Sırık Bölüm 25: Kaçış (Spooktober '24)
Çok dik bir yokuştan aşağıya yuvarlanmamıştım ama yine de sırtım ve kollarımda, yüzümün de bazı noktalarında zedelenmeler oluşmuştu. Biraz ağrım olsa da hemen olduğum yerden kalkıp bayırın yukarı kısmında durup bana bakan figürlerle karşı karşıya kaldım. Dökülen yapraklar, parktan kalkan kumlar, birbirlerinin içine geçen sinek sürüleri ve çeşitli gölge oyunları orada birtakım insanımsıların dikilip bana baktığı yönünde bir sanrı yaratmaya çalışıyordu, aslında öyleydi de ama orada gerçekten ayakta duran bir beden yoktu. Sadece beni tehdit eden kabusun sürekli tekrar edip durmak istediği bir sahne vardı.
Aşağıdaki sokağa biraz daha yol vardı ve eğim işleri hiç kolaylaştırmıyordu ama buradan ayrılmam gerekiyordu ve bu yüzden hızlı adımlarla, yarı koşu halinde inişe geçtim. Arkama bakmıyordum, dikkatliydim ve yeniden hedefime odaklanmıştım. Okulun muazzam bir arka bahçesi olma niteliği taşıyan bu bayırın alt sınırları telden çitlerle çevrilmişti, kapısı ise zincirlenmişti ama tellerin arasında bir delik vardı. Bu kısmı geçtiğim zaman Veysiler’in en alt sınırını da atlatmış olacak ve Paşalar mahallesine girecektim. Doğal olarak bu tekinsiz bölge de oradan ayrılmamam için peşimden o garip insanımsı taklitlerini, avcılarını göndermişti.
Tellerin içinden geçerken o şekilleri var eden rüzgarın dokunuşunu üzerimde hissettim, elini bana uzatıp son anda kaçırmıştı. Yavaşça bedenimi tel çitten uzaklaştırıp kalan eğimin üzerinden de aşağıya atladım. Artık yıkık dökük, basit ve ilkel evlerin arasında yürümüyordum. Çiftlik evlerin, iki katlı evlerin, geniş müstakil evlerin olduğu bir mahalleydi burası. Sokağın bir yanı hâla Veysiler’in sınırını çizen bayır tarafına bakıyorken bu yokuşun dibi artık başka bir dünya, başka bir bölgeydi. Yine de bu yokuş kısım da sık dizilen ağaçlar ve sazlıklarla çevriliydi, demek ki içeride her nasıl bir kabus yatıyorsa oraya sığmıyor, dehşetleriyle birlikte dış dünyaya da taşıp duruyordu.
Bir zamanlar pis görünümlü, yosun kaplı yeşil bir su kütlesinin ve onun içinde yüzen turuncu beyaz, ölü gözlerinden donuk bakışları görülebilen balıkların doldurduğu ama şu an çatlaklar ve kırıklar tarafından çevrelenen eski boş havuzun yanından geçtim. Küçükken ailemin işte olduğu zamanlarda dedem de ara sıra bana bakardı ve onunla sık sık bu havuzun yanına gelip küçük piknikler yapar, balıkları izler, neneme laf atardık. Havuz tam hendeğin yanına inşa edilmişti ve duvarlarından birisi de hendeğin içine doğru kırılıp patlamıştı. Artık dedem de, havuzdaki su da, balıklar da hepsi hiçliğe karışmıştı. Ailemizin diğer her kısmında olduğu gibi, geriye sessizlikten başka bir şey kalmamıştı.
Çiftliğin geri kalanı da aynı durumdaydı. Garaj denilen çinkodan üç duvar bir tavan tozla kaplıydı ama bomboştu. Avluyla tarlaları, bahçeyi ve ahırı ayıran eşikteki kümesler, yığıntılar, ağaçlar devrik durumdaydı. Yine bir hurdalık duruyordu ahıra doğru giden toprak yolda, havuzun hemen yanındaydı ve dibinden havuzdan başlayan küçük bir derecik geçiyordu, en azından eskiden öyleydi. Hayvanlar bahçeye ve hendeğin geri kalanına yayılmış durumdaydılar, demek ki hâla aileden birileri onları besliyordu, ki açıkgöz başka birisi onları kapmamıştı. Fakat her kim besliyorsa hayvanları çiftliğin geri kalanına hiç de iyi bir şekilde bakmamıştı. Kim olduğunu öğrenmek istemiş, meraklanmıştım ama çiftlik evine yönelttiğim o tek bakışta camlarda gördüğüm mutlak karanlık, beni hendeğe doğru yaptığım yürüyüşüme devam etmeye itti.
Hayvanlara çok yaklaşmak istemediğim için ahırın ve yakın kısmının çevresinden dolanmak istedim, bu da doğal olarak beni portakal ile limon ağaçlarının arasına götürdü. Sıradan bir günde kulağa çok daha güzel gelen bir cümleydi bu ama artık teker teker kurumakta olan ağaçların arasından geçecektim. Ne bu ağaçların arasına sığınan karanlık, ne de onların üstünden vuran ışık benim dostumdu. Bu kurumuş veya kurumakta olan gövdelerin arasına o uğursuz yaratık çok rahatça saklanabilirdi, ormanın herhangi bir noktasında pusuya yatmış olabilirdi. Köklerin siper olduğu nemli toprakta dolaşan böcekler de bu paranoyanın üzerine atılan baharat gibiydi.
Hendek dediğimiz bu dere yatağı bir zamanlar baraj sularını boşaltmak için kullanılıyordu. Bu her defa yaşandığında evlere ve tüm bu mahallelere sel vuruyor ve büyük yıkımlara yol açıyordu. Şu an gittiğimden bir önceki evimiz hemen bu hendeğin yanındaydı ve hendek boyunca bir sürü hurdanın, eşyanın, aracın ve çöp yığınlarının olduğunu hatırlıyordum. Dere yatağını dikeyce kesen bir otoyol çiftliğin güney sınırını çiziyordu ve o köprüde her defasında bir kaza yaşanırdı. Son yıllarda vuran ve bütün canlılığı öldüren kuraklıkla da birlikte bu hendek pek de iyi bir yer olarak anılmadı ve uğursuzluğuyla bilindi. Ağaçlar da toprağa sinen bu tekinsizliği kendilerine çekmişlerdi, aralarından geçmek de bana kalmıştı.
Aralarından geçtiğim ağaçların oynadığını görür gibi oldum ama aldırmadım. Sanki buna dikkat edersem yanılgım gerçeğe dönüşecekti ve peşimden kabuslar ve dehşetler ile gelen yaratığa bir de ben boyut katacak ve onu somut dünyada var edecektim. Kuru ağaçların arasında gizlenen, dolaşan, saklanan sırığımsı yaratığı aldırmadım, ormanları arkamda bırakınca sağ tarafımda kalan ahırda ve de çevresinde dolaşan hayvanların çığırılarını aldırmadım, onları da aşınca içinde dolaştığım ve artık geniş ve insan boyuna kadar uzamış otlarla kaplı tarlalarda yine o donuk, ölü gözlerin bana yönelttiği bakışları aldırmadım, bir kısmı suratsız ve bir kısmı art niyetle sırıtırken.
Hiçbirini aldırmadım ve adım adım evime doğru ilerledim. Hendeğin içinden çıkabileceğim zikzak çizen bir patika vardı ileride, ona ulaşacaktım ve yukarı tırmanacaktım. Kayalar ve eğimli toprak üzerinden de çıkabilirdim ama riskli olurdu. Aldığım riskleri ne kadar azaltırsam bu adadan kurtulma şansım da o kadar fazla olacaktı, tabii şehre döner dönmez yine huzur bulmayacaktım. Başka bir yere taşınıp, başka bir iş bulup, başka bir hayat kurup sonra aylarca, belki de yıllarca arkamdan başka bir tehlikenin gelmediğine emin olmam gerekecekti. Durup bekleyecektim, dikkat edecektim, aklımın ve bedenimin nöbetini tutacak, içeriye başka bir varlığın sızmasına, girmesine, bilincimi işgal etmesine karşı hazır olacaktım.
Zikzak biçimli yukarı kıvrımlı dik patikaya geldiğimde iyice gerilmiştim, bu varlıkların gerçekliğe bir kez daha ermelerine fırsat vermiyordum ama bir yandan da beni tedirgin eden bir durumdu bu. Her ne kadar onların hareketlerini yavaş yavaş öğreniyor olsam da ne zaman onlara karşı bir hamle yapsam her şey daha kötü oluyordu. Sadece yukarı çıksam yeterdi. Dizlerim acıya acıya, ciğerim zorlana zorlana patikayı çıkıyordum. Bastığım toprak her adım attığımda kalkıyordu, ayaklarım her an aşağıya kayacak gibi oluyordu. En sonunda bir alıç ağacına tutunduğumda eğimin bittiğini, hendeği geride bıraktığımı ve de sadece birkaç yüz metre ötede duran evimi gördüm. Bir an arkama dönüp geride bıraktıklarıma baktım, hendeğe, çiftliğe, bayıra, okula, Veysiler’e ve oradaki sessizlikte duran bütün evlere.
Bir taraftan hendek, bir taraftan tarlalarla çevrili bir mahalleydi. Bu ot bürümüş arazinin bir diğer kısmında mezarlık yatıyordu. Hendeğin kendisi bölgeyi koruyan veya içerideki mahkumların çıkmasını engelleyen bir hapis duvarı görevi görüyordu. Evler yıkık döküktü, en azından şehirdeki diğer mahallelerdekilerle karşılaştırılınca. Ağaçlar ve sazlıklar, tıpkı tarlaları götürmüş kocaman otlar gibi mahalleyi kaplamıştı ve o devasa varlıkların arasından hayal gücüm bana başka gözlerin, sırığımsı karartıların olduğunu gösteriyordu. Hepsinin üzerine de o uğursuz ay ışığı vuruyordu, melankoli ve çaresizlik aşılayan bir manzaraydı bu. Merağının bastırdığı birtakım aptallar için epey ilgi çekici bir görüntüydü, içeride bambaşka bilgiler varmış gibi davranıyordu.
Bu sefer arkamı son kez döndüm o mahalleye ve artık önüme baktım. Sol tarafımda uzakta çiftliğin oradakine benzeyen bir havuz vardı, bir rüzgar değirmeni tarafından destekleniyor, yer altından suyunu o şekilde çekiyordu. Gıcırdaması bu sessiz gecede bir hayvandan çıkıyormuşçasına yayılıyordu. Onun hemen yanından başlayıp ilerleyen birtakım seralar vardı, bunlar bir zamanlar Körmesler’e aitti ama uzun zamandır bakımı yapılmamış, hiçbir şekilde işlenmemişti. Zaten havuzun kendisini de bu ilgisizlik ve özensizlik yüzünden başka birisine kaybetmişlerdi. Seraların arasında duran küçük bir kulübe, çiftlik evinin ilk zamanlarını andırıyordu ve şu anda ikisi de aynı tekinsiz görünüme sahiplerdi, akıllı insanlar için bir uyarı niteliğinde.
Seralar ve bizim ev arasında ise geniş bir tarla vardı, burada da otlar iyice büyümüştü. Yer altı suları eskisi kadar temiz olmadığından artık kimse tarlalarıyla uğraşmıyor, başka yerlerde başka işler yapmak üzere taşınıyorlardı. Buraları ömürleri boyunca işleten ihtiyarlar ise bunu kesinlikle reddediyor ve hayatlarına zavallı koşullar içinde devam etmeyi sürdürüyorlardı. Veysiler’deki bütün her şeyin üstüne bu da eklenince bölgede hiç genç nüfus da kalmamıştı, tabii onların iş dışında bambaşka kaygıları vardı. O tarladan da yürüyebilirdim ama hiç risk almadan evime ulaşabilmek istiyordum. Bunca zamandır başıma dadanan bu belanın ısrarının ve inadının bitmeyeceğine emindim, tehlikeden uzaklaşmıştım ama dikkatli olmayı sürdürecektim.
Doğrudan ilerleyip ulaşabilirdim eve ama arada başka bir komşunun evi vardı. Döküntü bir yerdi ve içeride yaşayanlar pek hoş insanlar değillerdi. Veysiler’deki bir aşiretin mensubuydular, bu yüzden onlara hiç bulaşmak istemiyordum. Evin dibinden, garajın yanından çaktırmadan gitmeyi deneyebilirdim fakat yakalanırsam başıma açacağım işle uğraşmak istemiyordum. Pek bir şey olmazdı ama böyle bir tartışmayı hiç kaldıracak durumda değildim.
Ben de Sağ tarafımdaki toprak yoldan caddeye çıkmaya karar verdim. Cadde boyunca yukarıya, sınır boyuna doğru ilerleyecek, fabrikanın önüne gelince de sol taraftaki toprak yoldan içeri girip evime ulaşacaktım. Havanın durumu kötüleşiyordu, insanı boğacak bir hale geliyor, kirliliği artıyordu. Bakırada’da ve de özellikle Körfezkent’te bu sık yaşanılan bir durumdu.
Veysiler’dekileri andıran ve dallarını aşağıya doğru eğip oradan geçenlere uzanmaya çalışan kocaman bir ağacın altından geçip caddeye çıktım. Sağ tarafımda hendek kalıyordu ama ben sola döndüm ve oradan yokuş yukarı çıkmaya başladım. Bu şekilde dümdüz yürürsem eninde sonunda sınır kapısına ulaşacaktım ama ondan çok daha önce bitiyordu yolculuğum. Fabrikanın hemen yanına geldiğimde durdum ve bir süre gökyüzüne doğru uzanan o kocaman, geniş ve garip yapıya baktım. Çok brutalist bir görünümü vardı, eskiydi ve en üst kattaki sayısız kırık penceresinden bir sürü siyah kuş girip çıkardı, sesleri her daim cadde boyunca dalgalanırdı. Biz de bu yüzden oraya “Karga Fabrikası” derdik. Orası da bambaşka hikayeleri ve dehşetleri barındırıyor olmalıydı.
Böyle bir şeyi düşünmeme çok izin vermedim ve önüme dönüp toprak yoldan yürüdüm. İşte görüyordum onu artık, kaçmaya çalıştığım yeri, bunca zamandır en güvende hissedebildiğim sığınağı, evimi.
Aşağıdaki sokağa biraz daha yol vardı ve eğim işleri hiç kolaylaştırmıyordu ama buradan ayrılmam gerekiyordu ve bu yüzden hızlı adımlarla, yarı koşu halinde inişe geçtim. Arkama bakmıyordum, dikkatliydim ve yeniden hedefime odaklanmıştım. Okulun muazzam bir arka bahçesi olma niteliği taşıyan bu bayırın alt sınırları telden çitlerle çevrilmişti, kapısı ise zincirlenmişti ama tellerin arasında bir delik vardı. Bu kısmı geçtiğim zaman Veysiler’in en alt sınırını da atlatmış olacak ve Paşalar mahallesine girecektim. Doğal olarak bu tekinsiz bölge de oradan ayrılmamam için peşimden o garip insanımsı taklitlerini, avcılarını göndermişti.
Tellerin içinden geçerken o şekilleri var eden rüzgarın dokunuşunu üzerimde hissettim, elini bana uzatıp son anda kaçırmıştı. Yavaşça bedenimi tel çitten uzaklaştırıp kalan eğimin üzerinden de aşağıya atladım. Artık yıkık dökük, basit ve ilkel evlerin arasında yürümüyordum. Çiftlik evlerin, iki katlı evlerin, geniş müstakil evlerin olduğu bir mahalleydi burası. Sokağın bir yanı hâla Veysiler’in sınırını çizen bayır tarafına bakıyorken bu yokuşun dibi artık başka bir dünya, başka bir bölgeydi. Yine de bu yokuş kısım da sık dizilen ağaçlar ve sazlıklarla çevriliydi, demek ki içeride her nasıl bir kabus yatıyorsa oraya sığmıyor, dehşetleriyle birlikte dış dünyaya da taşıp duruyordu.
Bir zamanlar pis görünümlü, yosun kaplı yeşil bir su kütlesinin ve onun içinde yüzen turuncu beyaz, ölü gözlerinden donuk bakışları görülebilen balıkların doldurduğu ama şu an çatlaklar ve kırıklar tarafından çevrelenen eski boş havuzun yanından geçtim. Küçükken ailemin işte olduğu zamanlarda dedem de ara sıra bana bakardı ve onunla sık sık bu havuzun yanına gelip küçük piknikler yapar, balıkları izler, neneme laf atardık. Havuz tam hendeğin yanına inşa edilmişti ve duvarlarından birisi de hendeğin içine doğru kırılıp patlamıştı. Artık dedem de, havuzdaki su da, balıklar da hepsi hiçliğe karışmıştı. Ailemizin diğer her kısmında olduğu gibi, geriye sessizlikten başka bir şey kalmamıştı.
Çiftliğin geri kalanı da aynı durumdaydı. Garaj denilen çinkodan üç duvar bir tavan tozla kaplıydı ama bomboştu. Avluyla tarlaları, bahçeyi ve ahırı ayıran eşikteki kümesler, yığıntılar, ağaçlar devrik durumdaydı. Yine bir hurdalık duruyordu ahıra doğru giden toprak yolda, havuzun hemen yanındaydı ve dibinden havuzdan başlayan küçük bir derecik geçiyordu, en azından eskiden öyleydi. Hayvanlar bahçeye ve hendeğin geri kalanına yayılmış durumdaydılar, demek ki hâla aileden birileri onları besliyordu, ki açıkgöz başka birisi onları kapmamıştı. Fakat her kim besliyorsa hayvanları çiftliğin geri kalanına hiç de iyi bir şekilde bakmamıştı. Kim olduğunu öğrenmek istemiş, meraklanmıştım ama çiftlik evine yönelttiğim o tek bakışta camlarda gördüğüm mutlak karanlık, beni hendeğe doğru yaptığım yürüyüşüme devam etmeye itti.
Hayvanlara çok yaklaşmak istemediğim için ahırın ve yakın kısmının çevresinden dolanmak istedim, bu da doğal olarak beni portakal ile limon ağaçlarının arasına götürdü. Sıradan bir günde kulağa çok daha güzel gelen bir cümleydi bu ama artık teker teker kurumakta olan ağaçların arasından geçecektim. Ne bu ağaçların arasına sığınan karanlık, ne de onların üstünden vuran ışık benim dostumdu. Bu kurumuş veya kurumakta olan gövdelerin arasına o uğursuz yaratık çok rahatça saklanabilirdi, ormanın herhangi bir noktasında pusuya yatmış olabilirdi. Köklerin siper olduğu nemli toprakta dolaşan böcekler de bu paranoyanın üzerine atılan baharat gibiydi.
Hendek dediğimiz bu dere yatağı bir zamanlar baraj sularını boşaltmak için kullanılıyordu. Bu her defa yaşandığında evlere ve tüm bu mahallelere sel vuruyor ve büyük yıkımlara yol açıyordu. Şu an gittiğimden bir önceki evimiz hemen bu hendeğin yanındaydı ve hendek boyunca bir sürü hurdanın, eşyanın, aracın ve çöp yığınlarının olduğunu hatırlıyordum. Dere yatağını dikeyce kesen bir otoyol çiftliğin güney sınırını çiziyordu ve o köprüde her defasında bir kaza yaşanırdı. Son yıllarda vuran ve bütün canlılığı öldüren kuraklıkla da birlikte bu hendek pek de iyi bir yer olarak anılmadı ve uğursuzluğuyla bilindi. Ağaçlar da toprağa sinen bu tekinsizliği kendilerine çekmişlerdi, aralarından geçmek de bana kalmıştı.
Aralarından geçtiğim ağaçların oynadığını görür gibi oldum ama aldırmadım. Sanki buna dikkat edersem yanılgım gerçeğe dönüşecekti ve peşimden kabuslar ve dehşetler ile gelen yaratığa bir de ben boyut katacak ve onu somut dünyada var edecektim. Kuru ağaçların arasında gizlenen, dolaşan, saklanan sırığımsı yaratığı aldırmadım, ormanları arkamda bırakınca sağ tarafımda kalan ahırda ve de çevresinde dolaşan hayvanların çığırılarını aldırmadım, onları da aşınca içinde dolaştığım ve artık geniş ve insan boyuna kadar uzamış otlarla kaplı tarlalarda yine o donuk, ölü gözlerin bana yönelttiği bakışları aldırmadım, bir kısmı suratsız ve bir kısmı art niyetle sırıtırken.
Hiçbirini aldırmadım ve adım adım evime doğru ilerledim. Hendeğin içinden çıkabileceğim zikzak çizen bir patika vardı ileride, ona ulaşacaktım ve yukarı tırmanacaktım. Kayalar ve eğimli toprak üzerinden de çıkabilirdim ama riskli olurdu. Aldığım riskleri ne kadar azaltırsam bu adadan kurtulma şansım da o kadar fazla olacaktı, tabii şehre döner dönmez yine huzur bulmayacaktım. Başka bir yere taşınıp, başka bir iş bulup, başka bir hayat kurup sonra aylarca, belki de yıllarca arkamdan başka bir tehlikenin gelmediğine emin olmam gerekecekti. Durup bekleyecektim, dikkat edecektim, aklımın ve bedenimin nöbetini tutacak, içeriye başka bir varlığın sızmasına, girmesine, bilincimi işgal etmesine karşı hazır olacaktım.
Zikzak biçimli yukarı kıvrımlı dik patikaya geldiğimde iyice gerilmiştim, bu varlıkların gerçekliğe bir kez daha ermelerine fırsat vermiyordum ama bir yandan da beni tedirgin eden bir durumdu bu. Her ne kadar onların hareketlerini yavaş yavaş öğreniyor olsam da ne zaman onlara karşı bir hamle yapsam her şey daha kötü oluyordu. Sadece yukarı çıksam yeterdi. Dizlerim acıya acıya, ciğerim zorlana zorlana patikayı çıkıyordum. Bastığım toprak her adım attığımda kalkıyordu, ayaklarım her an aşağıya kayacak gibi oluyordu. En sonunda bir alıç ağacına tutunduğumda eğimin bittiğini, hendeği geride bıraktığımı ve de sadece birkaç yüz metre ötede duran evimi gördüm. Bir an arkama dönüp geride bıraktıklarıma baktım, hendeğe, çiftliğe, bayıra, okula, Veysiler’e ve oradaki sessizlikte duran bütün evlere.
Bir taraftan hendek, bir taraftan tarlalarla çevrili bir mahalleydi. Bu ot bürümüş arazinin bir diğer kısmında mezarlık yatıyordu. Hendeğin kendisi bölgeyi koruyan veya içerideki mahkumların çıkmasını engelleyen bir hapis duvarı görevi görüyordu. Evler yıkık döküktü, en azından şehirdeki diğer mahallelerdekilerle karşılaştırılınca. Ağaçlar ve sazlıklar, tıpkı tarlaları götürmüş kocaman otlar gibi mahalleyi kaplamıştı ve o devasa varlıkların arasından hayal gücüm bana başka gözlerin, sırığımsı karartıların olduğunu gösteriyordu. Hepsinin üzerine de o uğursuz ay ışığı vuruyordu, melankoli ve çaresizlik aşılayan bir manzaraydı bu. Merağının bastırdığı birtakım aptallar için epey ilgi çekici bir görüntüydü, içeride bambaşka bilgiler varmış gibi davranıyordu.
Bu sefer arkamı son kez döndüm o mahalleye ve artık önüme baktım. Sol tarafımda uzakta çiftliğin oradakine benzeyen bir havuz vardı, bir rüzgar değirmeni tarafından destekleniyor, yer altından suyunu o şekilde çekiyordu. Gıcırdaması bu sessiz gecede bir hayvandan çıkıyormuşçasına yayılıyordu. Onun hemen yanından başlayıp ilerleyen birtakım seralar vardı, bunlar bir zamanlar Körmesler’e aitti ama uzun zamandır bakımı yapılmamış, hiçbir şekilde işlenmemişti. Zaten havuzun kendisini de bu ilgisizlik ve özensizlik yüzünden başka birisine kaybetmişlerdi. Seraların arasında duran küçük bir kulübe, çiftlik evinin ilk zamanlarını andırıyordu ve şu anda ikisi de aynı tekinsiz görünüme sahiplerdi, akıllı insanlar için bir uyarı niteliğinde.
Seralar ve bizim ev arasında ise geniş bir tarla vardı, burada da otlar iyice büyümüştü. Yer altı suları eskisi kadar temiz olmadığından artık kimse tarlalarıyla uğraşmıyor, başka yerlerde başka işler yapmak üzere taşınıyorlardı. Buraları ömürleri boyunca işleten ihtiyarlar ise bunu kesinlikle reddediyor ve hayatlarına zavallı koşullar içinde devam etmeyi sürdürüyorlardı. Veysiler’deki bütün her şeyin üstüne bu da eklenince bölgede hiç genç nüfus da kalmamıştı, tabii onların iş dışında bambaşka kaygıları vardı. O tarladan da yürüyebilirdim ama hiç risk almadan evime ulaşabilmek istiyordum. Bunca zamandır başıma dadanan bu belanın ısrarının ve inadının bitmeyeceğine emindim, tehlikeden uzaklaşmıştım ama dikkatli olmayı sürdürecektim.
Doğrudan ilerleyip ulaşabilirdim eve ama arada başka bir komşunun evi vardı. Döküntü bir yerdi ve içeride yaşayanlar pek hoş insanlar değillerdi. Veysiler’deki bir aşiretin mensubuydular, bu yüzden onlara hiç bulaşmak istemiyordum. Evin dibinden, garajın yanından çaktırmadan gitmeyi deneyebilirdim fakat yakalanırsam başıma açacağım işle uğraşmak istemiyordum. Pek bir şey olmazdı ama böyle bir tartışmayı hiç kaldıracak durumda değildim.
Ben de Sağ tarafımdaki toprak yoldan caddeye çıkmaya karar verdim. Cadde boyunca yukarıya, sınır boyuna doğru ilerleyecek, fabrikanın önüne gelince de sol taraftaki toprak yoldan içeri girip evime ulaşacaktım. Havanın durumu kötüleşiyordu, insanı boğacak bir hale geliyor, kirliliği artıyordu. Bakırada’da ve de özellikle Körfezkent’te bu sık yaşanılan bir durumdu.
Veysiler’dekileri andıran ve dallarını aşağıya doğru eğip oradan geçenlere uzanmaya çalışan kocaman bir ağacın altından geçip caddeye çıktım. Sağ tarafımda hendek kalıyordu ama ben sola döndüm ve oradan yokuş yukarı çıkmaya başladım. Bu şekilde dümdüz yürürsem eninde sonunda sınır kapısına ulaşacaktım ama ondan çok daha önce bitiyordu yolculuğum. Fabrikanın hemen yanına geldiğimde durdum ve bir süre gökyüzüne doğru uzanan o kocaman, geniş ve garip yapıya baktım. Çok brutalist bir görünümü vardı, eskiydi ve en üst kattaki sayısız kırık penceresinden bir sürü siyah kuş girip çıkardı, sesleri her daim cadde boyunca dalgalanırdı. Biz de bu yüzden oraya “Karga Fabrikası” derdik. Orası da bambaşka hikayeleri ve dehşetleri barındırıyor olmalıydı.
Böyle bir şeyi düşünmeme çok izin vermedim ve önüme dönüp toprak yoldan yürüdüm. İşte görüyordum onu artık, kaçmaya çalıştığım yeri, bunca zamandır en güvende hissedebildiğim sığınağı, evimi.
Yorumlar
Yorum Gönder