Sırık Bölüm 10: Düşkırımı (Spooktober '24)
Ormanların ve otların arasından bacaklarımda güç kalmayana kadar, zihnimde pes etme noktamı zorlayıncaya kadar koştum, kaçtım, uzaklaştım. Buraya nasıl geldiğimi ve peşimden beni neyin kovaladığını da hatırlamıyordum. Gökyüzünde kavurucu bir güneş vardı, ışıkları her daim üzerime düşüyordu ve bundan nefret ediyordum. Güneşin kendisinin bile bir art niyeti vardı ama aynı zamanda bunun aynı güneş olmadığına da ikna olmuştum. Sanki bambaşka bir varlıktı ve bir açlıkla, saldırganlıkla beni kovalıyordu. Gölgelerde saklanıyordum, loş yerlerde ne fazla bir ışığın ne de fazla bir karanlığın peşimden gelebileceği yerlerde. Taşların, kayaların altında sürünüyor, ağaç gölgelerin arkasında siper alıyordum ama ormanlara girmemeye özen gösteriyordum. Toprağa fazla yakın hareket edersem bu sefer böceklerin ortaya çıkabileceğinden şüpheleniyordum ama sanki burada böcekler yoktu, sanki burada o böceklerin bambaşka biçimleri vardı, hiç görmek, bilmek istemeyeceğim biçimlerdi bunlar. Zaman zaman otluk alanlardan ve ormanlardan iyice uzaklaştığımda küçük yerleşimlere geliyordum ama buraları da hep döküntü yerlerdi, Veysiler’i, Yenikent’in dış kısımlarını veya Boğazkent’teki Kargatepe’yi çağrıştıran yerlerdi. Döküntü evlerin ve harabelerin içindeki karanlıktan beni izleyen gözlerin olduğunu düşünüyor, bu kuruntularla o yerlerden de uzak durup yeniden ıssızlıklara dönüyor ve o aidiyetsiz tuhaf güneşin mutlak merhametsizliğine, açlığına kalıyordum.
Bazen yemyeşil örtülerle, dalları ve tepeleri bir battaniyeyi örmüşçesine sıkı ormanlık alanlarla dolu dağlık bölgelerde oluyor, o sırtlardan, tepelerden ve çukurlardan oluşan labirentin içinde yolumu bulmaya çalışıyordum. Bu ağaçlar o kadar sıktı ki tepelerinden güneş ışığının girmesine izin vermiyorlardı ama bu sefer de kapkaranlık ağaçlık yokuşlarda kalıyor ve yolumu görmekte zorlanıyordum. O örtülerin altında garip yırtıcılar ve insanımsı biçimler saklanıyordu, ağaç gövdelerinin arasında yine beni izleyen gözler vardı, ardına kadar açılmış gözler.
Ara sıra bu labirentin içinde, dağ sırtlarının ve ormanlık bölgelerin arasında kendi yolunu açmış akarsular veya dere yatakları bulup onları takip ediyordum ama bu sefer de açıklıkta, açıkta olduğumu düşünüyordum. Herkes ve herşey beni görebiliyor, izleyebiliyor, takip edebiliyor ve onların hükmündeki yerlere girer girmez bana saldırmaya hazır halde pusuda bekliyordu. Bu dere yataklarının ve akarsuların nerede bittiğini bilmeksizin açıklıkları takip ediyordum, varış noktam nedir, kurtuluşum nerededir hiçbir fikrim olmuyordu. Bu yerlerde bazen güneş yine tepemden vuruyor, ışınlarını bana yöneltmiş bir şekilde bekliyor, belki de ben onun altında kaldıkça beni tüketiyor, beni tükettikçe düş dünyamda daha derin çukurlar açıp beni hiçliğin daha iç kısımlarında kapana kıstırmaya çalışıyordu.
Bu açık yolları, dere yataklarını ve akarsuları takip edince bir göle geldiğimi hatırlıyorum. Tepeler, ağaçlıklar ve sazlıklarla çevrili ayna gibi bir göldü. Çevresini dolaşabiliyordum, kıyısı sığ kısımlkardan oluşsa da derinliklerinden yüzey dünyasını yansıtıyor, kendimi görmemi sağlıyordu. Çevresinde bir otel olduğunu, otelin bir iskeleye indiğini anımsıyorum. Çevreyi saran ve otelden geçen patika başka bir gezegenden getirilmişçesine kızıl taşlarla ve toprakla bezeliydi. O iskeleye indiğimde ve göl yüzeyindeki görüntüleri gördüğümde öyle bir hale girmiştim ki suyun içine düşmek üzereydim. Beni arkamdan, yakamdan tutan bir elin yardımıyla iskelede kalmayı başarabilmiştim ama tanıdık bir histi bu. Daha önce bana yine destek veren, desteği kuşku dolu bir ruh haliyle söylüyorum, geçmişten yankılanan bir eldi.
Su yüzeyinde önce gölgeleri, insanımsı biçimleri gördüm ama bunlar o sırığımsı karartıya ait değillerdi. Mağdur duruyorlardı, sanki suyun altında hapsolmuş gibi ama hepsi artık bir bütünü oluşturuyorlardı, gölün yüzeyinden yardım istercesine bana ellerini uzatıp ya oradan onları kurtarmamı istiyorlar, ya da beni tuzağa düşürüp onlardan biri olmamı niyetlenmişlerdi. Göl yüzeyindeki yansıma birden engin bir boğaza, uzun bir su yoluna dönüştü ve bu yolun üzerinde bir vapur göründü. Vapurun üstünde daha fazla figür dolanıyordu, hepsi de panik halindeydi, kaçmaya çalışıyorlardı. İşte o figürleri takip ederken bir tanesi suyun içine atlayınca ben de az kalsın gölün içine düşecektim.
O düşüş anında ancak fark edebildim, göl yüzeyindeki kendi yansımamı. Gözlerimin pörtlediği, sonuk ve dönük bir şekilde kendime baktığım yansımamı. Yukarıdan vuran güneş ışığı ben iskelede dururken bu sefer tepeden vuruyordu, suyun içinde en dipten, dipsiz derinliğin ta en altından. O ışığın önünde ben duruyordum, benim arkamda, uzaktan dururmuş gibi görünen ama o çarpık biçimiyle ışıkla arama giren o sırığımsı karartıyı görüyordum. Onun etrafında, yine suyun içinde pek çok diğer gölge vardı, gözleri ardına kadar açık bir şekilde bana bakan insanlar, hepsi suyun içinde kapana kısılmış durumdaydı ve bu olayın doğasına yenip düşüp biçim değiştirmişler, bambaşka varlıklar haline gelmişlerdi.
O yabancı elin yordamıyla kendimi yeniden dik bir vaziyette sudan uzakta bulduğumda ise yeniden güneşe bakıyordum. Bana yönelttiği açlık ve saldırganlık dolu ışınlar altında tükenmiştim, kendimi kaybetmiştim. Kaçmalıydım.
Yine harabe yerleşimlere rastladığımda bazılarının terk edilmemiş olduğunu, içlerinde hâla insanların gezdiğini keşfettim ama bunların yaşayan veya ölen insanlar olmadığını öğrenmem de pek uzun sürmedi. Gözleri ölü gibi bakıyordu, çürüyorlardı ve ses çıkarmayı da bilmiyor, nefes vererek konuşmak yerine nefes almaya çalışarak çığırıyorlardı. Çok nadiren tek tük yaşayan insanlarla karşılaşıyor olsam da onlar da gördükleri her şeyden uzaklaşmaya çalışıyor, kendi huzurlarını, en azından huzursuzluktan en uzak oldukları anı yalnızlıkta, hiçlikte buluyorlardı. Neden böyle davrandıklarını da bir tanesini gözlemlerken anladım. Boğazkent’te beni takip eden, günlük yaşamıma musallat olan bulantı figürler burada da dolanıyorlar ve yaşayan insanların peşine düşüyorlardı. Tek gereken bir dokunuştu, o dokunuşla kurbanlarını anında felç ediyorlar ve de takip eden saniyelerde bu insanları soluksuz bırakıyorlardı. Soluksuz kalıp hareketsiz bir şekilde yere yığılan bu zavallı kurbanları da yerden çıkan sülüğümsü canlılar yakalıyor, kulaklarından, gözlerinden veya burunlarından vücutlarına girip beyinlerine ulaşıp kurbanlarını bu şekilde tüketiyorlardı. Bu bulanık avcılardan bir tanesi bana doğru hareketlendiğinde anında koşarak uzaklaştım ve o andan sonra böyle yerleşimlere yaklaşmamam gerektiğinin farkına vardım. İnsanların olduğu yerler içine yem konulmuş tuzak gibiydi, sadece daha fazla yemi, daha fazla besini kendilerine çekiyorlardı. Bu lanet diyarda insanlarla iletişim kurmadan, yardım alamadan, yolumu bilmeden nasıl hayatta kalacaktım veya bu bir kabussa bu kabustan uyanmak için nasıl bir çare bulacaktım hiçbir fikrim yoktu.
Güneş bir kez daha peşime düşmüştü ama beni öldürmekten ziyade beni öldürtmeyi istiyordu. Işığını üzerime diktikçe bambaşka varlıklar için sinyal veriyordu, av konumuna düşüyordum ve bu tekinsiz topraklardaki bütün avcılar peşime düşecekti. Peşine düşecekleri pek fazla av kalmamıştı. Pek çok tarlanın ve toprak yolun içinden geçtim, burada hiç çocuk görmediğime, canlı veya hortlamış vaziyette, çok şaşırmıştım. Çaresizce debelendiğim bir ülkede, hiç tanımadığım anlamadığım bir ülkede hayatta kalmaya çalışıyordum ama her şey çok bulanıktı. Boğazkent’te mi yaşıyordum, Bakırada’da mı yoksa bu tanımlanamaz yerde mi? Hangisi düştü, hangisi gerçekti, ölmüş müydüm yoksa yaşıyor muydum o bile kesin değildi artık.
Derken bir mahalleye daha denk geldim, mahallenin ortasında tuhaf bir yabancı duruyordu ama bir yerden gözümün ısırdığı birisiydi, sırık değildi, hortlamış çocuklar gibi değildi, merhum ihtiyarı andırıyordu ama ne oydu ne de yakın zamanda kaybettiğimiz kuzendi. Bu da ince bir adamdı,uzun ve dar bir yüzü, geniş bir çenesi vardı. Yirminci yüzyılın başından kalan bir tarza sahip bir takım elbise giyiyor ve saçlarını da yine ona göre tarıyordu. Geniş kulakları, uzun, çıkık bir burna sahipti. Gözlerinde herhangi bir duygudan iz yoktu, bir zamanlar deliliğinin, yanılgılarının, sanrılarının kurbanı olmuşsa da şu an onlardan arınmış birisine benziyordu ama herhangi bir amacının kalmadığı da kesindi. İnce dudakları ve küçük bir ağzı vardı, kaşları yan taraflara doğru kalkık, iç kısımda da inmiş bir haldeydi. Gözleri genişti ama üzerine her daim bir gölge düşüyordu. Ciddi bir yüz ifadesi vardı, tekil ve katı bir yüz ifadesiydi ama öfke veya art niyet gibi hisler barındırmıyordu. Hayatında her ne yaşamışsa boynu bükük kalmıştı ama duruşunu veya şu anki duruşunun yarattığı havayı değiştirmemişti. Beynimi deliler gibi ancak zorladığımda tanıdım bu adamın kim olduğunu, Selçuklar’ın evinde beni sürekli izleyen yabancıydı, gözlerinin verdiği his değişmişti, o andaki aciliyet, telaş ve saldırganlık ortadan kalkmıştı. Önce yabancının yanına gitmeye çekinsem de beni görünce “Seni tanıyorum” dedi. Bir saldırganlık sezmeyince ve tüm bu diyarda gördüğüm en doğal, sıradan varlık olduğunu görünce ben de yanına yaklaştım. Ben hiçbir şey demeden sözlerine devam etti, sanki kafamda yankılanan soruları önceden sezmiş veya zamanında kendisi de aynı sorularla gelip açıkça bulmuştu cevaplarını.
“Benim için neredeyse bir yüz yıl geçti seni gördükten sonra ama o zamanlar çok daha farklı birisiydim. Rüyalarımda geze geze değiştim, veya yüklerimden kurtuldum diyeyim. Ben kendi yaşadığım dehşetlerden rüyalarımda, bazen de kabuslarımda gezerek kaçabildim. Kendi yarattığım dehşetlerden, insanın daha önce düşünmediği, düşünemediği veya düşünmeye cüret edemediği dehşetlerden. Aynı gözlerle buraya geldim, seninkine benzer bir çaresizlikle.Hangi dünyanın gerçek olduğunu düşünüyorsun ama cevap fark etmez. Bütün kabusların aynı, bütün kabuslarındaki dehşetler aynı. Zihnin bir kere bunların pençesine düşerse, onların eline geçerse ister kabuslarında ister gerçek dünyada ol bir şey fark etmeyecek. Bunun sonunu görmen gerek, hepsini atlatman veya sonuca vardırman gerek. Kendine denk tehlikeler gelmiyor peşinden, kavrayabileceğin tehlikeler de gelmiyor. Kozmosun kendisini doğuracak kadar muazzam ve kaosun tamamını sindirebilecek kadar karmaşık varlıklar dolanıyor bu kabuslarda. Eğer kabuslarda peşine düşemezlerse yaşadığın dünyada başka şeyleri peşine düşürüyorlar. Elçilerini, piyonlarını, kuklalarını. Kurtuluş arıyorsan hiçbir yerde bulamayacaksın. Ya kaçmaya devam edeceksin, ya da pes edip onların avuçlarına düşeceksin, ölümden beter bir kader. Ama şunu bilmen gerek, bu varlıklardan bir kere kurtulmayı başarmışsın geçmişte, ilk tanıştığımızda. Benden değil, ben düşlerde dolaşmayı öğrenmiş basit bir insanım. Hangi varlık olduğunu biliyorsun, benimle tanıştığın zaman onunla da tanıştın, çok daha art niyetli, çok daha delirtircesine karmaşık ve anlaşılmaz bir şeyle, ve de diğeriyle, söylemeye cesaret edemediğin diğer şeyle, seni bu kadar dehşete düşüren diğer şeyle.”
“Onun arkasındakiyle” diye cevap verdim meydan okurcasına ama haklıydı. Sırığın arkasında başka bir şey vardı, ışığın kaynağını oluşturan veya ışık ile sırık arasında duran bambaşka bir varlık. Asla görünmeyen, hep saklanan, bir gölge, gizleniş, kendini gözlerden uzak tutmayı iyi öğrenmiş bir şey.
“Eninde sonunda” diye devam etti yabancı. “Sen de üstünden bir parçayı geride bırakacaksın. Onu yaptığın zaman kaçmak da saklanmak da daha kolay olacak ama tabii hangi parça bu, senden geriye kalan ne olacak, nasıl bir anlamı kalacak orası sana kalmış.Ama dikkat et, gördüğün şeylerden bir kısmı göründükleri gibi değiller. Bu evrende insanlardan başka insanları bilen varlıklar var, yabancılar, taklit ediyorlar, belki dalga geçiyorlar, belki deney yapıyorlar, belki de taklit yapmaya çalışıp beceremiyorlardır. Ama her ne görüyorsan, onun bambaşka bir şey olduğuna emin ol”
Yabancıyla olan kısa konuşmamız biter elindeki gümüş bir anahtarla oradaki binalardan bir tanesinin kapısını açtı, içeriden muazzam bir ışık ve zihnimi olduğu gibi boğan bir gürültü hücum etti dışarıya, sonra da kapı kapandı ve her şey yeniden sessizleşti. Adamın söylediklerini düşündüm, sırığın arkasındaki ışığı ve onunla arasında saklanan gizli varlığı düşündüm. Sonra kendi arkama baktım, arkamdan vuran güneşe.
Bazen yemyeşil örtülerle, dalları ve tepeleri bir battaniyeyi örmüşçesine sıkı ormanlık alanlarla dolu dağlık bölgelerde oluyor, o sırtlardan, tepelerden ve çukurlardan oluşan labirentin içinde yolumu bulmaya çalışıyordum. Bu ağaçlar o kadar sıktı ki tepelerinden güneş ışığının girmesine izin vermiyorlardı ama bu sefer de kapkaranlık ağaçlık yokuşlarda kalıyor ve yolumu görmekte zorlanıyordum. O örtülerin altında garip yırtıcılar ve insanımsı biçimler saklanıyordu, ağaç gövdelerinin arasında yine beni izleyen gözler vardı, ardına kadar açılmış gözler.
Ara sıra bu labirentin içinde, dağ sırtlarının ve ormanlık bölgelerin arasında kendi yolunu açmış akarsular veya dere yatakları bulup onları takip ediyordum ama bu sefer de açıklıkta, açıkta olduğumu düşünüyordum. Herkes ve herşey beni görebiliyor, izleyebiliyor, takip edebiliyor ve onların hükmündeki yerlere girer girmez bana saldırmaya hazır halde pusuda bekliyordu. Bu dere yataklarının ve akarsuların nerede bittiğini bilmeksizin açıklıkları takip ediyordum, varış noktam nedir, kurtuluşum nerededir hiçbir fikrim olmuyordu. Bu yerlerde bazen güneş yine tepemden vuruyor, ışınlarını bana yöneltmiş bir şekilde bekliyor, belki de ben onun altında kaldıkça beni tüketiyor, beni tükettikçe düş dünyamda daha derin çukurlar açıp beni hiçliğin daha iç kısımlarında kapana kıstırmaya çalışıyordu.
Bu açık yolları, dere yataklarını ve akarsuları takip edince bir göle geldiğimi hatırlıyorum. Tepeler, ağaçlıklar ve sazlıklarla çevrili ayna gibi bir göldü. Çevresini dolaşabiliyordum, kıyısı sığ kısımlkardan oluşsa da derinliklerinden yüzey dünyasını yansıtıyor, kendimi görmemi sağlıyordu. Çevresinde bir otel olduğunu, otelin bir iskeleye indiğini anımsıyorum. Çevreyi saran ve otelden geçen patika başka bir gezegenden getirilmişçesine kızıl taşlarla ve toprakla bezeliydi. O iskeleye indiğimde ve göl yüzeyindeki görüntüleri gördüğümde öyle bir hale girmiştim ki suyun içine düşmek üzereydim. Beni arkamdan, yakamdan tutan bir elin yardımıyla iskelede kalmayı başarabilmiştim ama tanıdık bir histi bu. Daha önce bana yine destek veren, desteği kuşku dolu bir ruh haliyle söylüyorum, geçmişten yankılanan bir eldi.
Su yüzeyinde önce gölgeleri, insanımsı biçimleri gördüm ama bunlar o sırığımsı karartıya ait değillerdi. Mağdur duruyorlardı, sanki suyun altında hapsolmuş gibi ama hepsi artık bir bütünü oluşturuyorlardı, gölün yüzeyinden yardım istercesine bana ellerini uzatıp ya oradan onları kurtarmamı istiyorlar, ya da beni tuzağa düşürüp onlardan biri olmamı niyetlenmişlerdi. Göl yüzeyindeki yansıma birden engin bir boğaza, uzun bir su yoluna dönüştü ve bu yolun üzerinde bir vapur göründü. Vapurun üstünde daha fazla figür dolanıyordu, hepsi de panik halindeydi, kaçmaya çalışıyorlardı. İşte o figürleri takip ederken bir tanesi suyun içine atlayınca ben de az kalsın gölün içine düşecektim.
O düşüş anında ancak fark edebildim, göl yüzeyindeki kendi yansımamı. Gözlerimin pörtlediği, sonuk ve dönük bir şekilde kendime baktığım yansımamı. Yukarıdan vuran güneş ışığı ben iskelede dururken bu sefer tepeden vuruyordu, suyun içinde en dipten, dipsiz derinliğin ta en altından. O ışığın önünde ben duruyordum, benim arkamda, uzaktan dururmuş gibi görünen ama o çarpık biçimiyle ışıkla arama giren o sırığımsı karartıyı görüyordum. Onun etrafında, yine suyun içinde pek çok diğer gölge vardı, gözleri ardına kadar açık bir şekilde bana bakan insanlar, hepsi suyun içinde kapana kısılmış durumdaydı ve bu olayın doğasına yenip düşüp biçim değiştirmişler, bambaşka varlıklar haline gelmişlerdi.
O yabancı elin yordamıyla kendimi yeniden dik bir vaziyette sudan uzakta bulduğumda ise yeniden güneşe bakıyordum. Bana yönelttiği açlık ve saldırganlık dolu ışınlar altında tükenmiştim, kendimi kaybetmiştim. Kaçmalıydım.
Yine harabe yerleşimlere rastladığımda bazılarının terk edilmemiş olduğunu, içlerinde hâla insanların gezdiğini keşfettim ama bunların yaşayan veya ölen insanlar olmadığını öğrenmem de pek uzun sürmedi. Gözleri ölü gibi bakıyordu, çürüyorlardı ve ses çıkarmayı da bilmiyor, nefes vererek konuşmak yerine nefes almaya çalışarak çığırıyorlardı. Çok nadiren tek tük yaşayan insanlarla karşılaşıyor olsam da onlar da gördükleri her şeyden uzaklaşmaya çalışıyor, kendi huzurlarını, en azından huzursuzluktan en uzak oldukları anı yalnızlıkta, hiçlikte buluyorlardı. Neden böyle davrandıklarını da bir tanesini gözlemlerken anladım. Boğazkent’te beni takip eden, günlük yaşamıma musallat olan bulantı figürler burada da dolanıyorlar ve yaşayan insanların peşine düşüyorlardı. Tek gereken bir dokunuştu, o dokunuşla kurbanlarını anında felç ediyorlar ve de takip eden saniyelerde bu insanları soluksuz bırakıyorlardı. Soluksuz kalıp hareketsiz bir şekilde yere yığılan bu zavallı kurbanları da yerden çıkan sülüğümsü canlılar yakalıyor, kulaklarından, gözlerinden veya burunlarından vücutlarına girip beyinlerine ulaşıp kurbanlarını bu şekilde tüketiyorlardı. Bu bulanık avcılardan bir tanesi bana doğru hareketlendiğinde anında koşarak uzaklaştım ve o andan sonra böyle yerleşimlere yaklaşmamam gerektiğinin farkına vardım. İnsanların olduğu yerler içine yem konulmuş tuzak gibiydi, sadece daha fazla yemi, daha fazla besini kendilerine çekiyorlardı. Bu lanet diyarda insanlarla iletişim kurmadan, yardım alamadan, yolumu bilmeden nasıl hayatta kalacaktım veya bu bir kabussa bu kabustan uyanmak için nasıl bir çare bulacaktım hiçbir fikrim yoktu.
Güneş bir kez daha peşime düşmüştü ama beni öldürmekten ziyade beni öldürtmeyi istiyordu. Işığını üzerime diktikçe bambaşka varlıklar için sinyal veriyordu, av konumuna düşüyordum ve bu tekinsiz topraklardaki bütün avcılar peşime düşecekti. Peşine düşecekleri pek fazla av kalmamıştı. Pek çok tarlanın ve toprak yolun içinden geçtim, burada hiç çocuk görmediğime, canlı veya hortlamış vaziyette, çok şaşırmıştım. Çaresizce debelendiğim bir ülkede, hiç tanımadığım anlamadığım bir ülkede hayatta kalmaya çalışıyordum ama her şey çok bulanıktı. Boğazkent’te mi yaşıyordum, Bakırada’da mı yoksa bu tanımlanamaz yerde mi? Hangisi düştü, hangisi gerçekti, ölmüş müydüm yoksa yaşıyor muydum o bile kesin değildi artık.
Derken bir mahalleye daha denk geldim, mahallenin ortasında tuhaf bir yabancı duruyordu ama bir yerden gözümün ısırdığı birisiydi, sırık değildi, hortlamış çocuklar gibi değildi, merhum ihtiyarı andırıyordu ama ne oydu ne de yakın zamanda kaybettiğimiz kuzendi. Bu da ince bir adamdı,uzun ve dar bir yüzü, geniş bir çenesi vardı. Yirminci yüzyılın başından kalan bir tarza sahip bir takım elbise giyiyor ve saçlarını da yine ona göre tarıyordu. Geniş kulakları, uzun, çıkık bir burna sahipti. Gözlerinde herhangi bir duygudan iz yoktu, bir zamanlar deliliğinin, yanılgılarının, sanrılarının kurbanı olmuşsa da şu an onlardan arınmış birisine benziyordu ama herhangi bir amacının kalmadığı da kesindi. İnce dudakları ve küçük bir ağzı vardı, kaşları yan taraflara doğru kalkık, iç kısımda da inmiş bir haldeydi. Gözleri genişti ama üzerine her daim bir gölge düşüyordu. Ciddi bir yüz ifadesi vardı, tekil ve katı bir yüz ifadesiydi ama öfke veya art niyet gibi hisler barındırmıyordu. Hayatında her ne yaşamışsa boynu bükük kalmıştı ama duruşunu veya şu anki duruşunun yarattığı havayı değiştirmemişti. Beynimi deliler gibi ancak zorladığımda tanıdım bu adamın kim olduğunu, Selçuklar’ın evinde beni sürekli izleyen yabancıydı, gözlerinin verdiği his değişmişti, o andaki aciliyet, telaş ve saldırganlık ortadan kalkmıştı. Önce yabancının yanına gitmeye çekinsem de beni görünce “Seni tanıyorum” dedi. Bir saldırganlık sezmeyince ve tüm bu diyarda gördüğüm en doğal, sıradan varlık olduğunu görünce ben de yanına yaklaştım. Ben hiçbir şey demeden sözlerine devam etti, sanki kafamda yankılanan soruları önceden sezmiş veya zamanında kendisi de aynı sorularla gelip açıkça bulmuştu cevaplarını.
“Benim için neredeyse bir yüz yıl geçti seni gördükten sonra ama o zamanlar çok daha farklı birisiydim. Rüyalarımda geze geze değiştim, veya yüklerimden kurtuldum diyeyim. Ben kendi yaşadığım dehşetlerden rüyalarımda, bazen de kabuslarımda gezerek kaçabildim. Kendi yarattığım dehşetlerden, insanın daha önce düşünmediği, düşünemediği veya düşünmeye cüret edemediği dehşetlerden. Aynı gözlerle buraya geldim, seninkine benzer bir çaresizlikle.Hangi dünyanın gerçek olduğunu düşünüyorsun ama cevap fark etmez. Bütün kabusların aynı, bütün kabuslarındaki dehşetler aynı. Zihnin bir kere bunların pençesine düşerse, onların eline geçerse ister kabuslarında ister gerçek dünyada ol bir şey fark etmeyecek. Bunun sonunu görmen gerek, hepsini atlatman veya sonuca vardırman gerek. Kendine denk tehlikeler gelmiyor peşinden, kavrayabileceğin tehlikeler de gelmiyor. Kozmosun kendisini doğuracak kadar muazzam ve kaosun tamamını sindirebilecek kadar karmaşık varlıklar dolanıyor bu kabuslarda. Eğer kabuslarda peşine düşemezlerse yaşadığın dünyada başka şeyleri peşine düşürüyorlar. Elçilerini, piyonlarını, kuklalarını. Kurtuluş arıyorsan hiçbir yerde bulamayacaksın. Ya kaçmaya devam edeceksin, ya da pes edip onların avuçlarına düşeceksin, ölümden beter bir kader. Ama şunu bilmen gerek, bu varlıklardan bir kere kurtulmayı başarmışsın geçmişte, ilk tanıştığımızda. Benden değil, ben düşlerde dolaşmayı öğrenmiş basit bir insanım. Hangi varlık olduğunu biliyorsun, benimle tanıştığın zaman onunla da tanıştın, çok daha art niyetli, çok daha delirtircesine karmaşık ve anlaşılmaz bir şeyle, ve de diğeriyle, söylemeye cesaret edemediğin diğer şeyle, seni bu kadar dehşete düşüren diğer şeyle.”
“Onun arkasındakiyle” diye cevap verdim meydan okurcasına ama haklıydı. Sırığın arkasında başka bir şey vardı, ışığın kaynağını oluşturan veya ışık ile sırık arasında duran bambaşka bir varlık. Asla görünmeyen, hep saklanan, bir gölge, gizleniş, kendini gözlerden uzak tutmayı iyi öğrenmiş bir şey.
“Eninde sonunda” diye devam etti yabancı. “Sen de üstünden bir parçayı geride bırakacaksın. Onu yaptığın zaman kaçmak da saklanmak da daha kolay olacak ama tabii hangi parça bu, senden geriye kalan ne olacak, nasıl bir anlamı kalacak orası sana kalmış.Ama dikkat et, gördüğün şeylerden bir kısmı göründükleri gibi değiller. Bu evrende insanlardan başka insanları bilen varlıklar var, yabancılar, taklit ediyorlar, belki dalga geçiyorlar, belki deney yapıyorlar, belki de taklit yapmaya çalışıp beceremiyorlardır. Ama her ne görüyorsan, onun bambaşka bir şey olduğuna emin ol”
Yabancıyla olan kısa konuşmamız biter elindeki gümüş bir anahtarla oradaki binalardan bir tanesinin kapısını açtı, içeriden muazzam bir ışık ve zihnimi olduğu gibi boğan bir gürültü hücum etti dışarıya, sonra da kapı kapandı ve her şey yeniden sessizleşti. Adamın söylediklerini düşündüm, sırığın arkasındaki ışığı ve onunla arasında saklanan gizli varlığı düşündüm. Sonra kendi arkama baktım, arkamdan vuran güneşe.
Yorumlar
Yorum Gönder