eşyaları toplamak üzere kaldığım otele doğru yürüyüşe devam ettim.
Yol boyunca Sarıbolu’nun başka insanları da benden uzaklaşmaya veya uzaktan uzaktan ciddi bakışlarla beni izlemeye devam ettiler. Varlığımdan artık somut bir şekilde rahatsız oluyorlardı ve bu durum her ne kadar yine çok hoş bir noktada olmasa da ben manzarayı ve de dolaylı olarak sırığı çizmeden önce bu seviyede değildi. Eğer kafamdaki o varlıkla yüzyüze gelmemiş olsaydım veya yüz yüze gelip rahatsız olmasaydım bile yine yerli halkın bu tavrından sonra burada daha fazla kalmak istemez, endişe içinde en kısa sürede buradan ayrılıyor olurdum.
Eşyalarımı hızlıca topladım, buradan ayrılmaya hazırlanan araçlardan bir tanesiyle anlaştım ve de hayatıma musallat olan bu varlığın ilk kez gerçek dünyada karşıma çıktığı Sarıbolu ve onun sayısız tekinsiz hikayesinden uzaklaşmak üzere şehirden kaçtım.
Yorumlar
Yorum Gönder