Sırık Bölüm 19: Dere (Spooktober '24)
Ormanın içinden, dalların, taşların, köklerin ve çalıların arasından koştum, koştum ve koştum. Onu nereden hatırlıyordum? Her zaman zihnimin köşesinde duran hareketsiz bir canavardı o, nasıl harekete geçmişti? Neden harekete geçmişti? Gölün dibindeki artık canavar da denemeyecek kadar dehşet verici büyüklüğü olan o varlıkla bir bağlantısı var mıydı? Otoparktaki araçların ve onların sahiplerinin, yolcularının vahim durumuyla bir bağlantısı var mıydı? Neden köyde saldırmayıp burada üstüme doğru koşmaya başlamıştı? Köye neden gelemiyordu? Başka bir tuzağın içine doğru koştuğumdan emindim. Niyetim bu yönde değildi, bir kabusu bir diğerinin üzerine seçmiyordum artık ama bu kararın bana ait olmayan bir şeye dönüştüğünü de biliyordum.
Ağaçların arasında nereye gittiğimi umursamadan koşarken dallardan ve çalılardan artık bir sesin gelmediğini anlayınca durup çevreme baktım. Beni kovalamayı bırakmış olamazdı, demek ki bu garip, mide bulandırıcı, algı ötesindeki yozlaşmış oyun değişmişti, o da eğer ki hiç kuralları olduysa. Rüzgar esmiyordu, zaten göl çevresinde hiç rüzgar esmemişti. Bu yüzden dallar ve yapraklar da pek oynamıyordu ama bu sessizlik hayra alamet değildi. Çok yavaş ve dikkatli bir şekilde etrafımda dönerek çevreme ağır ağır ama kaygılı bir şekilde bakındım. Gözlerim hemen dibimdeki ağaçlara ve kayalara, onların arkasında sonsuz derinliğe saklanmış loş boşluğu gizlemek için çaba sarf eden dallara ve yapraklara, ve de onların ardında sabırlı bir şekilde bekleyen enginliği taradı. Hiçbir şey görünmüyordu ama aynı bakışlarla, aynı dikkatle, aynı endişeyle çevreme baka baka yürüyüşüme devam ettim. Uzaklaşmalıydım, buradan uzaklaşmalıydım.
Zaman zaman topraktaki çukurlara ve köklere takılıyor ve panik yapıp dikkatimi anlık bölünmelerle kaybediyordum ama ayağa kalktıktan hemen sonra onu geri topluyor ve aynı odakla çevreme bakına bakına bu nafile çabama devam ediyordum. Ne zaman bir dal, bir yaprak ben beklemeden yüzüme dokunsa veya çarpsa inleyeren geri sekiyor, sonra derin bir nefes alıp yavaş kaçışımı sürdürüyordum. Aradan ne kadar zaman geçtiği önemsiz değildi çünkü beni sindirmek isteyen o sonsuz hiçlik ne kadar sabırlıysa ben de o kadar hayatta kalmak adına o kadar sabırlıydım.
Artık enerjim de vücudumdan iyice çekilmiş, dizlerim ve kollarım yeniden titremeye başlamıştı. Bazen bedenimdeki dengesizlikten dolayı sıcak basıyor ve terliyordum, bazen de üşüyerek, ürpererek titriyor ve kollarımı biraz olsun ısınmak için birbirine doluyordum. Saatler geçtikçe o sinsi güneş de yerini bu garip oyundaki eşine, aya bıraktı ve gün ışığı hiçliğe karışıp rolünü karanlığa devretti. Ay ışığı kendini gösterdikçe ağaçlar ve dallar da onun önüne geçiyor, kendini karanlık silüetler olarak karşıma çıkarıyorlardı. Her defasında ay ışığının önünde, karanlıkta o siyah şekilleri gördüğümde ürperiyordum, içimde duran hatırlayamadığım travmalar alarma geçiyor, kaçmamı söylüyordu ama sakinliğimi koruyordum, soğukkanlı kalmalıydım.
Önümü göremeyince de dallara, ağaçlara, çalılara ve taşlara daha çok takılmaya başladım, yüzümü, kolumu çizen saldırganların sayısı arttı ve giderek daha savunmasız bir konuma düşeceğimi kavradım. Açıklığa çıkmalıydım, bu da beni açıkta bırakacaktı ama en azından karşımdaki tehlikeleri görebilecek, buna göre kendimi daha iyi koruyabilecek, o da olmasa bile bari nereye kaçacağımı daha iyi anlayabilecektim. Sırığımsı figür bir süredir peşimden kovalamamıştı, belki de beni bir ağın içine doğru itmek istemişti sadece, belki de bir süredir o ağın içinde debeleniyordum, onu avlayan örümceğin üzerine geleceğini bilen zavallı bir av gibi.
Kafamda bu gölün kaynağının ne olabileceğine dair sorular canlandı. Biraz bile olsun doğal bir gerçekliğe sahipse, o zaman burayı besleyen bir su kaynağı olmalıydı, içinde barındırdığı sonsuz karanlık dışında. O varlık en başından beri burada duramazdı, buraya sonradan gelmiş olması lazımdı yoksa onca insan o kadar zamandır bu yere gelmezdi. Bir yerlerde buraya doğru akan bir dere olması gerekiyordu, eğer öyleyse bu da tam benim istediğim şeydi. Derenin kenarlarından yoluma devam edip önümdeki veya arkamdaki tehlikeleri göre göre ilerleyebilirdim. Eğer ki kuraklık da yaşanmışsa o zaman dere yatağının kendisi üzerinden o açıklığı takip etme şansım da olurdu. Dere boyunca ilerlemek beni bir şehre çıkarmazdı fakat buradan uzaklaşmak için en doğru yol bu olurdu. Sonra da yeterince kuzey yönünde ilerlersem eninde sonunda bir yola denk gelecek ve onu takip ederek de bir yerleşime ulaşacaktım. Zaten bir noktada, bu dağlık bölgede derenin yanından geçecek bir yol olması gerekirdi, dağın üstünden veya altından bir yol geçirmek yerine onu bir akarsunun yanından ilerlermek daha mantıklıydı. Şu an sahip olduğum tek umut buydu, çok güçlü bir ihtimal değildi ama o gölün içinden çıkmayı başarmıştım, bundan çok daha küçük bir düşünce ama aynı şekilde beni güçlü bir şekilde iten bir güdünün etkisiyle. Onu güdüyü bırakmayacak ve hayatta kalmaya devam edecektim. Yine de düşünmeden edemiyordum, eğer bu gölün doğal bir kaynağı yoksa ne olacaktı? O kadar insan bunca zamandır bu yere tüm bu gariplikten habersiz olarak mı gelmişti. Hayır, bundan daha sinsice planlanmış olmalıydı her şey. Bu sonsuz hiçlik sabırlıydı, kendisini zamana yayıp beklemiş olabilirdi. Ezelden beridir burada durup kendini fark ettirmeden art niyetli planlarını uygulamaya devam etmiş olabilirdi. Sonuçta bana saldırmak için, beni sindirmek için, benim gibi tekil bir ava karşı harekete geçmek için bile beklemiş, pusuya yatmış, zamanının geleceğini düşünmüştü. Aç kalıp çaresizliğin pençesine düşmüş olabilir miydi? Mümkün değildi, bu kadar zaman beklemezdi ama yine de hayattaydı, bana saldırmıştı ve hayatta kalmıştım.
Ben gölün kaynağı olabilecek böyle bir akarsu kaynağının gerçekliğini sorgularken ağaçlar ve karanlık bir anda yerini oradan akan bir dereye ve onu çevreleyen kurumuş bir dere yatağına bıraktı. Zamanında bu açıklıktan koca arabaları ve otobüsleri yutabilecek kadar su kütleleri geçmiş olmalıydı, çok büyük bir boşluktu ama oradaydı. Parçlaanmış, oyulmuş, şekilleri bozulmuş ucube kaya kütleleriyle doluydu. Bunların arasını artık efendilerinden kopup daha karanlık ve devasa efendilere hizmet eden taşlar dolduruyordu. Tam ortasından ise zayıf ama inatçı bir su kütlesi geçiyordu, henüz dize getiremediği kayalara işkence etmeye devam ediyordu. Ay ışığı tüm bunların üstüne vuruyor ve dere yatağının bütününe ürkütücü bir ruh, bir canlılık katıyordu. Ben de akıntının tersi yönünde, taşların ve kayaların arasında yürümeye başladım.
Kızı o pencerede gördüğümden beridir su içmiyordum, tam bir gün olmuştu. Yanından geçtiğim akarsuyu gördükçe gölün içinde beni kurtaran sağ kalım içgüdüm bana ihanet ediyordu ve oradan kana kana su içesim geliyordu fakat daha iyisini biliyordum. Gölün bir parçasıydı bu dere ve ondan alacağım herhangi bir yudum beni bambaşka bir kaderin kurbanı haline getirecekti. Yanından geçtiğim her kayadan, üstünden geçtiğim her taştan sonra ağzım biraz daha kurudu ve içine düştüğüm fiziksel zorluk yüzünden biraz daha acı çektim, susuzluk işkenceye dönüşüyordu ve bir karar vermem gerekiyordu. Bu halde gerçekten de kurtulabilecek miydim? O canavar ve kuklaları ben bu haldeyken peşimden gelmeyecekler miydi? Zayıf düşmemi, mücadele veremememi beklemiyorlar mıydı? Daha fazla savaşamayacak bir halde olursam pençelerini hemen bana geçireceklerdi, bunun gayet farkındaydım. Adımlarım yavaşlıyordu, taşlara ve kayalara daha fazla takılıyordum. Dengemi korumak müthiş bir enerji isteyen bir çabaya dönüşmüştü. Nefes alıp verdikçe ciğerlerimin de kuruduğunu hissediyordum, zaten içime dolan tuzlu su yüzünden parlarcasına hırpalanmışlardı. Susadıkça kendi tükürüğümü yutuyordum ama her defasında tuzlu su tadı geliyordu. O göle ne kadar tatlı su akarsa aksın böylesine pis bir kıvamda kalmayı başarabiliyordu. Belki bu coğrafyanın kendisinden kaynaklanıyordu bu durum, belki de o kahrolasıca varlık yüzündendi.
Artık inlercesine nefes alıp vermeye çalışırken dizlerimi taşların üstüne vurdum ve yere çöktüm. Ellerimi bir kayaya yasladım. Gözümün tek görebildiği yerde duran taşlar, üzerindeki nem ve de nemin üstünden bana yansıyan ay ışığıydı. Vücuduma söz geçiremiyordum, bilincime söz geçiremiyordum. O korkuları yaşayan, o kabuslardan kaçan benliğim artık bilişsel dünyamın küçük bir kısmı olarak kalmıştı. Beni dehşetin içinden çekip çıkaran sağkalım içgüdüm dehşet duyduğum şeyin kendisi olmuştu ve yavaş yavaş o küçük derenin, incecik akarsuyun yanına doğru emekledim. İsyan ediyordum, bilincimin alt katmanlarından beni uyaran, bana isyan eden, alarmlar veren iç sesin, ilkel kişiliğin kendisine dönüşmüştüm. Bedenimi durdurmak için kendi beynime bağıra bağıra biraz olsun kuşku tohumlarını yeşertmeyi başardım ve tam akarsunun yanında su içmek üzere eğilmişken durdum. Gözlerimin önündeydi artık o su kütlesi, sinsice, sabırlı bir şekilde akmaya devam ediyordu. Çağırıyordu. Bağırarak, inleyerek değil, bağıran da inleyen de bendim ama bağırsam da inlesem de sesler ağzımdan çıkamıyordu. Hayır, o su kütlesi sinsiydi, sakin bir şekilde, davetkar bir ton ile çağırıyordu beni. Suyun üzerinde ayın, ormanın, dağların çarpık, bozulmuş yansımalarını görebiliyordum, ve d eo diğer şeyi. Ay ışığının önünde, bir tepenin üstünde durmuş uzaktan beni izliyordu, bana bakıyordu, tuzağa düşmemi bekliyordu ama bu tuzağı ben kurmuştum, ilkel canlılığım kurmuştu, o vahşi hayvan halim, hayvan biçimim kurmuştu.
Sudan kana kana içtim. Tuzlu olup olmadığını anlayamıyordum, o anda bende ne etki bırakıyordu anlayamıyordum ama aradan birkaç saniye geçer geçmez inleye inleye kendimi geriye attım. Yanlış bir şey yapmıştım, bunun sonuçları olacaktı, bunun çok kötü sonuçları olacaktı. Bilerek, isteyerek düşmüştüm bu tuzağa, daha o gün gölün içinden nasıl çıktığımı çok iyi hatırlayarak. Paranoyakça çevreme baktım, dikkatim dağılmıştı, soğukkanlılığım gitmişti. Harekete geçmeliydim, ilerlemeliydim, kaçışıma devam etmeliydim. Hiç olmadığım kadar büyük bir tehlikenin içindeydim artık. Bunun sonuçlarıyla yüzleşecektim ama bundan kaçabilirdim yine, az önce beni zorla bu kapan sürükleyen içgüdüm şimdi bana kaçmamı söylüyordu aptalca, suçunu kabul ede ede.
Kontrolsüzce inleyerek, anlamsızca bağırarak, kayalara ve taşlara çarpa çarpa sadece hız kazanmak isteye isteye koştum. Kaynağa doğru koşmalıydım, koşarken bir yol bulmalıydım. Ormanların ve tepelerin çevirdiği bir labirentin içindeydim ve aptal bir deney faresi gibi labirentin duvarlarına çarpa çarpa hareket ediyordum.
Önce vücudum kaşınmaya, karıncalanmaya başladı. Ayaklarımdan yükselen his önce dizlerime, sonra da belime ulaştı. Bacaklarımı hareket ettiremeyince yere yığıldım ve sürünmeye başladım. Karıncalanma yükselmeye devam ediyordu, mideme vurunca midem bulandı. Kontrol edemedim, öylesine güçlü bir refleksti ki bu kendimi durduramadım ama pes edince, ben pes edince öğürdüm. Ama karıncalanma, hissizleşme, karıncalanma bitmedi. Yükselmeye devam etti ve kollarıma vurdu. Hareketsiz kaldım, artık tek görebildiğim dibimde sinsice, sakince, soğukkanlı bir şekilde akan o küçük akarsuydu ve dere hareket ettikçe kulağıma vuran şırıltı, ben onu duydukça bir kahkahaya dönüştü. Sinsi, sakin, sessiz bir kahkahaya.
Ağaçların arasında nereye gittiğimi umursamadan koşarken dallardan ve çalılardan artık bir sesin gelmediğini anlayınca durup çevreme baktım. Beni kovalamayı bırakmış olamazdı, demek ki bu garip, mide bulandırıcı, algı ötesindeki yozlaşmış oyun değişmişti, o da eğer ki hiç kuralları olduysa. Rüzgar esmiyordu, zaten göl çevresinde hiç rüzgar esmemişti. Bu yüzden dallar ve yapraklar da pek oynamıyordu ama bu sessizlik hayra alamet değildi. Çok yavaş ve dikkatli bir şekilde etrafımda dönerek çevreme ağır ağır ama kaygılı bir şekilde bakındım. Gözlerim hemen dibimdeki ağaçlara ve kayalara, onların arkasında sonsuz derinliğe saklanmış loş boşluğu gizlemek için çaba sarf eden dallara ve yapraklara, ve de onların ardında sabırlı bir şekilde bekleyen enginliği taradı. Hiçbir şey görünmüyordu ama aynı bakışlarla, aynı dikkatle, aynı endişeyle çevreme baka baka yürüyüşüme devam ettim. Uzaklaşmalıydım, buradan uzaklaşmalıydım.
Zaman zaman topraktaki çukurlara ve köklere takılıyor ve panik yapıp dikkatimi anlık bölünmelerle kaybediyordum ama ayağa kalktıktan hemen sonra onu geri topluyor ve aynı odakla çevreme bakına bakına bu nafile çabama devam ediyordum. Ne zaman bir dal, bir yaprak ben beklemeden yüzüme dokunsa veya çarpsa inleyeren geri sekiyor, sonra derin bir nefes alıp yavaş kaçışımı sürdürüyordum. Aradan ne kadar zaman geçtiği önemsiz değildi çünkü beni sindirmek isteyen o sonsuz hiçlik ne kadar sabırlıysa ben de o kadar hayatta kalmak adına o kadar sabırlıydım.
Artık enerjim de vücudumdan iyice çekilmiş, dizlerim ve kollarım yeniden titremeye başlamıştı. Bazen bedenimdeki dengesizlikten dolayı sıcak basıyor ve terliyordum, bazen de üşüyerek, ürpererek titriyor ve kollarımı biraz olsun ısınmak için birbirine doluyordum. Saatler geçtikçe o sinsi güneş de yerini bu garip oyundaki eşine, aya bıraktı ve gün ışığı hiçliğe karışıp rolünü karanlığa devretti. Ay ışığı kendini gösterdikçe ağaçlar ve dallar da onun önüne geçiyor, kendini karanlık silüetler olarak karşıma çıkarıyorlardı. Her defasında ay ışığının önünde, karanlıkta o siyah şekilleri gördüğümde ürperiyordum, içimde duran hatırlayamadığım travmalar alarma geçiyor, kaçmamı söylüyordu ama sakinliğimi koruyordum, soğukkanlı kalmalıydım.
Önümü göremeyince de dallara, ağaçlara, çalılara ve taşlara daha çok takılmaya başladım, yüzümü, kolumu çizen saldırganların sayısı arttı ve giderek daha savunmasız bir konuma düşeceğimi kavradım. Açıklığa çıkmalıydım, bu da beni açıkta bırakacaktı ama en azından karşımdaki tehlikeleri görebilecek, buna göre kendimi daha iyi koruyabilecek, o da olmasa bile bari nereye kaçacağımı daha iyi anlayabilecektim. Sırığımsı figür bir süredir peşimden kovalamamıştı, belki de beni bir ağın içine doğru itmek istemişti sadece, belki de bir süredir o ağın içinde debeleniyordum, onu avlayan örümceğin üzerine geleceğini bilen zavallı bir av gibi.
Kafamda bu gölün kaynağının ne olabileceğine dair sorular canlandı. Biraz bile olsun doğal bir gerçekliğe sahipse, o zaman burayı besleyen bir su kaynağı olmalıydı, içinde barındırdığı sonsuz karanlık dışında. O varlık en başından beri burada duramazdı, buraya sonradan gelmiş olması lazımdı yoksa onca insan o kadar zamandır bu yere gelmezdi. Bir yerlerde buraya doğru akan bir dere olması gerekiyordu, eğer öyleyse bu da tam benim istediğim şeydi. Derenin kenarlarından yoluma devam edip önümdeki veya arkamdaki tehlikeleri göre göre ilerleyebilirdim. Eğer ki kuraklık da yaşanmışsa o zaman dere yatağının kendisi üzerinden o açıklığı takip etme şansım da olurdu. Dere boyunca ilerlemek beni bir şehre çıkarmazdı fakat buradan uzaklaşmak için en doğru yol bu olurdu. Sonra da yeterince kuzey yönünde ilerlersem eninde sonunda bir yola denk gelecek ve onu takip ederek de bir yerleşime ulaşacaktım. Zaten bir noktada, bu dağlık bölgede derenin yanından geçecek bir yol olması gerekirdi, dağın üstünden veya altından bir yol geçirmek yerine onu bir akarsunun yanından ilerlermek daha mantıklıydı. Şu an sahip olduğum tek umut buydu, çok güçlü bir ihtimal değildi ama o gölün içinden çıkmayı başarmıştım, bundan çok daha küçük bir düşünce ama aynı şekilde beni güçlü bir şekilde iten bir güdünün etkisiyle. Onu güdüyü bırakmayacak ve hayatta kalmaya devam edecektim. Yine de düşünmeden edemiyordum, eğer bu gölün doğal bir kaynağı yoksa ne olacaktı? O kadar insan bunca zamandır bu yere tüm bu gariplikten habersiz olarak mı gelmişti. Hayır, bundan daha sinsice planlanmış olmalıydı her şey. Bu sonsuz hiçlik sabırlıydı, kendisini zamana yayıp beklemiş olabilirdi. Ezelden beridir burada durup kendini fark ettirmeden art niyetli planlarını uygulamaya devam etmiş olabilirdi. Sonuçta bana saldırmak için, beni sindirmek için, benim gibi tekil bir ava karşı harekete geçmek için bile beklemiş, pusuya yatmış, zamanının geleceğini düşünmüştü. Aç kalıp çaresizliğin pençesine düşmüş olabilir miydi? Mümkün değildi, bu kadar zaman beklemezdi ama yine de hayattaydı, bana saldırmıştı ve hayatta kalmıştım.
Ben gölün kaynağı olabilecek böyle bir akarsu kaynağının gerçekliğini sorgularken ağaçlar ve karanlık bir anda yerini oradan akan bir dereye ve onu çevreleyen kurumuş bir dere yatağına bıraktı. Zamanında bu açıklıktan koca arabaları ve otobüsleri yutabilecek kadar su kütleleri geçmiş olmalıydı, çok büyük bir boşluktu ama oradaydı. Parçlaanmış, oyulmuş, şekilleri bozulmuş ucube kaya kütleleriyle doluydu. Bunların arasını artık efendilerinden kopup daha karanlık ve devasa efendilere hizmet eden taşlar dolduruyordu. Tam ortasından ise zayıf ama inatçı bir su kütlesi geçiyordu, henüz dize getiremediği kayalara işkence etmeye devam ediyordu. Ay ışığı tüm bunların üstüne vuruyor ve dere yatağının bütününe ürkütücü bir ruh, bir canlılık katıyordu. Ben de akıntının tersi yönünde, taşların ve kayaların arasında yürümeye başladım.
Kızı o pencerede gördüğümden beridir su içmiyordum, tam bir gün olmuştu. Yanından geçtiğim akarsuyu gördükçe gölün içinde beni kurtaran sağ kalım içgüdüm bana ihanet ediyordu ve oradan kana kana su içesim geliyordu fakat daha iyisini biliyordum. Gölün bir parçasıydı bu dere ve ondan alacağım herhangi bir yudum beni bambaşka bir kaderin kurbanı haline getirecekti. Yanından geçtiğim her kayadan, üstünden geçtiğim her taştan sonra ağzım biraz daha kurudu ve içine düştüğüm fiziksel zorluk yüzünden biraz daha acı çektim, susuzluk işkenceye dönüşüyordu ve bir karar vermem gerekiyordu. Bu halde gerçekten de kurtulabilecek miydim? O canavar ve kuklaları ben bu haldeyken peşimden gelmeyecekler miydi? Zayıf düşmemi, mücadele veremememi beklemiyorlar mıydı? Daha fazla savaşamayacak bir halde olursam pençelerini hemen bana geçireceklerdi, bunun gayet farkındaydım. Adımlarım yavaşlıyordu, taşlara ve kayalara daha fazla takılıyordum. Dengemi korumak müthiş bir enerji isteyen bir çabaya dönüşmüştü. Nefes alıp verdikçe ciğerlerimin de kuruduğunu hissediyordum, zaten içime dolan tuzlu su yüzünden parlarcasına hırpalanmışlardı. Susadıkça kendi tükürüğümü yutuyordum ama her defasında tuzlu su tadı geliyordu. O göle ne kadar tatlı su akarsa aksın böylesine pis bir kıvamda kalmayı başarabiliyordu. Belki bu coğrafyanın kendisinden kaynaklanıyordu bu durum, belki de o kahrolasıca varlık yüzündendi.
Artık inlercesine nefes alıp vermeye çalışırken dizlerimi taşların üstüne vurdum ve yere çöktüm. Ellerimi bir kayaya yasladım. Gözümün tek görebildiği yerde duran taşlar, üzerindeki nem ve de nemin üstünden bana yansıyan ay ışığıydı. Vücuduma söz geçiremiyordum, bilincime söz geçiremiyordum. O korkuları yaşayan, o kabuslardan kaçan benliğim artık bilişsel dünyamın küçük bir kısmı olarak kalmıştı. Beni dehşetin içinden çekip çıkaran sağkalım içgüdüm dehşet duyduğum şeyin kendisi olmuştu ve yavaş yavaş o küçük derenin, incecik akarsuyun yanına doğru emekledim. İsyan ediyordum, bilincimin alt katmanlarından beni uyaran, bana isyan eden, alarmlar veren iç sesin, ilkel kişiliğin kendisine dönüşmüştüm. Bedenimi durdurmak için kendi beynime bağıra bağıra biraz olsun kuşku tohumlarını yeşertmeyi başardım ve tam akarsunun yanında su içmek üzere eğilmişken durdum. Gözlerimin önündeydi artık o su kütlesi, sinsice, sabırlı bir şekilde akmaya devam ediyordu. Çağırıyordu. Bağırarak, inleyerek değil, bağıran da inleyen de bendim ama bağırsam da inlesem de sesler ağzımdan çıkamıyordu. Hayır, o su kütlesi sinsiydi, sakin bir şekilde, davetkar bir ton ile çağırıyordu beni. Suyun üzerinde ayın, ormanın, dağların çarpık, bozulmuş yansımalarını görebiliyordum, ve d eo diğer şeyi. Ay ışığının önünde, bir tepenin üstünde durmuş uzaktan beni izliyordu, bana bakıyordu, tuzağa düşmemi bekliyordu ama bu tuzağı ben kurmuştum, ilkel canlılığım kurmuştu, o vahşi hayvan halim, hayvan biçimim kurmuştu.
Sudan kana kana içtim. Tuzlu olup olmadığını anlayamıyordum, o anda bende ne etki bırakıyordu anlayamıyordum ama aradan birkaç saniye geçer geçmez inleye inleye kendimi geriye attım. Yanlış bir şey yapmıştım, bunun sonuçları olacaktı, bunun çok kötü sonuçları olacaktı. Bilerek, isteyerek düşmüştüm bu tuzağa, daha o gün gölün içinden nasıl çıktığımı çok iyi hatırlayarak. Paranoyakça çevreme baktım, dikkatim dağılmıştı, soğukkanlılığım gitmişti. Harekete geçmeliydim, ilerlemeliydim, kaçışıma devam etmeliydim. Hiç olmadığım kadar büyük bir tehlikenin içindeydim artık. Bunun sonuçlarıyla yüzleşecektim ama bundan kaçabilirdim yine, az önce beni zorla bu kapan sürükleyen içgüdüm şimdi bana kaçmamı söylüyordu aptalca, suçunu kabul ede ede.
Kontrolsüzce inleyerek, anlamsızca bağırarak, kayalara ve taşlara çarpa çarpa sadece hız kazanmak isteye isteye koştum. Kaynağa doğru koşmalıydım, koşarken bir yol bulmalıydım. Ormanların ve tepelerin çevirdiği bir labirentin içindeydim ve aptal bir deney faresi gibi labirentin duvarlarına çarpa çarpa hareket ediyordum.
Önce vücudum kaşınmaya, karıncalanmaya başladı. Ayaklarımdan yükselen his önce dizlerime, sonra da belime ulaştı. Bacaklarımı hareket ettiremeyince yere yığıldım ve sürünmeye başladım. Karıncalanma yükselmeye devam ediyordu, mideme vurunca midem bulandı. Kontrol edemedim, öylesine güçlü bir refleksti ki bu kendimi durduramadım ama pes edince, ben pes edince öğürdüm. Ama karıncalanma, hissizleşme, karıncalanma bitmedi. Yükselmeye devam etti ve kollarıma vurdu. Hareketsiz kaldım, artık tek görebildiğim dibimde sinsice, sakince, soğukkanlı bir şekilde akan o küçük akarsuydu ve dere hareket ettikçe kulağıma vuran şırıltı, ben onu duydukça bir kahkahaya dönüştü. Sinsi, sakin, sessiz bir kahkahaya.
Yorumlar
Yorum Gönder