Sırık Bölüm 13: Garaibe (Spooktober '24)
Dışarı çıkmak üzere kıyafetlerimi giyip hazırlanırken zihnim bilmediğim yerler arasında gidip geliyor, tanımakta zorlandığı ama bir türlü tanıdığından da emin olamadığı kişilikler arasında sekip duruyordu. Gözümde hiç geçmeyen bir yanma hissi vardı, uyumak üzere miydim yoksa uyanmıştım da bir türlü kendime mi gelememiştim hiçbir şekilde bunun ayrımına varamıyordum. Hafızam bulanık, düşüncelerim yavaştı. Ellerim hareket ederken titriyordu, bir üşüyor, bir yanıyordum. Sanki orada bir deniz feneri varmış da her üzerime ışığını vurduğunda beni kavuruyormuş ama ışık hareket ettiğinde ve karanlıkta kaldığımda da soğuktan donuyormuşum gibi. Deniz fenerinin ışığı ısrarla üzerime vurmaya devam ediyordu, ne kadar uzaklaşırsam uzaklaşayım veya dibine ne kadar girersem gireyim, onun çağrısından kaçamıyordum. Işık üzerime her vurduğunda o çağrı biraz daha güçleniyor ve durmaksızın sürdürdüğüm kaçışımda giderek zorlanıyordum. Biliyordum ki o ışık…
Giysilerimi giyerken tüm bu durumun ne kadar saçma olduğunu düşündüm. Kralı eğlendirmeye giden soytarılar gibiydim, gösteriden önce makyajını yapan, kostümünü giyen bir palyaçoydum. Başka insanların keyfi dayatmaları yüzünden onların beğenileri ve beklentilerine göre geçirmem gerekiyordu giysilerimi. Ona göre bir kostümü kabullenmem gerekiyordu. Her şey çok yapaydı, yanlıştı. Tüm bu durumun ne kadar saçma olduğunu düşündükçe nefesim daralıyor ve beynimdeki kaşıntı omzuma, göğsüme, boynuma, kollarıma yayılıyordu. Dişlerim ve dudaklarım titriyor, gözüm yanıyor, kollarım ve bacaklarım titriyordu. Bir elimle gömleğimin, bir elimle ceketimin yakalarından tutup bu kostümü parçalamak ve bu maskeli balodan kurtulmak istiyordum.
Ama bu bir maskeli balo değildi, bir kutlama değildi, bir geçit, parti, toplantı değildi, bir cenazeydi. Birisi ölmüştü, çevremizdeki yakın birisi ölmüştü. Evet birileri ölmüştü ve onun cenazesine gidiyorduk. Bir ölüm ve bir cenaze. Doğru muydu? Yanlış geliyordu. Cenazeydi evet ama yanlıştı. Tüm bu durum son derece yanlıştı. Bir şeyler eksikti, tüm bunlar yapaydı. İçinde bulunduğum gerçekliğin sanallığını düşündükçe üzerimdeki kıyafetleri daha şiddetli bir şekilde yırtasım geliyordu. Bu kafa karışıklığına, bu bilinmeyene karşı isyan etmek istiyordum ama bunu yapabilmemin hiçbir yolu yoktu, bütün çabalar boşunaydı çünkü ne yaparsam yapayım hiçbir şeyin değişmeyeceğinin çok açık bir şekilde farkındaydım. Ben de hazırlığımı çaresizlik içinde zihnimin kavrayamadığı bu duruma karşı teslim olup bitirdim ve dışarı çıktım.
Cenazenin olacağı yer…
Garaibe’deydi. Adanın bir ucundaki bir çıkıntının ta sonuna doğru konumlanan dışarıya kapalı bir köydü ve özel araçla bir saat yol gitmemiz gerekiyordu. Kuzenimin babasının hurdaları kullanarak işler hale getirdiği eski bir arabayla gidecektik. Aylar sürmüştü bu arabayı işler hale getirebilmesi ama yeni araba almak için de yıllarca çalışması gerekecekti. Her hizmet ve ürünün dışarıdan geldiği ve iç piyasada hiçbir şeyin üretilmediği bu adada yeni bir araç almaktansa adamın kendi arabasını inşa etmesi çok mantıklıydı ama yine tutarlı gelmiyordu. Oraya o araçla mı gitmiştik? O araç beni neden geriyordu?
Garabie’ye giden yol, adanın güney doğusuna bakan sahil boyunca dizilmişti. Ben de yolculuk süresince kuzey kıyısına sur gibi çekilen dağları ve onlarla yolun arasını kuzey doğu ile güney batı yönü yönünde uzanırcasına kaplayan sonu gelmez tarlaları izleyip zihnimi sakinleştirmek, uyuşturmak istiyordum. Kuzeyimizde kalan bu manzarayı izledikçe, dağların uzaktan dikilerek biz zavallı insanlara kibirli ve dalga geçercesine yukarıdan baktığını hissettim. Rahatsız olup gözlerimi tarlalara çevirince de o engin düzlüklerde her an üzerimize atlayacakmış gibi duran garip insanımsı sürülerinin olduğunu hayal ediyordum. Zihnim ve paranoyam hâla beni zorluyor, bana işkence çektirmekte ısrar ediyordu. Ben de bu sefer güneyimizde kalan sahil şeridini ve onun ardında uzanan mavi, berrak denizi izlemeye karar verdim fakat bu sefer de doğudan üzerimize vuran güneş, her nedense ruhumu tırmalamaya başladı. Bir kaygı güneş ışıklarına maruz kaldıkça içimi karıştırıyor ve kafamda bin bir türlü olmadık düşünce doğuruyordu. Sanki bilmem kaç milyon kilometre ötede duran bu kozmik varlığın içinden tuhaf ve berbat şeyler çıkacak, ışınların üzerinden ne olduğu bilinmez biçimleriyle üstümüze hücum edecekti. Ben transa girmiş bir şekilde güneşe bakarken nefesim daraldı, ciğerim işlememeye başladı, kalp atışlarım hızlandı ve ruhumu müthiş bir güç sonuna kadar sıkıştırdı. Gözlerimden yaşlar süzüldüğünü anladığım an dışarıya bakmayı kestim. En iyisi gözlerimi kapatıp uyumak diye düşünsem de onu da yapamadım ve köye giden yol boyunca aracın içindeki rastgele köşelere bakıp durdum.
Yol devam ettikçe ve içimdeki huzursuzluk büyüdükçe beni sıcak basmaya başladı. Vücudum ısındıkça nefes almam zorlaştı, nefes almam zorlaştıkça vücudum iyice ısındı. Terlerim alnımdan aşağıya doğru düzülüyor ve bir türlü kapatamadığım gözlerime karışıyor, gözlerim de bu süreçte yanmaya devam ediyordu. Aracın içinde de sıcaklık artıyordu. O huzursuzlukla dokunduğum camlar, tavan ve metalik aksamlar iyice ısınmıştı, hareket eden bir fırının içinde yanıyorduk ama içerideki herkes her şey çok doğalmış gibi davranıyordu. Bir noktada o camlara ve kapılara birilerinini bir balyozla vurduğunu ve aracı parçalamaya çalıştığını görüp duyuyor, ama hiçbir şey diyemiyordum. Aynı anda içerideki görünmeyen alevler de cayır cayır yanıyor ve bana dokundukça beni de bu fırının içinde kavuruyordu. İçeride ölecektim, buna inanmıştım ve ne benimle birlikte ölecek insanların ne de dışarıdaki bir başkasının umrunda olmayacaktı bu durum. Öleceğime inanmıştım, ta ki o adamı görene kadar.
Garaibe’ye giden sapağa varınca kavşağın başında bir yabancı durduğunu gördüm. Uzun ve dar bir yüzü, geniş bir çenesi, çıkık bir burnu, eski zamanları anımsatırcasına ortadan yanlara taranmış saçları, daha da eski zamanlardan kalma yıpranmış bir takım elbisesi, çatık kaşlarıy ve iri gözleriyle keskin bir bakışı, üzerine gölge düşmüş ama ciddi ve bozulmaz bir yüz ifadesi, açılmasını istemeyeceğim, açıldığında en kötü kabusları anlatacağını düşündüğüm küçük bir ağız ile dar dudakları ve de çok tekinsiz hisler uyandıran garip bir aşinalığı vardı. Araba Garaibe tarafına doğru döndüğü süre boyunca bizi izledi, beni izledi. Araç köy yolunda ilerleyip onu geride bırakırken ben de arkamı dönüp ona baktım, biz uzaklaştıkça o küçük bir nokta haline gelip hiçliğe karışana kadar.
Köye yaklaştıkça çevremiz de değişti. Dağları ve tarlaları geride bırakıyorduk ve de çevreleyen arazi giderek taşlarla ve kayalarla kaplanıyordu. Bunların pek çoğu öyle veya böyle sebeplerden dolayı, kırılmış, çatlamış, parçalanmıştı. Yeryüzünün kendisi de düzlük olan doğasını geride bırakmıştı. Yarıklardan, beklenmedik kadar sivri ve keskin tepelerden, birden varolagelen uçurumlardan ve de boş toprakları tek tük süsleyen harap, yıkık ve de içimi kötü duygularla dolduran harabelerden oluşuyordu.
Köyün kendisine varınca etrafa saçılan yapıların bu harabelerden çok da bir farkı olmadığını gördüm. Özensizce inşa edilmiş, basit ve de herhangi bir mimari anlayışına isyan edercesine ilkel yapılardı. Onların önünde toplaşmış insanlar biz oradan geçerken gözlerini bu tarafa çeviriyorlar ve dik dik bakmaya devam ediyorlardı. Yollar bakımsızdı, bir kısmı uçurumların yanından geçip ortadan ikiye ayrılmış bir vaziyette duruyorlardı. Öyle ki yolların tam ortasından geçen ince yarıkları görebiliyor ve uçurumun dibinde duran şeritlerin eğimini fark edebiliyorduk. Oradan geçen arabalar için bu yolculuklar dehşet verici sınavlara dönüşüyor olmalıydılar ve cenazeden sonra biz de aynı berbat sınavlardan geçmek zorunda kalacaktık.
Duvarlarını otların ve sarmaşıkların kapladığı neredeyse harap olarak tanımlanacak evlerin iki yanına dizildiği, artık asfalt denemeyecek kadar bakımsız kalmış dar bir yol üzerinde ilerleyip en sonunda büyük, yeşil bir kapısı olan büyük bir evin karşısındaki bir bahçe kapısından içeri girdik ve arabayı durdurduk. Derin bir nefes alarak, sanki tüm bu yolculuk sırasında hiç nefes almamışım, onca süre boyunca soluğumu tutmuşum gibi, aslında bir saat süren ama benim için saatlerce sürmüş gibi duran bu yolculuk boyunca soluğumu tutmuşum gibi, derin bir nefes alarak kendimi aracın dışına fırlattım. Kendime geldiğimde o tekinsiz güneş hâla üstüme vuruyordu ama rahatlamıştım. Yanmıyordum, boğulmuyordum, midem bulanmıyor, zihnim puslanmıyordu. Kendimdeydim ama bu da bir tuzaktı, tuzak olmalıydı. Nefes almama izin verecekler miydi? Peşimden gelen bu güç artık her neyse, bize dik dik bakan, bana oyunlar oynayan bu insanlar her kimselerse bana izin verecekler miydi?
Durduğumuz yerin hemen yanında geniş kapılı eski gösterişsiz bir yapı vardı. İçine bir traktör ve bir römork park edilmişti, onlar da balyalar, yem ve gübre çuvalları, çiftlik aletleri tarafından çevrelenmişlerdi.
Bu yapının tam karşısında, aracı park ettiğimiz yapının tam solunda ise bu sefer geniş bir bahçe vardı. Ev ahalisi ne tüketiyorsa nasıl besleniyorsa onları burada yetiştiriyordu. Bu bahçenin öte tarafında ise bir ahır yer alıyordu, tavuklar ve koyunlar burada tutuluyor, sesleri o taraftan geliyordu. Aracın tam önünde evin kendisi yer alıyordu. Ön kısmı geniş pencerelerle çevriliydi, sanki bütün duvar camdan inşa edilmişti. Araçtan eşyalarımızı indirip bu kısımdan içeriye girdik, elimizi yüzümüzü garip görünümlü herhangi bir sanat anlayışına tamamen yabancı mermerlerden yapılmış musluklarda ve eski hamamları andıran yapılarda yıkayıp kendimize geldikten sonra dinlenmeye geçtik, artık her ne kadar dinlenebileceksem.
İyice geç kalınmış akşam yemeği yendikten ve de üzerine çaylar içildikten sonra herkes yataklar serildi, herkes odalara ayrıldı ve de müthiş bir soğuk çöktü birden evin tamamına. Duvarlardan, zeminden ve de içeri giren havadan ilerliyordu soğuk, tenime yayılıyor ve kemiklerime doğru işliyordu. Kollarımla vücudumu sarıp biraz olsun ısınmaya çabalarken dışarıdan gelen seslerle birlikte zihnim yeniden kendi içine çöktü ve düşüncelerim kontrolsüzce birbirine karışarak tekrarlanmaya, hiçbir şekilde doğal olmayan bir ritimle dans etmeye başladı. Dans, ritim çok tanıdık geliyordu ve büyük bir rahatsızlık duyuyor, her saniye iyice geriliyordum.
Bir kabustan bir diğerine…
Bir kabustan bir diğerine…
Bir kabus…
Seslerin geldiği yöne baktığımda başka bir yüz gördüm. Otların arasından bana bakan bir kızdı bu, dışarıdaki karanlığın içinde sönük silüetiyle duruyor ve içeriye, bana bakıyordu.
Bir kabustan bir cenazeye…
Bir kabustan bir diğerine…
Giysilerimi giyerken tüm bu durumun ne kadar saçma olduğunu düşündüm. Kralı eğlendirmeye giden soytarılar gibiydim, gösteriden önce makyajını yapan, kostümünü giyen bir palyaçoydum. Başka insanların keyfi dayatmaları yüzünden onların beğenileri ve beklentilerine göre geçirmem gerekiyordu giysilerimi. Ona göre bir kostümü kabullenmem gerekiyordu. Her şey çok yapaydı, yanlıştı. Tüm bu durumun ne kadar saçma olduğunu düşündükçe nefesim daralıyor ve beynimdeki kaşıntı omzuma, göğsüme, boynuma, kollarıma yayılıyordu. Dişlerim ve dudaklarım titriyor, gözüm yanıyor, kollarım ve bacaklarım titriyordu. Bir elimle gömleğimin, bir elimle ceketimin yakalarından tutup bu kostümü parçalamak ve bu maskeli balodan kurtulmak istiyordum.
Ama bu bir maskeli balo değildi, bir kutlama değildi, bir geçit, parti, toplantı değildi, bir cenazeydi. Birisi ölmüştü, çevremizdeki yakın birisi ölmüştü. Evet birileri ölmüştü ve onun cenazesine gidiyorduk. Bir ölüm ve bir cenaze. Doğru muydu? Yanlış geliyordu. Cenazeydi evet ama yanlıştı. Tüm bu durum son derece yanlıştı. Bir şeyler eksikti, tüm bunlar yapaydı. İçinde bulunduğum gerçekliğin sanallığını düşündükçe üzerimdeki kıyafetleri daha şiddetli bir şekilde yırtasım geliyordu. Bu kafa karışıklığına, bu bilinmeyene karşı isyan etmek istiyordum ama bunu yapabilmemin hiçbir yolu yoktu, bütün çabalar boşunaydı çünkü ne yaparsam yapayım hiçbir şeyin değişmeyeceğinin çok açık bir şekilde farkındaydım. Ben de hazırlığımı çaresizlik içinde zihnimin kavrayamadığı bu duruma karşı teslim olup bitirdim ve dışarı çıktım.
Cenazenin olacağı yer…
Garaibe’deydi. Adanın bir ucundaki bir çıkıntının ta sonuna doğru konumlanan dışarıya kapalı bir köydü ve özel araçla bir saat yol gitmemiz gerekiyordu. Kuzenimin babasının hurdaları kullanarak işler hale getirdiği eski bir arabayla gidecektik. Aylar sürmüştü bu arabayı işler hale getirebilmesi ama yeni araba almak için de yıllarca çalışması gerekecekti. Her hizmet ve ürünün dışarıdan geldiği ve iç piyasada hiçbir şeyin üretilmediği bu adada yeni bir araç almaktansa adamın kendi arabasını inşa etmesi çok mantıklıydı ama yine tutarlı gelmiyordu. Oraya o araçla mı gitmiştik? O araç beni neden geriyordu?
Garabie’ye giden yol, adanın güney doğusuna bakan sahil boyunca dizilmişti. Ben de yolculuk süresince kuzey kıyısına sur gibi çekilen dağları ve onlarla yolun arasını kuzey doğu ile güney batı yönü yönünde uzanırcasına kaplayan sonu gelmez tarlaları izleyip zihnimi sakinleştirmek, uyuşturmak istiyordum. Kuzeyimizde kalan bu manzarayı izledikçe, dağların uzaktan dikilerek biz zavallı insanlara kibirli ve dalga geçercesine yukarıdan baktığını hissettim. Rahatsız olup gözlerimi tarlalara çevirince de o engin düzlüklerde her an üzerimize atlayacakmış gibi duran garip insanımsı sürülerinin olduğunu hayal ediyordum. Zihnim ve paranoyam hâla beni zorluyor, bana işkence çektirmekte ısrar ediyordu. Ben de bu sefer güneyimizde kalan sahil şeridini ve onun ardında uzanan mavi, berrak denizi izlemeye karar verdim fakat bu sefer de doğudan üzerimize vuran güneş, her nedense ruhumu tırmalamaya başladı. Bir kaygı güneş ışıklarına maruz kaldıkça içimi karıştırıyor ve kafamda bin bir türlü olmadık düşünce doğuruyordu. Sanki bilmem kaç milyon kilometre ötede duran bu kozmik varlığın içinden tuhaf ve berbat şeyler çıkacak, ışınların üzerinden ne olduğu bilinmez biçimleriyle üstümüze hücum edecekti. Ben transa girmiş bir şekilde güneşe bakarken nefesim daraldı, ciğerim işlememeye başladı, kalp atışlarım hızlandı ve ruhumu müthiş bir güç sonuna kadar sıkıştırdı. Gözlerimden yaşlar süzüldüğünü anladığım an dışarıya bakmayı kestim. En iyisi gözlerimi kapatıp uyumak diye düşünsem de onu da yapamadım ve köye giden yol boyunca aracın içindeki rastgele köşelere bakıp durdum.
Yol devam ettikçe ve içimdeki huzursuzluk büyüdükçe beni sıcak basmaya başladı. Vücudum ısındıkça nefes almam zorlaştı, nefes almam zorlaştıkça vücudum iyice ısındı. Terlerim alnımdan aşağıya doğru düzülüyor ve bir türlü kapatamadığım gözlerime karışıyor, gözlerim de bu süreçte yanmaya devam ediyordu. Aracın içinde de sıcaklık artıyordu. O huzursuzlukla dokunduğum camlar, tavan ve metalik aksamlar iyice ısınmıştı, hareket eden bir fırının içinde yanıyorduk ama içerideki herkes her şey çok doğalmış gibi davranıyordu. Bir noktada o camlara ve kapılara birilerinini bir balyozla vurduğunu ve aracı parçalamaya çalıştığını görüp duyuyor, ama hiçbir şey diyemiyordum. Aynı anda içerideki görünmeyen alevler de cayır cayır yanıyor ve bana dokundukça beni de bu fırının içinde kavuruyordu. İçeride ölecektim, buna inanmıştım ve ne benimle birlikte ölecek insanların ne de dışarıdaki bir başkasının umrunda olmayacaktı bu durum. Öleceğime inanmıştım, ta ki o adamı görene kadar.
Garaibe’ye giden sapağa varınca kavşağın başında bir yabancı durduğunu gördüm. Uzun ve dar bir yüzü, geniş bir çenesi, çıkık bir burnu, eski zamanları anımsatırcasına ortadan yanlara taranmış saçları, daha da eski zamanlardan kalma yıpranmış bir takım elbisesi, çatık kaşlarıy ve iri gözleriyle keskin bir bakışı, üzerine gölge düşmüş ama ciddi ve bozulmaz bir yüz ifadesi, açılmasını istemeyeceğim, açıldığında en kötü kabusları anlatacağını düşündüğüm küçük bir ağız ile dar dudakları ve de çok tekinsiz hisler uyandıran garip bir aşinalığı vardı. Araba Garaibe tarafına doğru döndüğü süre boyunca bizi izledi, beni izledi. Araç köy yolunda ilerleyip onu geride bırakırken ben de arkamı dönüp ona baktım, biz uzaklaştıkça o küçük bir nokta haline gelip hiçliğe karışana kadar.
Köye yaklaştıkça çevremiz de değişti. Dağları ve tarlaları geride bırakıyorduk ve de çevreleyen arazi giderek taşlarla ve kayalarla kaplanıyordu. Bunların pek çoğu öyle veya böyle sebeplerden dolayı, kırılmış, çatlamış, parçalanmıştı. Yeryüzünün kendisi de düzlük olan doğasını geride bırakmıştı. Yarıklardan, beklenmedik kadar sivri ve keskin tepelerden, birden varolagelen uçurumlardan ve de boş toprakları tek tük süsleyen harap, yıkık ve de içimi kötü duygularla dolduran harabelerden oluşuyordu.
Köyün kendisine varınca etrafa saçılan yapıların bu harabelerden çok da bir farkı olmadığını gördüm. Özensizce inşa edilmiş, basit ve de herhangi bir mimari anlayışına isyan edercesine ilkel yapılardı. Onların önünde toplaşmış insanlar biz oradan geçerken gözlerini bu tarafa çeviriyorlar ve dik dik bakmaya devam ediyorlardı. Yollar bakımsızdı, bir kısmı uçurumların yanından geçip ortadan ikiye ayrılmış bir vaziyette duruyorlardı. Öyle ki yolların tam ortasından geçen ince yarıkları görebiliyor ve uçurumun dibinde duran şeritlerin eğimini fark edebiliyorduk. Oradan geçen arabalar için bu yolculuklar dehşet verici sınavlara dönüşüyor olmalıydılar ve cenazeden sonra biz de aynı berbat sınavlardan geçmek zorunda kalacaktık.
Duvarlarını otların ve sarmaşıkların kapladığı neredeyse harap olarak tanımlanacak evlerin iki yanına dizildiği, artık asfalt denemeyecek kadar bakımsız kalmış dar bir yol üzerinde ilerleyip en sonunda büyük, yeşil bir kapısı olan büyük bir evin karşısındaki bir bahçe kapısından içeri girdik ve arabayı durdurduk. Derin bir nefes alarak, sanki tüm bu yolculuk sırasında hiç nefes almamışım, onca süre boyunca soluğumu tutmuşum gibi, aslında bir saat süren ama benim için saatlerce sürmüş gibi duran bu yolculuk boyunca soluğumu tutmuşum gibi, derin bir nefes alarak kendimi aracın dışına fırlattım. Kendime geldiğimde o tekinsiz güneş hâla üstüme vuruyordu ama rahatlamıştım. Yanmıyordum, boğulmuyordum, midem bulanmıyor, zihnim puslanmıyordu. Kendimdeydim ama bu da bir tuzaktı, tuzak olmalıydı. Nefes almama izin verecekler miydi? Peşimden gelen bu güç artık her neyse, bize dik dik bakan, bana oyunlar oynayan bu insanlar her kimselerse bana izin verecekler miydi?
Durduğumuz yerin hemen yanında geniş kapılı eski gösterişsiz bir yapı vardı. İçine bir traktör ve bir römork park edilmişti, onlar da balyalar, yem ve gübre çuvalları, çiftlik aletleri tarafından çevrelenmişlerdi.
Bu yapının tam karşısında, aracı park ettiğimiz yapının tam solunda ise bu sefer geniş bir bahçe vardı. Ev ahalisi ne tüketiyorsa nasıl besleniyorsa onları burada yetiştiriyordu. Bu bahçenin öte tarafında ise bir ahır yer alıyordu, tavuklar ve koyunlar burada tutuluyor, sesleri o taraftan geliyordu. Aracın tam önünde evin kendisi yer alıyordu. Ön kısmı geniş pencerelerle çevriliydi, sanki bütün duvar camdan inşa edilmişti. Araçtan eşyalarımızı indirip bu kısımdan içeriye girdik, elimizi yüzümüzü garip görünümlü herhangi bir sanat anlayışına tamamen yabancı mermerlerden yapılmış musluklarda ve eski hamamları andıran yapılarda yıkayıp kendimize geldikten sonra dinlenmeye geçtik, artık her ne kadar dinlenebileceksem.
İyice geç kalınmış akşam yemeği yendikten ve de üzerine çaylar içildikten sonra herkes yataklar serildi, herkes odalara ayrıldı ve de müthiş bir soğuk çöktü birden evin tamamına. Duvarlardan, zeminden ve de içeri giren havadan ilerliyordu soğuk, tenime yayılıyor ve kemiklerime doğru işliyordu. Kollarımla vücudumu sarıp biraz olsun ısınmaya çabalarken dışarıdan gelen seslerle birlikte zihnim yeniden kendi içine çöktü ve düşüncelerim kontrolsüzce birbirine karışarak tekrarlanmaya, hiçbir şekilde doğal olmayan bir ritimle dans etmeye başladı. Dans, ritim çok tanıdık geliyordu ve büyük bir rahatsızlık duyuyor, her saniye iyice geriliyordum.
Bir kabustan bir diğerine…
Bir kabustan bir diğerine…
Bir kabus…
Seslerin geldiği yöne baktığımda başka bir yüz gördüm. Otların arasından bana bakan bir kızdı bu, dışarıdaki karanlığın içinde sönük silüetiyle duruyor ve içeriye, bana bakıyordu.
Bir kabustan bir cenazeye…
Bir kabustan bir diğerine…
Yorumlar
Yorum Gönder