Sırık Bölüm 2: Dağ (Spooktober '24)

Yayla’nın dağlarına gelmek Sarıbolu’dan uzaklaşmak için çok iyi bir seçim oldu. Yalnız kalmak istemediğim için Sarıbolu kenti güzel bir tercih gibi gelmişti ama şu an insanlardan uzaklaşmayı her şeyden çok istiyordum. Kafamda yarattığım bir şekli gerçek bir manzarada görüp bunu yaşadığım stresten kaynaklanan bir rahatsızlık olarak yorumlamak gayet doğaldı ama başka insanların aynı şekli benim çizimimde gördükten sonra bana tepki vermeleri çok tedirgin edici bir durumdu. Bu tekinsiz karartıyı gerçek kılıyor, onun üzerinden bana art niyetli duygularını yönlendiriyorlardı. Benzer durumları yaşamak yerine dağlık bir bölgede vakit geçirmek, başka başka manzaraları resmetmek çok daha iyi olacak, bana da biraz serbest alan sağlayacaktı.
 Buna rağmen yine deneme yapmaya girişmedim. Son olayın üstüne rahatsız olmuştum, çekiniyordum, aynı durumu yaşamaktan korkuyordum. Beni ürküten olasılık yeteneğimi mi kaybetmiş olmamdı, delirmem miydi yoksa bütün bu şeylerin gerçek olduğu muydu hâla emin değildim. Tüm bu olasılıkların gerçekliği de mümkündü. Bol bol yürüyüş yaptım, yeni yerler keşfettim, resim çizmek yerine bölgenin haritasını çizmeye yeltendim ve de uzun saatler boyunca birbiriyle kesişen tepeleri, zirvelerin üstünde yükselen zirveleri ve bu dağların çizgilerinin arasını dolduran ormanları izleyip durdum. Hiçbir şey yapmazken, hiçbir işe girişmezken her şey çok huzurluydu. Hiçbir garip varlık beni izlemiyor, hiçbir resminde oraya çizdiğimi hatırlamadığım figürler olmuyordu çünkü hiçbir resim çizmiyordum. Belki de çözüm budur diye düşündüm. Hiçbir şey yapmamam gerekiyordur, sadece burada kamp yapıp bir süre hiçbir işe girişmeden vakit geçirmem lazımdır. Sadece yürüyüşler yaparak, bir şeyler yiyip içerek, dağı taşı ağacı inceleyerek, taze dağ havasını içime çekerek dinlenmem, bir farklılık yaşamam gerekiyordur. Öyle de yaptım. Günlerce en ufak bir resim çizmeden, sadece yürüdüğüm yerleri haritaya dökerek, göğü taşı inceleyerek, hiçbir şey düşünmeyerek vakit geçirdim. Harita üzerinde bol bol uğraştım çünkü onun üzerinde garip bir figürün ortaya çıkmayacağı çok barizdi. Bütün bir dağ yerinden oynamazsa, ağaçlar birden ayaklanıp hareket etmezse harita da değişmeyecekti. İşte, kanıt vardı ortada, bu varlık gerçek mi değil mi anlayacaktım.
 Yine bu yürüyüşlerimin birisini yapıyordum. Güneş ışığı ağaçların, yaprakların arasından vuruyordu. Yürüyüş patikası neredeyse bir tünel gibiydi ama kapalı alan korkusu yaşatmıyordum. Bu tünelin içinde ışık da vardı, hava da, yaşam da, renkler de. Patikanın iki yanında ağaç kökleri uzanıyor, çiçekler ve otlar bu ağaç köklerinin ve de onların etrafına saçılan taşların arasından çıkıp güneşe uzanmaya çalışırcasına büyüyordu. Bunları incelemek güzel geliyordu ama her seferinde o lanet böceklerle karşılaşıyordu. Ağaç köklerinin etrafında dönüyorlar, taşların altında çıkıyorlar ve her defasında bütün bu güzel yürüyüş keyfimi yarıda kesmeme sebep olup beni zorla kampıma döndürüyorlardı. Kampta da rahat bırakmıyorlardı, her gece bir iki tanesinin üzerimde gezdiğini fark edip uyanıyor, ani bir refleks ve küçük bir çocukmuşçasına attığım çığlıklarla böceklerden kurtulmaya çalışıyordum. Üstümden gittiklerine veya yeniden gelmeyeceklerine asla emin olamıyor bu yüzden de uykuya dalamıyordum. Üzerimde gezmeseler bile tenimde her daim ürkütücü bir kaşıntı vardı. Rüzgar esince, saçlarım tenime deyince, en ufak bir temasta veya histe üzerimde bu lanet böceklerin dolaştığını düşünüyordum. Ne olduklarını bilmiyordum, farklı farklılardı. Bazılarının eklemleri yoktu, hareket eden yumuşak kütlelerdi, burnumdan, gözlerimden, kulaklarımdan veya ağzımdan bedenime girip beni içten tüketecek iğrenç canlılardı. Zihnime ve beynime musallat olacaklar ve düşlerim, düşüncelerim üzerinden beni yiyecek, kabuslarım üzerinden yaşayacaklardı.
 O korkunç ve tuhaf yaratıklardan oldukça rahatsız olmama rağmen çizimlerimdeki garip figür olmadıkları için ve de onu, artık hiçbir şey çizmediğimden, görmediğim için dağlardan da ayrılmıyordum ama bunun da bir sonu gelecekti.
 Artık çizim yapmıyordum ama belki böceklerin bende yarattığı olumsuz duygulardan kaynaklanan bir paranoya, belki de deliliğimin geçici durgunluğunu üzerinden atması yüzünden aynı bela yine zihnime dadanmaya başladı. Yürüyüşlerim esansında karşılaştığım taşların, kayaların üzerinde görüyordum sırığı, ağaçların arasında başka ağaçlar gibi saklanıyordu. Geceleri başka dağların tepelerin üstünde, arkasından vuran ay ışığının yarattığı belirsizlikle dikilip bana bakıyordu. Geceleri onun rüzgarla birlikte kampımın çevresinde dolaşmasıyla çıkan seslere uyanıyordum, çadırdan dışarı çıkıp gerçekten orada olup olmadığına bakmaya cüret edemiyordum. Bir kere geri dönmüştü artık, resim çizmem veya çizmemem çok önemli değildi. Ben de buna rağmen bu dağlık alanın resmini çizmeye başladım. Buraya kadar gelmişken en azından işlerimde bana yardımcı olacak bir şeyler çıkarabilirdim ama bunu yapmak için kendime mükemmel bir yer aramayacaktım. Kampımın olduğu yerden, çadırın hemen önünden yapacaktım. 
 Gece vaktiydi. Ay ışığı dağların arkasından vuruyordu ama daha yükselmemişti, aynı kendisi daha sahneye çıkmamıştı. Kamp alanına odaklanıp yakın çevreyi detaylıca çizdim çünkü eğer o da yakınımdaysa resimlerde de burada çıkacaktı. Resmi bitirdiğimde herşey nasıl görünecektiyse resimde de öyle görünmesini istiyordum. Kamp alanını çevreleyen ağaçları dikkatlice, onları en ince detayına kadar inceleye inceleye çizdim, resimde çizmediğim veya çizdiğimi hatırlamadığım bir şeyi görmek istemiyordum. Kamp alanım görselin taban kısmını, temelini oluşturuyordu. Bu kısmın iki yanından yükselen ağaçlar da resmin iki yanını kuşatmıştı. Böylece dağları ve gece göğünü oturtacağım güzel bir çerçeve oluşmuştu. Çizimin bir temeli, tabanı, çerçevesi vardı ama dağların bir kökü yok gibiydi. Etekleri birbirinin üzerine oturuyor ve yeryüzünün sonsuz derinliğine doğru hep böyle uzanıyor gibiydi. Sonsuz bir boşluğun üzerine oturan tanrısal dağlardı bunlar ve biz ancak zirvelerini görebiliyorduk. Bu ilahi varlıklar güçlerini zirvelerinden değil, geçmişte bir sonsuzluğa kadar uzanan köklerinden alıyorlardı. Ay ışığı bu varlıkların çizgilerini belirliyordu, karanlığın üzerine ışıktan oluşan sınırlar çekiyor ve eteklere yayılan ağaçların da tepelerini aydınlatıp bir işaret lambası görevi görüyordu. Gece göğündeki tüm bu yıldızlar ayın ve ay ışığının hizmetinde gibi duruyorlar, ona diz çökmüş bir halde gökte asılı kalıyorlardı. Hareket eden ışığın kaynağı, aynı kendisi göründüğünde ise en son onu resmettim ama onun önünde herhangi bir karartının durmadığına iyice emin olduktan sonra çizdim ayı. 
Resim bittiğinde şöyle bir kendisine baktığımda ise uzun boylu, çarpık duruşlu herhangi bir karartı görmediğime sevinip rahatladım. Rahatlamıştım ama çok uzun sürmedi çünkü resmin başladığı yerde, hemen önümde durduğunu çizmiş olup her nasılsa unuttuğum bir canlı, yine lanet olası bir böcek vardı. Uzun, çok ayaklı, çarpık eklemleri bozuk bozuk hareket eden ve bana doğru yönelmiş bir yaratık. Resmi kaldırıp önüme baktığımda o böceği orada göremedim ve yine rahatladım fakat bu da çok kısa sürdü çünkü yine bir kaşıntı vardı üstümde, önce sırtımda giysilerimin üzerinde, sonra da ensemde. Ani bir çığlık atıp ellerimle deli gibi enseme vurmaya, kafamı çılgınlar gibi sallamaya, vücudumu da bir o yana bir bu yana atmaya başladım. Bir on dakika boyunca kontrolü tamamen kaybettiğim bu halde kalmış olmalıyım çünkü artık fiziksel yorgunluk vücuduma iyice vurunca yere çöktüm. Tenimde herhangi bir karıncalanma, herhangi bir kaşıntı hissetmiyordum. Biraz rahatlanıp soluklandım, sonra yine resmi elime aldım. Böcek orada değildi. Bu şeylere ben mi hayat veriyordum yoksa bunu yaptığımı düşünecek kadar mı delirmiştim? Bir süre resimdeki böceğin önceden durduğu ama şu an hiçbir çizimin olmadığı kısmı inceleyince fazlasıyla rahatsızlandığımı düşündüm. Kafamın içinde her ne oluyorsa, her ne değişiyorsa, her ne bozuluyorsa çok ciddi bir şey olmalıydı.
Sinirim bozuldu ve gülmeye kahkaha atmaya başladım. En azından o garip figür yoktu çizimde, bu beni bir tık rahatlatmıştı. Böcek çizimleriyle çalışabilirdim, kabul edilebilir işler çıkarabilirdim, bu da benim yeni bir nişim olurdu. Gülünce biraz olsun rahatladım ve resmi incelemeye devam ettim, evet o garip sırık varlık yoktu. Çizdiğim ağaçları inceledim çünkü daha önce o ağaçların arasında ortaya çıkmıştı, kampın etrafını inceledim, sonra da aya, ay ışığına baktım çünkü daha önce güneşin önünde çıkmıştı. Resim temizdi, hiçbir sorun yoktu. Böylece defteri aşağıya indirdim ve indirir indirmez gözlerim dağ çizgisinin hemen arkasında yükselen ay ve ay ışığı ile karşı karşıya geldi. Bir şeyi atlamıştım. Resimlerimde bu çizgi pürüzsüzdü ama şu an önümde duran bu manzarada, ay ışığının çizdiği dağ çizgisinde bir çıkıntı vardı, bir karartı. İyi inceledim, belki ayın yüzeyinde bir çizgiydi, belki gözlerimde bir sıkıntı vardı.
Resme yeniden baktım, tertemizdi, hiçbir şey yoktu ve her şeyi de dikkatlica detaylıca incelemiştim. Resmi indirdiğimde ay ışığının önündeki karartıyı yeniden gördüm ama bu sefer biraz, sadece biraz daha mı büyüktü? Birkaç dakika boyunca ona bakmış, onu incelemiş olmalıyım ama o sırada o şeyin de bana baktığını, beni incelediğini veya daha kötüsü, bütün kibiri ve duygusuzluğuyla, durgun bir şekilde benimle dalga geçercesine hareketsiz bir halde orada dikildiğini hissediyordum. Ona baktıkça o da bana bakıyordu ama gözlerimi o karartıdan alamıyordum çünkü bakışlarımı başka bir yere çevirirsem bir şeylerin değişeceğinden, çok daha kötü bir yere gideceğinden korkuyordum. Resme yeniden baktım, gerçekten orada mıydı ve ben mi kaçırmıştım, yoksa benimle dalga geçmek için mi oraya gelmişti? Resmi yeniden indirip ay ışığında duran karartıya baktığımda çığlık atıp geri sektim çünkü yine büyümüştü, yaklaşıyordu. Hareket etmiyordu ama gözlerimi ondan ayırmamam gerekiyordu. Resme bakamazdım, başka bir yere bakamazdım, gözlerimi kırpmaya bile korkuyordum. Burada yapayalnızdım ve o da oradaydı, her defasında biraz daha yaklaşıyordu.
İşte ben tam bu korkular içinde kaynarken hissettim o hafif karıncalanmayı, kaşınmayı. Bir şey elimin üzerine çıkıp o berbat eklemleriyle hafif hafif ama içimi kaldıracak bir şekilde hareket etmeye başlamıştı. Yavaş yavaş parmaklarımdan bileğime doğru geldi ve o anda aynı elimde ikinci bir karıncalanma hissettim, birkaç saniye sonra da diğer elimde. Kollarım titriyordu, zar zor nefes alıyordum, gözlerim zorlanmaktan kızarmıştı ama içimdeki bir çocuk yüzünden de ağlamaya başlamıştım. Rüzgar şu an önümden esiyor, kuruyan gözlerimi daha da kurutuyor ve de karıncalanan, kaşınan tenime dokunup ay ışığının tekinsiz hissini ruhuma işliyordu. Ben gözlerimi bana bakmakta, orada durup dikilmekte olan sırık karartısından alamazken vücudumda lanet varlıklar dolanıyor, beynimin her hücresini yangın yerine döndürüp bana çığlık attırmak için sonuna kadar zorluyordu. Gece karanlığı, ön taraftan gelen rüzgarın etkisiyle sallanan dalların arasından geçen ay ışığıyla dans ediyor ve bütün bu kahrolasıca varlıklar benim zavallı durumumun etrafında dönüp dolaşıp benimle dalga geçiyorlardı.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Karanlık Perde

Sırık Bölüm 1: Sarıbolu (Spooktober '24)

Sırık Bölüm 0 (Spooktober '24)