Sırık Bölüm 18: Göl (Spooktober '24)
Ne zaman bayıldığımı hatırlamıyorum ama ayıldığımda güneş çoktan doğmuş ve gün ortasında alacağı egemen konuma doğru yükselmeye başlamıştı. Garaibe’ye doğru yola çıktığımız gün uyandığımdan beridir uyumamıştım ama şu an bir gün boyunca uyuduğumu biliyordum. Mavi bir gökyüzüne bakıyordum ve üzerime güneşin ışınları vuruyordu fakat dünkü güneş değildi bu, gölün dibinden beni izleyen gözün yine gökyüzüne yükseldiğinden emindim. Her ne kadar bu beni rahatsız etse de oradan bana saldırmayacağını biliyordum yoksa bunu çoktan yapmıştı. Fakat bana saldırmayacak olması içime su serpmemişti çünkü her zaman başka bir tuzağı hazır edecekti betimlenemez uzuvlarının altında.
Uykumda yeniden kazanmıştım az da olsa gücümü, vücudumun içinde hissettiğim bütün ağrılara rağmen. Onların etkisiyle inleyerek ayağa kalkıp iskelenin raylarına tutundum ve dibinde durduğum göle bakındım. Durgundu, hiçbir şey olmamış gibi, benimle dalga geçercesine durgundu. Deneyimlediğim üzere sığ bir göl değildi. Kıyılar pek de derin değilmiş gibi görünüyordu ama yine de tabanı göremeyeceğim kadar bulanıktı sular. Kıyılardan başlayıp iç kısımlara gidebildiği kadar giden sazlıklarla çevriliydi, her biri insan boyunu aşıyordu. Rüzgar olmamasına rağmen sazlıkların hafifçe dalgalandığını görebiliyordum, Veysiler’deki tarlaları hatırlatıyordu bu durum. Sazlıkların toprağa karıştığı yerlerde de yosunlarla kaplı taşlar vardı, bunların arasında böcekler ve bedeninin biçimini çıkaramadığım çarpık su canlıları dolanıyordu.
Su yüzeyine biraz daha baktığımda hâla orada o insanları görebiliyordum ama şekillerini gölün derinliklerindeki kadar açık bir halde seçemiyordum. Suyun içinedüşen gölgeler ve su yüzeyinde varlıklarını hissettirmeksizin çok hafif ve sinsice oluşan dalgaların arasında varolageliyordu bu insanlar. Ellerini bana uzatıyorlardı, bir karakterden veya detaydan yoksun ilkel yüzlerinde bir yardım çığlığını okuyabiliyordum ama çok çarpık bir çağrıydı bu, insanı gölün içine çağıran bir ifadeydi. Güneşin göldeki yansıması da pek garipti, orada ağaçların da kararmış şekillerini, silüetlerini seçebiliyordum ve onların arasında dikilen başka bir figürü, insanımsı bir beden maskesi takmış sırığımsı bir canavarı. Hissizdim, zihnimde, iç dünyamda hiçbir şey yoktu. Bilişsel uzayımda ne varsa hepsini dünkü mücadelemde kullanmış ve hiç olmadığı kadar yorulmuştum.
Gözlerimi oradan çekip gölün çevresinde gezdirdim. Ağaçların ve sazlıkların yanından, gölün dış hatlarının hemen dibinden geçen kızıl taşlar ve topraktan oluşmuş bir patika vardı. Burada yürüyerek gölün bütün çevresini dolandım yavaşça, yaklaşık bir saat süren bir yürüyüştü. Bazı noktalarda gölün epey üstünde kalıyor ve patikanın kıyı kısımları beni suya çeken uçurum görevi görüyordu. Ahmakça ve istemsizce bu uçurumların dibine gidip aşağıya baktığımda yer çekimine meydan okuyan ağaçlar ve koca koca kayalarla karşılaştım. Bazı noktalarda ise tam tersi bir durum söz konusuydu. Patika bu uçurumların altından, dibinden geçiyordu ve bu sefer bu cüretkar ağaçlar ile kayalar yukarıda, ormanın içindeki karanlıkta kalıp her an oradan benim üzerime çullanıp benimle birlikte beni gölün dibine dalacak yırtıcıları, canavarları saklayan yuva görevi görüyorlardı. Bu yükseltiler belli başlı tepelerin üstünde buluşup bana yukarıdan ukala ve küçümsercesine bakan varlıklara dönüşüyorlardı. Bazen patikanın iki yanını garip bitkiler ve çiçekler kaplıyordu, hepsi de kendi içinde ayrı ucubelere, ayrı yaratıklara benziyorlardı. Bunlardan başka gölün çevresinde birtakım yapılar vardı. Çoğu ilkel ve bakımsız yerlerdi, pansiyonlar, restoranlar, kamp alanları, ulaşım istasyonları ve oteller ama hepsi de terk edilmiş görünüyordu, sanki uzun zaman önce burası müthiş bir turistik noktaymış da bunların hepsi harika bir fırsatı takip edercesine buraya kurulmuş ama bir nedenden dolayı topluca terk edilmiş gibi, bir tanesi hariç.
Gölün kenarında, eski okulları ve hastaneleri andıran otellerin arasında, yirminci yüzyılın sonunda inşa edilmiş ve o günden beridir tıkır tıkır işliyormuş gibi her gün bakımı yapılmış gibi görünen dikkat çekici bir otel vardı. “Enkomis” adında bir yerdi burası ve eski sovyet yapılarının tarzsızlığını, umursamazlığını andırıyordu ama çevresi de epey genişti ve pek çok tesise sahipti. Gölün etrafına yayılmış bir haldeydi fakat arkasındaki ormanlara doğru da açılıp yabanın iç kısımlarına doğru da büyümüştü. Öyle ki spor tesislerinin, havuzluk alanların ve de engin meydanların bittiği yerde anında ormanlık ve dağlık alan başlıyordu. Oraya gelen bir ziyaretçi, bir an dinlenir halde havuza bakarken veya odasından gölü izlerken kafasını çevirir çevirmez vahşi ormanlarla ve eski tanrıları kıskandırırcasına bir ihtişamla yükselen dağlarla karşı karşıya kalırdı. Gölün çevresindeki diğer her bir yapı harap ve terk edilmiş bir haldeydi fakat burası hâla ışıl ışıldı, insanı içeri çağıran garip bir çekiciliği vardı veya belki de artık peşimden koşan dehşetlerden iyice yorgun düşüp bıkkın kalan ben için burası harika bir sığınak, içine girdiğimde bir daha dış dünyaya dönmek istemeyeceğim bir cennetti. Tabii iyi biliyordum ki bu da gayet bir tuzak olabilirdi, muhtemelen öyleydi de.
Bu kapanın çekiminden uzaklaşıp başka bir kaçış yolu bulmayı denedim. En yakınımda ulaşım terminali vardı. Terk edilmişti ama belki çalışan bir araç veya işime yarayacak başka bir yol bulabilirdim. Belki buralarda dolaşan bir bekçi olabilirdi, düşük bir ihtimaldi, tüm bu insanların bir sebepten dolayı terk ettiği ve de kadar garipliğin cirit attığı bu yerde bir bekçinin olacağını düşünmüyordum ama yine de bir şans vermek istedim. Bir bisiklet bulsam bile yeterliydi, onunla yola çıkacak kadar kararlıydım. O bile olmazsa en azından arkada bırakılmış konserve yiyecekler, su şişeleri veya enerji verecek herhangi bir şey işime yarayacaktı. Harabelerin içinde dolaşmaktan, içinden her şeyimi vererek zar zor çıkabildiğim gölün yakınında bulunmaktan veya tuhaf bir şekilde hâla işlermiş gibi görünen tuzak olduğu bariz bir otelde kalmaktan çok daha iyi bir seçenekti.
Gölü çevreleyen kızıl patikanın V harfi şeklinde birleştiği bir noktanın ucuna çıkıyordu burası. Bir sürü otobüs ve araç hâla buradaydı ama hiçbirini çalıştırabileceğimi sanmıyordum. Çoğu paslanmıştı, yosunla kaplanmıştı, bir kısmı ise aldıkları darbelerle hurdaya çevrilmiş gibi görünüyordu. Tüm bu araçlar nasıl burada kalmıştı? İnsanlar nasıl buradan gidebilmişti? Gidebilmişler miydi? O kadar insan, bu otobüsleri bırakarak? Belki yürüyerek veya koşa koşa kaçmışlardı veya belli başlı araçların içinde sıkışa tıkışa ayrılmışlardı. Belki de gidememişlerdi. Belki de hepsi o garip oteldeydi veya daha kötüsü, belki de gölün içinde yüzen ve beni içeriye, derinlere çağıran gölgeler bu insanlara aitti. Bu göl belki de bir kapan olmanın yanısıra bir hapishaneydi. Burasının turistik cazibesi bir yemdi, gölü çevreleyen sazlıklar, ağaçlar, tepeler birer duvardı, herkesi içeride tutuyorlardı. Gardiyanlar neredeydi peki? Cevabını öğrenmek istemediğim bir soru daha. Şu ana kadar tanık olduğum düzmecenin tabiatı da buydu işte. İnsanı bir yerden itiyor, bir yerden çekiyor, bu kovalamaca içinde sürekli kurbanına sorular sorduruyor, cevabı bulduklarında ise bu kurbanların üzerine kapan çoktan kapanmış oluyordu, sayısız insanın üzerine.
Otobüslerin bir kısmı özellikle dikkatimi çekmişti. İki tanesi renginden şekline, plakasından kirine kadar birebir aynıydı. Bir tanesinin içine girmeyi istesem de anahtarlardan ve de erzaklardan anladığım kadarıyla şoförün eşyalarının girişe saçılı olduğunu görünce durdum ve geri çekildim. Bir diğerinin kapısına geldiğimde eşyaların bu sefer düzenli bir şekilde dizildiğini görünce daha da bir rahatsız oldum, anahtar hâla araca takılı durumdaydı. Camlardan göz atmaya bile cüret etmedim, zaten binbir türlü tuhaflık ve tehditle dolu olan bu yerde bile bu otobüsler hakkında son derece yanlış bir şeyler vardı. Başka bir otobüse göz atmak isteyince aracın dış kısımlarında uzun ve ince darbe izlerini gördüm. Sanki pek çok kırbaç otobüse vurulmuş ve koca aracın yüzeyini yamultup, göçertip durmuştu. Koltukların bir kısmı delik deşikti, camlar zaten paramparça olmuştu. İçerisi kanla doluydu. Acaba göldeki canavar mı saldırdı diye düşünsem de sanki bu araca saldıran yaratıklar ondan daha küçük, yine de araçtan daha büyük canavarlardı ve farklı zamanlarda farklı cephelerden sıkıştırmışlardı otobüsü.
Otobüsleri olduğu gibi bırakıp üzerindeki pastan ve zarardan taksi mi özel araç mı olduğunu anlayamadığım daha küçük bir arabanın yanına geldim. Aç ve susuzdum, bir şeyler bulup tüketmem gerekiyordu. Aracın içini karıştırırken sürücü koltuğunun birisi bunca zamandır orada oturmuş da daha yeni kalkmış gibi tozlanmamış olduğunu fark ettim. Yalnız değil miydim? Otelden birisi mi oturmuştu buraya? Arka kısma bakınca yolcu koltuklarının birinde de aynı izi gördüm, sanki oradan da birisi daha yeni kalkmıştı. Uyanınca hissettiğim rahatlık hissi de artık kayboluyordu ve kendimi yeniden kurulmaya çalışılan bir tuzağa yaklaşıyormuş gibi hissediyordum. Arka koltuğun dibinde tekil bir halde tozlanmamış bir deri ayakkabı görünce arabadan çıktım. Terminalde biraz daha dolaştım ama araçlara dokunmayacaktım artık, belli ki bu kabus bu araçlara da dokunmuştu.
Artık parça parça kalmış asfaltlar ve onların arasını dolduran topraklardan oluşmuş koca park alanın çevresini kontrol edince bir haritaya denk geldim. İşte işime yarayacak bir şey bulmuştum ve iskelede yaşadığım deliliği yeniden yaşayacakmış gibi içim rahatlamıştı çünkü haritanın üzerinde bir değil, iiki yerleşim görüyordum. Bir tanesi bir dere yatağının üzerine kurulan Selceköy isminde küçük bir yerdi ama o yolun devamında kocaman bir şehir vardı. Şehrin ismine baktığımda ise o rahatlık nedensizce bir kez daha kendisini soğuk, engin bir boşluğa bıraktı. Sarıbolu’ydu orası. Sarıbolu’yu duymuştum, Boğazkent’in bir iki vilayet uzağında, aynı gün içinde gidip varabileceğiniz bir şehirdi ve birkaç kez yolculuklarım sırasında yanından geçmiş olmalıydım fakat daha tanıdık gelen bir şeyler vardı. Oraya gitmiş miydim? Zihnim bulandı yine, düşüncelerim ve duygularım, en kötü anılarım ve en berbat travmalarım birbirine girdi. Bir korkuyu yeniden hatırladım, nerede ve ne zaman bilmiyorum ama o korkuyu yeniden hissettim.
O sırada hayal gücümün etkisiyle diye düşündüğüm bir figür ağaların arasında, uzakta belirdi. Uzun boylu, çarpık duruşlu, rengi cismi belli olmayan, çarpık uzuvlarını titrer halde salıp duran sırığımsı bir karartı. Ben ona şaşkınlıkla bakarken birden üzerime doğru yürümeye başladı, ben de o panikle koşa koşa Sarıbolu’ya doğru ulaşacağımı düşünerek park alanının diğer tarafındaki ormanlara daldım. Ağaçlar, dallar, çalılıklar, taşlar ve kayalar vücuduma çarpıyordu, bacaklarım ve kollarıma binlerce iğne saplanıyordu, tenim güçsüzlükten hissizleşiyor ve karıncalanıyordu ama umursamıyordum, vücudum o şeyi görür görmez koşmam, kaçmam gerektiğini hatırlamıştı bir kere.
Uykumda yeniden kazanmıştım az da olsa gücümü, vücudumun içinde hissettiğim bütün ağrılara rağmen. Onların etkisiyle inleyerek ayağa kalkıp iskelenin raylarına tutundum ve dibinde durduğum göle bakındım. Durgundu, hiçbir şey olmamış gibi, benimle dalga geçercesine durgundu. Deneyimlediğim üzere sığ bir göl değildi. Kıyılar pek de derin değilmiş gibi görünüyordu ama yine de tabanı göremeyeceğim kadar bulanıktı sular. Kıyılardan başlayıp iç kısımlara gidebildiği kadar giden sazlıklarla çevriliydi, her biri insan boyunu aşıyordu. Rüzgar olmamasına rağmen sazlıkların hafifçe dalgalandığını görebiliyordum, Veysiler’deki tarlaları hatırlatıyordu bu durum. Sazlıkların toprağa karıştığı yerlerde de yosunlarla kaplı taşlar vardı, bunların arasında böcekler ve bedeninin biçimini çıkaramadığım çarpık su canlıları dolanıyordu.
Su yüzeyine biraz daha baktığımda hâla orada o insanları görebiliyordum ama şekillerini gölün derinliklerindeki kadar açık bir halde seçemiyordum. Suyun içinedüşen gölgeler ve su yüzeyinde varlıklarını hissettirmeksizin çok hafif ve sinsice oluşan dalgaların arasında varolageliyordu bu insanlar. Ellerini bana uzatıyorlardı, bir karakterden veya detaydan yoksun ilkel yüzlerinde bir yardım çığlığını okuyabiliyordum ama çok çarpık bir çağrıydı bu, insanı gölün içine çağıran bir ifadeydi. Güneşin göldeki yansıması da pek garipti, orada ağaçların da kararmış şekillerini, silüetlerini seçebiliyordum ve onların arasında dikilen başka bir figürü, insanımsı bir beden maskesi takmış sırığımsı bir canavarı. Hissizdim, zihnimde, iç dünyamda hiçbir şey yoktu. Bilişsel uzayımda ne varsa hepsini dünkü mücadelemde kullanmış ve hiç olmadığı kadar yorulmuştum.
Gözlerimi oradan çekip gölün çevresinde gezdirdim. Ağaçların ve sazlıkların yanından, gölün dış hatlarının hemen dibinden geçen kızıl taşlar ve topraktan oluşmuş bir patika vardı. Burada yürüyerek gölün bütün çevresini dolandım yavaşça, yaklaşık bir saat süren bir yürüyüştü. Bazı noktalarda gölün epey üstünde kalıyor ve patikanın kıyı kısımları beni suya çeken uçurum görevi görüyordu. Ahmakça ve istemsizce bu uçurumların dibine gidip aşağıya baktığımda yer çekimine meydan okuyan ağaçlar ve koca koca kayalarla karşılaştım. Bazı noktalarda ise tam tersi bir durum söz konusuydu. Patika bu uçurumların altından, dibinden geçiyordu ve bu sefer bu cüretkar ağaçlar ile kayalar yukarıda, ormanın içindeki karanlıkta kalıp her an oradan benim üzerime çullanıp benimle birlikte beni gölün dibine dalacak yırtıcıları, canavarları saklayan yuva görevi görüyorlardı. Bu yükseltiler belli başlı tepelerin üstünde buluşup bana yukarıdan ukala ve küçümsercesine bakan varlıklara dönüşüyorlardı. Bazen patikanın iki yanını garip bitkiler ve çiçekler kaplıyordu, hepsi de kendi içinde ayrı ucubelere, ayrı yaratıklara benziyorlardı. Bunlardan başka gölün çevresinde birtakım yapılar vardı. Çoğu ilkel ve bakımsız yerlerdi, pansiyonlar, restoranlar, kamp alanları, ulaşım istasyonları ve oteller ama hepsi de terk edilmiş görünüyordu, sanki uzun zaman önce burası müthiş bir turistik noktaymış da bunların hepsi harika bir fırsatı takip edercesine buraya kurulmuş ama bir nedenden dolayı topluca terk edilmiş gibi, bir tanesi hariç.
Gölün kenarında, eski okulları ve hastaneleri andıran otellerin arasında, yirminci yüzyılın sonunda inşa edilmiş ve o günden beridir tıkır tıkır işliyormuş gibi her gün bakımı yapılmış gibi görünen dikkat çekici bir otel vardı. “Enkomis” adında bir yerdi burası ve eski sovyet yapılarının tarzsızlığını, umursamazlığını andırıyordu ama çevresi de epey genişti ve pek çok tesise sahipti. Gölün etrafına yayılmış bir haldeydi fakat arkasındaki ormanlara doğru da açılıp yabanın iç kısımlarına doğru da büyümüştü. Öyle ki spor tesislerinin, havuzluk alanların ve de engin meydanların bittiği yerde anında ormanlık ve dağlık alan başlıyordu. Oraya gelen bir ziyaretçi, bir an dinlenir halde havuza bakarken veya odasından gölü izlerken kafasını çevirir çevirmez vahşi ormanlarla ve eski tanrıları kıskandırırcasına bir ihtişamla yükselen dağlarla karşı karşıya kalırdı. Gölün çevresindeki diğer her bir yapı harap ve terk edilmiş bir haldeydi fakat burası hâla ışıl ışıldı, insanı içeri çağıran garip bir çekiciliği vardı veya belki de artık peşimden koşan dehşetlerden iyice yorgun düşüp bıkkın kalan ben için burası harika bir sığınak, içine girdiğimde bir daha dış dünyaya dönmek istemeyeceğim bir cennetti. Tabii iyi biliyordum ki bu da gayet bir tuzak olabilirdi, muhtemelen öyleydi de.
Bu kapanın çekiminden uzaklaşıp başka bir kaçış yolu bulmayı denedim. En yakınımda ulaşım terminali vardı. Terk edilmişti ama belki çalışan bir araç veya işime yarayacak başka bir yol bulabilirdim. Belki buralarda dolaşan bir bekçi olabilirdi, düşük bir ihtimaldi, tüm bu insanların bir sebepten dolayı terk ettiği ve de kadar garipliğin cirit attığı bu yerde bir bekçinin olacağını düşünmüyordum ama yine de bir şans vermek istedim. Bir bisiklet bulsam bile yeterliydi, onunla yola çıkacak kadar kararlıydım. O bile olmazsa en azından arkada bırakılmış konserve yiyecekler, su şişeleri veya enerji verecek herhangi bir şey işime yarayacaktı. Harabelerin içinde dolaşmaktan, içinden her şeyimi vererek zar zor çıkabildiğim gölün yakınında bulunmaktan veya tuhaf bir şekilde hâla işlermiş gibi görünen tuzak olduğu bariz bir otelde kalmaktan çok daha iyi bir seçenekti.
Gölü çevreleyen kızıl patikanın V harfi şeklinde birleştiği bir noktanın ucuna çıkıyordu burası. Bir sürü otobüs ve araç hâla buradaydı ama hiçbirini çalıştırabileceğimi sanmıyordum. Çoğu paslanmıştı, yosunla kaplanmıştı, bir kısmı ise aldıkları darbelerle hurdaya çevrilmiş gibi görünüyordu. Tüm bu araçlar nasıl burada kalmıştı? İnsanlar nasıl buradan gidebilmişti? Gidebilmişler miydi? O kadar insan, bu otobüsleri bırakarak? Belki yürüyerek veya koşa koşa kaçmışlardı veya belli başlı araçların içinde sıkışa tıkışa ayrılmışlardı. Belki de gidememişlerdi. Belki de hepsi o garip oteldeydi veya daha kötüsü, belki de gölün içinde yüzen ve beni içeriye, derinlere çağıran gölgeler bu insanlara aitti. Bu göl belki de bir kapan olmanın yanısıra bir hapishaneydi. Burasının turistik cazibesi bir yemdi, gölü çevreleyen sazlıklar, ağaçlar, tepeler birer duvardı, herkesi içeride tutuyorlardı. Gardiyanlar neredeydi peki? Cevabını öğrenmek istemediğim bir soru daha. Şu ana kadar tanık olduğum düzmecenin tabiatı da buydu işte. İnsanı bir yerden itiyor, bir yerden çekiyor, bu kovalamaca içinde sürekli kurbanına sorular sorduruyor, cevabı bulduklarında ise bu kurbanların üzerine kapan çoktan kapanmış oluyordu, sayısız insanın üzerine.
Otobüslerin bir kısmı özellikle dikkatimi çekmişti. İki tanesi renginden şekline, plakasından kirine kadar birebir aynıydı. Bir tanesinin içine girmeyi istesem de anahtarlardan ve de erzaklardan anladığım kadarıyla şoförün eşyalarının girişe saçılı olduğunu görünce durdum ve geri çekildim. Bir diğerinin kapısına geldiğimde eşyaların bu sefer düzenli bir şekilde dizildiğini görünce daha da bir rahatsız oldum, anahtar hâla araca takılı durumdaydı. Camlardan göz atmaya bile cüret etmedim, zaten binbir türlü tuhaflık ve tehditle dolu olan bu yerde bile bu otobüsler hakkında son derece yanlış bir şeyler vardı. Başka bir otobüse göz atmak isteyince aracın dış kısımlarında uzun ve ince darbe izlerini gördüm. Sanki pek çok kırbaç otobüse vurulmuş ve koca aracın yüzeyini yamultup, göçertip durmuştu. Koltukların bir kısmı delik deşikti, camlar zaten paramparça olmuştu. İçerisi kanla doluydu. Acaba göldeki canavar mı saldırdı diye düşünsem de sanki bu araca saldıran yaratıklar ondan daha küçük, yine de araçtan daha büyük canavarlardı ve farklı zamanlarda farklı cephelerden sıkıştırmışlardı otobüsü.
Otobüsleri olduğu gibi bırakıp üzerindeki pastan ve zarardan taksi mi özel araç mı olduğunu anlayamadığım daha küçük bir arabanın yanına geldim. Aç ve susuzdum, bir şeyler bulup tüketmem gerekiyordu. Aracın içini karıştırırken sürücü koltuğunun birisi bunca zamandır orada oturmuş da daha yeni kalkmış gibi tozlanmamış olduğunu fark ettim. Yalnız değil miydim? Otelden birisi mi oturmuştu buraya? Arka kısma bakınca yolcu koltuklarının birinde de aynı izi gördüm, sanki oradan da birisi daha yeni kalkmıştı. Uyanınca hissettiğim rahatlık hissi de artık kayboluyordu ve kendimi yeniden kurulmaya çalışılan bir tuzağa yaklaşıyormuş gibi hissediyordum. Arka koltuğun dibinde tekil bir halde tozlanmamış bir deri ayakkabı görünce arabadan çıktım. Terminalde biraz daha dolaştım ama araçlara dokunmayacaktım artık, belli ki bu kabus bu araçlara da dokunmuştu.
Artık parça parça kalmış asfaltlar ve onların arasını dolduran topraklardan oluşmuş koca park alanın çevresini kontrol edince bir haritaya denk geldim. İşte işime yarayacak bir şey bulmuştum ve iskelede yaşadığım deliliği yeniden yaşayacakmış gibi içim rahatlamıştı çünkü haritanın üzerinde bir değil, iiki yerleşim görüyordum. Bir tanesi bir dere yatağının üzerine kurulan Selceköy isminde küçük bir yerdi ama o yolun devamında kocaman bir şehir vardı. Şehrin ismine baktığımda ise o rahatlık nedensizce bir kez daha kendisini soğuk, engin bir boşluğa bıraktı. Sarıbolu’ydu orası. Sarıbolu’yu duymuştum, Boğazkent’in bir iki vilayet uzağında, aynı gün içinde gidip varabileceğiniz bir şehirdi ve birkaç kez yolculuklarım sırasında yanından geçmiş olmalıydım fakat daha tanıdık gelen bir şeyler vardı. Oraya gitmiş miydim? Zihnim bulandı yine, düşüncelerim ve duygularım, en kötü anılarım ve en berbat travmalarım birbirine girdi. Bir korkuyu yeniden hatırladım, nerede ve ne zaman bilmiyorum ama o korkuyu yeniden hissettim.
O sırada hayal gücümün etkisiyle diye düşündüğüm bir figür ağaların arasında, uzakta belirdi. Uzun boylu, çarpık duruşlu, rengi cismi belli olmayan, çarpık uzuvlarını titrer halde salıp duran sırığımsı bir karartı. Ben ona şaşkınlıkla bakarken birden üzerime doğru yürümeye başladı, ben de o panikle koşa koşa Sarıbolu’ya doğru ulaşacağımı düşünerek park alanının diğer tarafındaki ormanlara daldım. Ağaçlar, dallar, çalılıklar, taşlar ve kayalar vücuduma çarpıyordu, bacaklarım ve kollarıma binlerce iğne saplanıyordu, tenim güçsüzlükten hissizleşiyor ve karıncalanıyordu ama umursamıyordum, vücudum o şeyi görür görmez koşmam, kaçmam gerektiğini hatırlamıştı bir kere.
Yorumlar
Yorum Gönder