Sırık Bölüm 16: Zincir (Spooktober '24)
Artık bilmem kaç tane kolun vurduğu davullar vücudumdaki her bir hücreyi titretiyor, zihnimi zerrelerine kadar ufalıyor, gözlerimin önüne her vuruşta bir perde daha çekiyordu. Üflemeli, telli ve yaylı çalgılar gıcırdayarak, inleyerek, çığırarak ruhumu geriye benden bir iz kalmayana kadar inceltiyor, eritiyor, seyreltiyordu. Şarkının kendisi en kötü varlıkları bu dünyaya çağıran çarpık, karanlık bir ilahiydi, edilen dans da beni orada kurban edercesine yapılan bir ayinin parçasıydı. Bir an önce buradan kaçmak için dışarı fırlamaya çalışsam da Veysiler’den beridir beni takip eden o kız bir anlığına kapının önünde göründü, sonra hızlıca kapıyı çarparak kapattı. Açmayı ne kadar denesem de açılmadı, var gücümle zorlasam da olmadı. O küçük kulübe tüm bu iğrenç düğün tarafından kuşatılmış haldeydi ve içerideki bu canavarla mahsur kalmıştım. Sonunda tüm bu tuzak üzerime kapanmıştı, kaçacak yerim kalmamıştı. Sonra her şey sustu.
Sessizlikle beraber orada bitmek bilmez bir korku ve öfke ile bana bakan o çarpık adamla yüz yüze geldim, eğer ki o da karşılaştığım şeyi bir yüz olarak tarif edebilirsem. Bana aitti bu yüz ama bu dünyaya, en azından benim dünyama ait değildi. Yanlıştı, bilinen herhangi bir matematiğe, geometriye, estetiğe ve tutarlılığa aykırıydı. Doğal olamazdı, herhangi yapay bir sebeple de bu hale gelemezdi. Bilinmezlik ve art niyetle, alay ve işkenceyle, sonsuzluğun verdiği anlaşılmaz dehşet ve de mutlak hiçliğin getirdiği kavranılamaz bir ölüm, bir yok olma korkusuyla yontulmuştu. Kendime bakıyordum, bana benzeyen bir yüze bakıyordum ama o yüz de bana benim duygularımla bakıyordu.
Belki de bu duygularımı sezmiş olacak ki bana benzeyen tekinsiz varlık üzerime saldıracak oldu ama bir kez daha zincirleriyle yere yığılınca acı içinde inledi fakat bu onu durdurmadı. Ondan korktuğum için mi, ondan iğrendiğim için mi yoksa ona acıdığım için mi birden öfkelenmişti bilmiyorum ama benim duyduğum, düşündüğüm şeyleri sezdiğime emindim. Onun hareketleriyle zihnimde yaşanan karmaşaya cevap veriyordu başarısız kalan saldırılarıyla ve benim iç dünyam da bu saldırılarla şekilleniyordu. İçinden çıkamayacağımız, dalga geçercesine üzerimize yığılan bir döngünün içinde hapsolmuştuk. Bir kuyunun duvarlarından tırmanmaya çalışıp sadece kendimizi karşı duvarda buluyorduk. İşte bir tane daha, bir tuzaklar katmanının derinliklerine batıp duruyorduk.
Karşımdaki varlık zincirin kendisini tutmasından ve her saldırısının başarısız kalmasıyla benim zihnimde doğan düşüncelerden o kadar rahatsız olmuş, o kadar kahrolmuştu ki acı ve çaresizlik içinde çığırdı yine, bütün varlığını ortaya koyarcasına ama işte o an bir şeyler değişti dışarıdaki karanlığın içinde. Köye çöken gece rahatsız olmuştu, bütün bu zaman boyunca benim hareketlerime tepki verip duruyordu, benimle dalga geçiyordu ama bu acınası yaratığın acı içindeki inlemeleri onu nihayet rahatsız etmişti. Müthiş bir gürültü geldi kulübenin dışından, köyün dört bir yanından. Önceki gibi her evden, her köşeden toplu bir şekilde yükselen bir gürültü değildi bu, kocaman, muazzam bir kaynaktan doğup her tarafı kuşatan tekil bir sesti.
Yaratık bu sesi duyar duymaz acı çeken yavru bir köpekmiş gibi sessizce inledi ve kulübenin karanlık bir köşesine çekilip o siyahlığın içinde kayboldu. Her nedense içimden yükselen kontrolsüzce bir refleksin de itimiyle onun peşinden gittim, ortadan kaybolması beni ayrıca rahatsız etmişti, onu görebiliyor olmak istiyordum. Fakat ne var ki karanlığın içinde nereye gittiğini bulamadım, hiçliğe karışmıştı ama zinciri oradaydı. Ben de zinciri tuttum iki elimle ve çekmeye başladım. Dışarıdan sesler gelirken, yer gök sarsılıp titreşirken ben elimle garip yaratığın zincirlerini çekiyordum, belki onun kaçtığı yerden ben de gidebilir, tüm bu bitmek bilmez berbat kabustan kurtulurdum ama zincirin sonunu getirdiğimde böyle bir sonun mümkün olmadığını gördüm çünkü ellerim bu çelikten halatı takip ede ede kendi boynuma ulaşmıştı.
Bunun nasıl mümkün olduğunu anlayamıyordum, her nasıl bir kapanın içine düşmüşsem katman katman derinliklerine gömülüyor, anlayamadığım bir gücün esaretine giriyordum. Zincirin bu sefer öteki tarafını yoklamak istediğimde ise bu süre boyunca çektiğim uzunluğun birden kısalmış olduğunu ve zincirin devamının muhtemelen yaratığın yattığı tek kişilik rezil bir yatağın bir ayağına bağlandığını gördüm. En azından hareket edebileyim diye yatağı kaldırmaya çalışsam da bunu başaramadım çünkü o da yere çivilenmişşti. Buraya her kim koymuşsa bu yaratığı, ve de artık beni, dışarı çıkmasını, serbest kalmasını kesinlikle istemiyordu.
Küçük bir kulübede, tekinsiz gece karanlığının ortasında, beni buraya hapsedenler tarafından kuşatılmış bir durumda, boynumdan ve de belimden yatağın ayağına zincirlenmiş bir halde dururken sarsıntılar artmaya, gürültü şiddetlenmeye devam ediyordu. Sarsıntılar köyün bir o tarafından bir bu tarafından geliyor, o muazzam çığırı da bazen yaklaşıyor bazen uzaklaşıyordu. Dışarı çıkmamam gerektiğini biliyordum, bunu nereden biliyordum? Ne zaman öğrenmiştim? İçeride güvendeydim, en azından o varlıktan ama beni burada kapana kıstıranlar ne zaman döneceklerdi? Onlar gelmeden buradan kurtulmam gerekiyordu. Bir şekilde bu zinciri kesebilsem, kırabilsem veya yatağın ayağını sökebilsem bile dışarıdaki canavar bana ulaşamadan ve diğerleri geri dönmeden bunu başarmam lazımdı. Yine ölümden kötü kaderler arasından seçim yapmam, bir kabustan bir diğerine kaçmam gerekecekti.
Ben bu garip düşüncelerle boğuşurken küçük kulübe müthiş bir şekilde sarsıldı, sonra bir tane daha. Pencerenin dışı artık hiç görülmüyordu, dışarıyı mutlak bir karanlık kaplamıştı. Karanlık olduğunu düşündüğüm şeyi biraz daha incelediğimde içeriden çıkan ışığın bile onu geçemediğini ve ona çarptığı gibi kesildiğini gördüm. Bir an sonra o siyahlık kendi içinde de hareketlenmeye başladı ve karartının içinden daha fazla karartı çıktı. Simsiyah uzayın içinde mutlak kara renkte yeni uzaylar açılıyordu ve onun içinden de başka karartılar çıkıyordu. Daha iyi incelemek için cama yaklaşmak istediysem de zincir beni geri çekti, olduğum yerde tuttu.
Neyse ki bu iyi bir şeydi çünkü bir iki saniye içinde o karanlığın içinden biçimsiz jelimsi kütlelere sahip garip canlılar ve de çarpık, imkansız bükümlere sahip eklemler çıkıp pencerelere ve kulübe duvarlarına atladılar. Bu şeyler birken iki oldular, ikiyken üç, çok kısa bir süre içinde artık sayısız garip varlık, en berbat ve acımasız selleri, denizleri çağrıştıran bir kütle misali her yere yayılmıştı. Kapı kapanmış olduğu için şükür ediyordum artık çünkü bu sel cama, tavana, duvarlara vuruyor ve içeri girip bana ulaşmak için kıvranıp duruyordu. Sülüğümsü kütlelerin insanın midesini bulandıran sesleri yavaş yavaş ağır ağır duvarlardan geçiyor, hızlı hareket eden o berbat eklem bacaklı böceklerin tıkırtısı da içimde binbir türlü paniğe sebep veriyordu.
Böcekler duvarlara hücum ettikçe ben de kendimi karanlığa doğru çekilir vaziyette buldum. Karanlıkta güvende olacaktım, karanlıkta ışık olmayacaktı, karanlıkta böcekler bana ulaşamayacaktı. Kendimi yerde bir köşeye çektim, cenin vaziyetine çekildim. Yerdeydim, çaresizdim. Başımı ellerimin arasına almıştım, dizlerimi de göbeğime kadar çekmiştim, sanki böcekler üzerime saldırdığında karnımı bacaklarımla koruyabilecekmişim gibi. Çaresizce o konumda beklerken yerden gelen sesler duydum, vıcık vıcık ilerleyen iğrenç sülüğümsülerin ve de saldırgan bir açlıkla tıkırdayarak koşturan eklem bacaklıların. Yerden nasıl böyle bir ses gelebilirdi? Toprağın altından da mı ilerliyorlardı?
Pencereye ve duvarlara baktığımda yere değil, duvarların köşesine çöktüğümü, duvarlara yaslandığımı anladım. Uzay-mekan kavramı bir kez daha çarpıtılmış, algılarım bir kez daha tuzla buz olmuştu. Artık dışarıyı ve odanın köşelerini kaplayan karanlıktaydım ve iç beklemeden o lanet olası varlıklar da siyahlığın içinden çarpık uzuvlarını içeriye uzatıp vücudumdan tırmanmaya başladılar. Bir kısmı epey büyüktü, bir kısmı epey küçüktü. Büyük olanlar ısırmaya çalışıyor, tenimi çizip parçalıyorlardı, ben de delili ve çaresizlikle kendimi bir o duvara, bir bu duvara, bir yere bir yatağa atıyor, böcekleri kendimden uzaklaştırmaya çabalıyordum. Ama küçük olanları üzerimden atmam mümkün değildi, sırtımdan, karnımdan, kollarımdan boğazıma doğru ilerliyor, oradan da gözlerimden, kulaklarımdan, burnumdan, ağzımdan içeriye giriyorlardı.
Onlar beni ısırdıkça, parçaladıkça, yedikçe, bana işkence ettikçe insanlıktan uzaklaşıp giderek bir hortlağa dönüşüyordum. Böcekler boğazımda, midemde, ciğerlerimde gezdikçe, organlarımı ve dokularımı işgal ettikçe çığlık atmak istiyordum ama garip, ürkütücü çarpık sesler çıkarmaktan, tuhaf tuhaf çığırmaktan başka bir şey yapamıyordum. Böcekler beni yedikçe, benden parça parça alıp götürdükçe ruhum da zihnim de parçalanıyor, tükeniyor, bitiyordu. Dışarıdan göründüğüm hortlak biçimini iç dünyam da alıyordu. İçimde kalan o son sağkalım içgüdüsünün verdiği itim gücüyle ben de böcekleri yemeye, benden götürdüklerini geri almaya başladım. Sert, keskin, yumuşak, iğrenç kıvamda şeylerdi, tatları berbattı ama benden kopardıklarını onlardan geri almalıydım.
Nafile bir çabaydı.
Berbat bir şekilde ben çığıra çığıra artık debelenemez kadar az bir enerjiyle yerde çaresizce yatarken böcekler de yavaş yavaş vücudumdan çekildiler ve geldikleri o lanet karanlığa geri döndüler. Her yer yine sarsıldı, o muazzam canavar o iğrenç tohumlarını geri çağırdı ve yıkım ile dehşet saçarak oradan ayrıldı. Ne dökecek gözyaşım ne de yeşerecek gözüm kalmıştı. Dudaklarım, dişlerim, damağım ve dilim parça parçaydı. Ses tellerim kopmuştu, ciğerim delik değişti.
Kapı açıldı ve içeri o kız geldi yine. Gülüyordu, sırıtıyordu. Yanıma geldi, yanıma oturdu, yara bere içindeki elime dokunarak beni oradan kaldırdı. Bana dokunur dokunmaz bu iğrenç biçimim ve sönmüş, çarpıtılmış, bozulmuş iç dünyam bir bütün oldu. Sanki aklım ve bedenim hiç parçalanmamış da hep böyle bir haldeymiş gibi bir varoluş biçimine geçtim.
Kız arkamdaki duvarın karanlığına karışıp ortadan kayboldu.
Tam o esnada kapıdan içeri başka bir figür girdi. Tanıdık gelen ama bir o kadar da yabancı birisiydi bu. Bir süre ona bakakaldım, o da bana bakakaldı. Sonra hatırladım. Buraya girdiğimde hatırladığım, düşündüğüm, hissettiğim şeyleri. Bunları hatırladıkça öfkelendim, çığırdım, saldırdım ama zincir beni geride tuttu. Zincir beni geride tuttukça daha da kudurdum, zincirden kurtulamayacağımı düşündükçe daha da şiddetli bir duygu spiralinin içine düştüm. O kapıdan dışarı çıkamayacaktım, tek kaçış yolum beni bekleyen o muazzam dehşet ve o dehşetin içinden kaçıp yine içine düşmem gerek karanlıktı, başka bir kapandı.
Sessizlikle beraber orada bitmek bilmez bir korku ve öfke ile bana bakan o çarpık adamla yüz yüze geldim, eğer ki o da karşılaştığım şeyi bir yüz olarak tarif edebilirsem. Bana aitti bu yüz ama bu dünyaya, en azından benim dünyama ait değildi. Yanlıştı, bilinen herhangi bir matematiğe, geometriye, estetiğe ve tutarlılığa aykırıydı. Doğal olamazdı, herhangi yapay bir sebeple de bu hale gelemezdi. Bilinmezlik ve art niyetle, alay ve işkenceyle, sonsuzluğun verdiği anlaşılmaz dehşet ve de mutlak hiçliğin getirdiği kavranılamaz bir ölüm, bir yok olma korkusuyla yontulmuştu. Kendime bakıyordum, bana benzeyen bir yüze bakıyordum ama o yüz de bana benim duygularımla bakıyordu.
Belki de bu duygularımı sezmiş olacak ki bana benzeyen tekinsiz varlık üzerime saldıracak oldu ama bir kez daha zincirleriyle yere yığılınca acı içinde inledi fakat bu onu durdurmadı. Ondan korktuğum için mi, ondan iğrendiğim için mi yoksa ona acıdığım için mi birden öfkelenmişti bilmiyorum ama benim duyduğum, düşündüğüm şeyleri sezdiğime emindim. Onun hareketleriyle zihnimde yaşanan karmaşaya cevap veriyordu başarısız kalan saldırılarıyla ve benim iç dünyam da bu saldırılarla şekilleniyordu. İçinden çıkamayacağımız, dalga geçercesine üzerimize yığılan bir döngünün içinde hapsolmuştuk. Bir kuyunun duvarlarından tırmanmaya çalışıp sadece kendimizi karşı duvarda buluyorduk. İşte bir tane daha, bir tuzaklar katmanının derinliklerine batıp duruyorduk.
Karşımdaki varlık zincirin kendisini tutmasından ve her saldırısının başarısız kalmasıyla benim zihnimde doğan düşüncelerden o kadar rahatsız olmuş, o kadar kahrolmuştu ki acı ve çaresizlik içinde çığırdı yine, bütün varlığını ortaya koyarcasına ama işte o an bir şeyler değişti dışarıdaki karanlığın içinde. Köye çöken gece rahatsız olmuştu, bütün bu zaman boyunca benim hareketlerime tepki verip duruyordu, benimle dalga geçiyordu ama bu acınası yaratığın acı içindeki inlemeleri onu nihayet rahatsız etmişti. Müthiş bir gürültü geldi kulübenin dışından, köyün dört bir yanından. Önceki gibi her evden, her köşeden toplu bir şekilde yükselen bir gürültü değildi bu, kocaman, muazzam bir kaynaktan doğup her tarafı kuşatan tekil bir sesti.
Yaratık bu sesi duyar duymaz acı çeken yavru bir köpekmiş gibi sessizce inledi ve kulübenin karanlık bir köşesine çekilip o siyahlığın içinde kayboldu. Her nedense içimden yükselen kontrolsüzce bir refleksin de itimiyle onun peşinden gittim, ortadan kaybolması beni ayrıca rahatsız etmişti, onu görebiliyor olmak istiyordum. Fakat ne var ki karanlığın içinde nereye gittiğini bulamadım, hiçliğe karışmıştı ama zinciri oradaydı. Ben de zinciri tuttum iki elimle ve çekmeye başladım. Dışarıdan sesler gelirken, yer gök sarsılıp titreşirken ben elimle garip yaratığın zincirlerini çekiyordum, belki onun kaçtığı yerden ben de gidebilir, tüm bu bitmek bilmez berbat kabustan kurtulurdum ama zincirin sonunu getirdiğimde böyle bir sonun mümkün olmadığını gördüm çünkü ellerim bu çelikten halatı takip ede ede kendi boynuma ulaşmıştı.
Bunun nasıl mümkün olduğunu anlayamıyordum, her nasıl bir kapanın içine düşmüşsem katman katman derinliklerine gömülüyor, anlayamadığım bir gücün esaretine giriyordum. Zincirin bu sefer öteki tarafını yoklamak istediğimde ise bu süre boyunca çektiğim uzunluğun birden kısalmış olduğunu ve zincirin devamının muhtemelen yaratığın yattığı tek kişilik rezil bir yatağın bir ayağına bağlandığını gördüm. En azından hareket edebileyim diye yatağı kaldırmaya çalışsam da bunu başaramadım çünkü o da yere çivilenmişşti. Buraya her kim koymuşsa bu yaratığı, ve de artık beni, dışarı çıkmasını, serbest kalmasını kesinlikle istemiyordu.
Küçük bir kulübede, tekinsiz gece karanlığının ortasında, beni buraya hapsedenler tarafından kuşatılmış bir durumda, boynumdan ve de belimden yatağın ayağına zincirlenmiş bir halde dururken sarsıntılar artmaya, gürültü şiddetlenmeye devam ediyordu. Sarsıntılar köyün bir o tarafından bir bu tarafından geliyor, o muazzam çığırı da bazen yaklaşıyor bazen uzaklaşıyordu. Dışarı çıkmamam gerektiğini biliyordum, bunu nereden biliyordum? Ne zaman öğrenmiştim? İçeride güvendeydim, en azından o varlıktan ama beni burada kapana kıstıranlar ne zaman döneceklerdi? Onlar gelmeden buradan kurtulmam gerekiyordu. Bir şekilde bu zinciri kesebilsem, kırabilsem veya yatağın ayağını sökebilsem bile dışarıdaki canavar bana ulaşamadan ve diğerleri geri dönmeden bunu başarmam lazımdı. Yine ölümden kötü kaderler arasından seçim yapmam, bir kabustan bir diğerine kaçmam gerekecekti.
Ben bu garip düşüncelerle boğuşurken küçük kulübe müthiş bir şekilde sarsıldı, sonra bir tane daha. Pencerenin dışı artık hiç görülmüyordu, dışarıyı mutlak bir karanlık kaplamıştı. Karanlık olduğunu düşündüğüm şeyi biraz daha incelediğimde içeriden çıkan ışığın bile onu geçemediğini ve ona çarptığı gibi kesildiğini gördüm. Bir an sonra o siyahlık kendi içinde de hareketlenmeye başladı ve karartının içinden daha fazla karartı çıktı. Simsiyah uzayın içinde mutlak kara renkte yeni uzaylar açılıyordu ve onun içinden de başka karartılar çıkıyordu. Daha iyi incelemek için cama yaklaşmak istediysem de zincir beni geri çekti, olduğum yerde tuttu.
Neyse ki bu iyi bir şeydi çünkü bir iki saniye içinde o karanlığın içinden biçimsiz jelimsi kütlelere sahip garip canlılar ve de çarpık, imkansız bükümlere sahip eklemler çıkıp pencerelere ve kulübe duvarlarına atladılar. Bu şeyler birken iki oldular, ikiyken üç, çok kısa bir süre içinde artık sayısız garip varlık, en berbat ve acımasız selleri, denizleri çağrıştıran bir kütle misali her yere yayılmıştı. Kapı kapanmış olduğu için şükür ediyordum artık çünkü bu sel cama, tavana, duvarlara vuruyor ve içeri girip bana ulaşmak için kıvranıp duruyordu. Sülüğümsü kütlelerin insanın midesini bulandıran sesleri yavaş yavaş ağır ağır duvarlardan geçiyor, hızlı hareket eden o berbat eklem bacaklı böceklerin tıkırtısı da içimde binbir türlü paniğe sebep veriyordu.
Böcekler duvarlara hücum ettikçe ben de kendimi karanlığa doğru çekilir vaziyette buldum. Karanlıkta güvende olacaktım, karanlıkta ışık olmayacaktı, karanlıkta böcekler bana ulaşamayacaktı. Kendimi yerde bir köşeye çektim, cenin vaziyetine çekildim. Yerdeydim, çaresizdim. Başımı ellerimin arasına almıştım, dizlerimi de göbeğime kadar çekmiştim, sanki böcekler üzerime saldırdığında karnımı bacaklarımla koruyabilecekmişim gibi. Çaresizce o konumda beklerken yerden gelen sesler duydum, vıcık vıcık ilerleyen iğrenç sülüğümsülerin ve de saldırgan bir açlıkla tıkırdayarak koşturan eklem bacaklıların. Yerden nasıl böyle bir ses gelebilirdi? Toprağın altından da mı ilerliyorlardı?
Pencereye ve duvarlara baktığımda yere değil, duvarların köşesine çöktüğümü, duvarlara yaslandığımı anladım. Uzay-mekan kavramı bir kez daha çarpıtılmış, algılarım bir kez daha tuzla buz olmuştu. Artık dışarıyı ve odanın köşelerini kaplayan karanlıktaydım ve iç beklemeden o lanet olası varlıklar da siyahlığın içinden çarpık uzuvlarını içeriye uzatıp vücudumdan tırmanmaya başladılar. Bir kısmı epey büyüktü, bir kısmı epey küçüktü. Büyük olanlar ısırmaya çalışıyor, tenimi çizip parçalıyorlardı, ben de delili ve çaresizlikle kendimi bir o duvara, bir bu duvara, bir yere bir yatağa atıyor, böcekleri kendimden uzaklaştırmaya çabalıyordum. Ama küçük olanları üzerimden atmam mümkün değildi, sırtımdan, karnımdan, kollarımdan boğazıma doğru ilerliyor, oradan da gözlerimden, kulaklarımdan, burnumdan, ağzımdan içeriye giriyorlardı.
Onlar beni ısırdıkça, parçaladıkça, yedikçe, bana işkence ettikçe insanlıktan uzaklaşıp giderek bir hortlağa dönüşüyordum. Böcekler boğazımda, midemde, ciğerlerimde gezdikçe, organlarımı ve dokularımı işgal ettikçe çığlık atmak istiyordum ama garip, ürkütücü çarpık sesler çıkarmaktan, tuhaf tuhaf çığırmaktan başka bir şey yapamıyordum. Böcekler beni yedikçe, benden parça parça alıp götürdükçe ruhum da zihnim de parçalanıyor, tükeniyor, bitiyordu. Dışarıdan göründüğüm hortlak biçimini iç dünyam da alıyordu. İçimde kalan o son sağkalım içgüdüsünün verdiği itim gücüyle ben de böcekleri yemeye, benden götürdüklerini geri almaya başladım. Sert, keskin, yumuşak, iğrenç kıvamda şeylerdi, tatları berbattı ama benden kopardıklarını onlardan geri almalıydım.
Nafile bir çabaydı.
Berbat bir şekilde ben çığıra çığıra artık debelenemez kadar az bir enerjiyle yerde çaresizce yatarken böcekler de yavaş yavaş vücudumdan çekildiler ve geldikleri o lanet karanlığa geri döndüler. Her yer yine sarsıldı, o muazzam canavar o iğrenç tohumlarını geri çağırdı ve yıkım ile dehşet saçarak oradan ayrıldı. Ne dökecek gözyaşım ne de yeşerecek gözüm kalmıştı. Dudaklarım, dişlerim, damağım ve dilim parça parçaydı. Ses tellerim kopmuştu, ciğerim delik değişti.
Kapı açıldı ve içeri o kız geldi yine. Gülüyordu, sırıtıyordu. Yanıma geldi, yanıma oturdu, yara bere içindeki elime dokunarak beni oradan kaldırdı. Bana dokunur dokunmaz bu iğrenç biçimim ve sönmüş, çarpıtılmış, bozulmuş iç dünyam bir bütün oldu. Sanki aklım ve bedenim hiç parçalanmamış da hep böyle bir haldeymiş gibi bir varoluş biçimine geçtim.
Kız arkamdaki duvarın karanlığına karışıp ortadan kayboldu.
Tam o esnada kapıdan içeri başka bir figür girdi. Tanıdık gelen ama bir o kadar da yabancı birisiydi bu. Bir süre ona bakakaldım, o da bana bakakaldı. Sonra hatırladım. Buraya girdiğimde hatırladığım, düşündüğüm, hissettiğim şeyleri. Bunları hatırladıkça öfkelendim, çığırdım, saldırdım ama zincir beni geride tuttu. Zincir beni geride tuttukça daha da kudurdum, zincirden kurtulamayacağımı düşündükçe daha da şiddetli bir duygu spiralinin içine düştüm. O kapıdan dışarı çıkamayacaktım, tek kaçış yolum beni bekleyen o muazzam dehşet ve o dehşetin içinden kaçıp yine içine düşmem gerek karanlıktı, başka bir kapandı.
Yorumlar
Yorum Gönder