Sırık Bölüm 3: Yenikent (Spooktober '24)
Ne zaman uyuduğumu, nasıl uykuya daldığımı hatırlamıyorum ama nasıl uyandığımı da asla unutamıyorum.
Soluğum kesilmişti, sanki yüksek bir yerden göğsümün veya sırtımın üzerine düşmüşüm de ciğerlerimdeki nefes tıkanmıştı. Deli gibi içime hava çekmeye, yaşamaya çalışıyordum ama bunu yaparken de yine çığlık atmaya, gece boyunca atmaya çalıştığım çığlığı ciğerlerime hava çerken atmaya çalışıyordum. Berbat bir sesti, mezarından çıkmaya çalışan bir hortlaktan duyabileceğim bir sesti ancak, ben de zaten ölümden dönmeye çalışıyordum. Gece dehşeti, uyku terörü yaşayan insanlardan ancak o saf, katıksız korkuyla çıkan inlemelerle kıyaslanabilecek bir sesti. İnsanın ruhunu baştan sonuna kadar titretecek, genlerimize, zihnimizin en ilkel katmanlarına, ruhumuzun derinliklerine buna tepki vermek, bu durum karşısında alarmlar çalmak için işlenmiş bir sesti.
En sonunda nefes almayı başardığımda gecenin yerini gündüze bırakmış, güneşin çoktan yükselmiş olduğunu gördüm. Güneşi de güneş ışığını da sevmiyordum artık. Hayat kaynağı değildi bu, çok daha berbat bir şeye doğum yapan bambaşka bir varlıktı. En ürkütücü kabusların kaynağıydı, ışık da karanlık da aynı şeydi benim için. Çizimlerimde yer alan, sık sık kullandığım loşluğun tonları çok daha güvenli hissettiriyordu. Defter açık bir şekilde kucağımda dururken, elim de defterin üzerindeyken uyandığımı fark ettim. Anında ayağa kalkıp silkelendim, artık üzerimde dolaşmayan böcekleri üzerimden atmaya çalıştım, tenimdeki karıncalanma hissinden kurtulmak için debelendim.
Çizimi baştan kontrol ettim, böcek orada değildi, sırık orada değildi.
Başka hiçbir şey için beklemedim. Toparlayabileceğim her şeyi toparladım, ihtiyacım olmayan hiçbir şeyi yanıma almadım, hepsini geride bıraktım. İnsanların rahatsız edici bakışları, çizimlerime verdikleri tepkiler önemli değildi artık. Onların bu art niyetli tavırlarının, çizdiğim garip varlıkları gerçeğe dönüştürüyor olduğunu hissettiğim için tedirgin olmuştum ama bu önemli değildi. Bu şeyler her ne ise artık gerçektiler ve yalnız kalmak istemiyordum. Onlarla karşılaştığımda yalnız kalmak istemiyordum. Neden bana saldırmadıklarını, neden beni alaşağı etmediklerini anlamamıştım ama kesinlikle yalnız kalmak istemiyordum. En azından kaçınılmaz olan gerçekleştiğinde beni gömecek birileri olsun istiyordum, veya yakacak. Beni bu şeylerin insafına bırakmadıkları sürece razıydım.
Toparlandıktan sonra önceden planladığım üzere iç kesimin kırlık bölgelerine doğru, tam olarak da Yenikent ve çevresinde dinlenmek için yola çıktım. Ne bir ormanın, ne de bir dağın taşın olmadığı, tarlaların, otların ve hiçliğin çevrelediği mütevazı ama kalabalık bir yerleşimde bir süre yaşamak beni rahatlatacaktı. Dağlardan kurtulup bir araç bulduktan sonra arkama bakmadım, mümkünse ormanlardan ve tepelerden uzaklaşmadıkça pencerelerden dışarıyı da izlemedim. Yine de önümdeki koltuğun arkasındaki desenleri incelemek bile artık kaygılandırıyordu beni. Beynimin yapacağı çağrışımlarla karşılaşmak istemiyordum. Orada olmayan şeylerin çarpıtılmış ve yozlaşmış düş dünyamda peydah olmasını istemiyordum.
Yenikent güzel bir yerdi. İçinden nehir geçen, yeniden tasarlanmış modern bir kentti. Çok büyük bir şehir değildi ama kalabalık ve işlek caddeleri sokakları, mekanları vardı. Yaşadığım mahallenin, semtin telaşı, trafiği burada yoktu. Öyle ki kendi içimdeki telaş ve paranoya ile buraya gelmekle buradaki insanlara uyum sağlayamayacağımı, Yenikentliler’e rahatsızlık vereceğimi düşünüyordum. Caddeler kalabalıktı ama insanlar sakindi. Ulaşım boldu, arabalar sokaklardan geçiyordu ama korna sesleri ile şehir uğultusu burada yoktu. Şehrin ortasından küçük bir nehir geçiyordu bu bu nehrin etrafına güzel mekanlar, parklar kurulmuş, bu çizgi bütün kentin omurgası haline getirilmişti. Bir süre suyu, suyun hareketini seyretmek bana huzur veriyordu. Her nedense sudaki hareketlenme, suyun dalgalanması, üzerinde oluşan ve kaybolan şekiller kafamda paranoya yaratmıyor, kabuslarıma doğum vermiyordu.
Ama ışık her yerdeydi, karanlık her yerdeydi. Gece olunca açılan sokak lambaları, caddede gezerken loş havada mekanların yarattığı aydınlanma ve de yoldan geçen arabaların farları bana yine o güneşi, yine o ayı ve yine o ışıkların önünde duran lanet karartıyı, sırığı anımsatıyordu. Bana o kadar huzur veren nehir bile bir noktada yine beni rahatsız etmeye başlamıştı. Gece vakti karanlığı aydınlatan ışıklar, su yüzeyinden yansıyor ve işte o yansıma içinde yine o ışığın içinde beni izleyen bir karartı görüyordum. Bakışlarımı nereye çekersem çekeyim yüzüme çarpan her ışıkta, o ışığın önünden geçen her insanda o sırığı görüyordum. Belki de gerçekten orada değildi, belki de gerçekten Sarıbolu’daki veya dağlardaki gibi orada değildi, belki buraya gelememişti ama hâla kafamdaydı. Burada da rahat bulamıyordum. Yüzüme vuran her ışıkla birlikte o ışık zihnimin ve ruhumun da daha derinlerine ulaşıyordu. Daha derinlere kazdıkça bambaşka şeyler buluyor ve yaşamımın her bir noktasından ayrı bir cephe açıp psikolojime hücum ediyor, etmediğinde de kuşatıp yıpranmamı, daha doğrusu kendi kendimi yıpratmamı bekliyordu.
Doğup büyüdüğüm yerden iş yapıp ettiğim o büyük şehre, Boğazkent’e kaçmıştım ama orada da beni kabuslar rahatsız edince önce Sarıbolu’ya, orada da güven bulamayınca dağlara, ardından da Yenikent’e kaçmıştım. Ama kabuslarla birlikte soluğum biraz daha kesiliyor, ömrümden bir parça daha alınıyor, bir yandan da yaşamımın derinliklerine, köklerine yaklaşılıyor ve bana saldıracak daha fazla yön bulunup, bana karşı kullanılacak daha fazla açıklık, daha fazla zayıflık keşfediliyordu. İçeriden ve dışarıdan zapt ediliyordum ve içimde çok kötü bir his vardı. Ruhumun derinliklerinden yükselen bir alarm bana bambaşka kötülüklerin meydana geleceğini, içinden yükselen bir uyarı bana apayrı alametlerin gözümün önüne serileceğini söylüyordu. Ben üzerime çöken bu dehşetten geleceğe doğru kaçmaya çalıştıkça o da geçmişimi, anılarımı ve zihnimi ele geçirip müthiş bir ağırlık ve kuvvet kazanarak beni daha da aşağıya çekiyordu.
Yenikent’te böylesine kaotik ve beni yıldıran düşüncelerde boğuştukça sonsuz bir denizin içinde derin karanlıklara doğru çekildiğimi ve boğuldukça yüzeye ulaşma şansımın olmadığını hissediyordum. Eğer ki yüzeye çıkarsam oradaki bir güneş beni ışığıyla yakıp kavuracaktı, eğer yüzeye çıkmazsam da sonu gelmez karanlık bir hiçlikte boğulacaktım.
Sokaklarda gezerken artık insanları iyiden iyiye rahatsız ettiğimi hissettim. Deli gibi hareket ediyordum, kimseye bulaşmıyor, kimsenin yoluna çıkmıyor ve de kimseyle konuşmuyorken bile insanları rahatsız ediyordum. Onlar için her an patlamaya hazır bir bomba gibiydim. Böylece adım adım şehir merkezinden daha uç kısımlara, daha eski mahallelere doğru çekilmeye başladım. Daha az insanın olduğu ama hâla insanların olduğu, kimseyi rahatsız etmeyeceğim ama o kahrolasıca varlıklar beni rahatsız ettiğinde de yardım isteyebileceğim yerlerdi bunlar. Daha kötü şartlarda yaşıyordum, evler dökülüyordu, sokak lambaları tek tük yanıyordu. Sokaklarda çocuklar yoktu, bağırıp çağırmıyorlardı, benden bir şeyler dilenmiyorlardı, beni soymaya çalışmıyorlardı. Tehlikeli bir yerdi burası ama gördüklerimden daha tehlikeli değildi. Çok karanlıkta az ama seçilen ışık kaynaklarının olmasının çok daha kötü bir durum olduğunu keşfettim. Sanki bütün uzayda tek bir yıldız kalmış da o da olan yaşamı tüketmek istiyormuşçasına bir haldeydi burası. Loş sokaklarda yürürken uzakta duran sokak lambalarının bana uzanan ışınlarını gördüğümde önce korkudan titreyip felç oluyor ve hareket edemez bir hale geliyor, sonra da kendime geldiğimde farklı bir yöne doğru yürüyüş yapıyordum. O sırık figürünü gördüğümden emin olamasam da o ışıkların içinde bir yerde gizlendiğini düşünmemek elde değildi.
Yenikent güzel bir şehirdi ama şimdi geldiğim bu eski döküntü mahalleler ve burada yaşayan ahali bana Sarıbolu’yu hatırlatıyordu. Buna rağmen durum benim buradan gitmemi sağlayacak kadar kötü değildi. Yine o bakışlar vardı üzerimde, yine rahatsızdım bu durumdan ama yalnız başıma kalmayacak ve dağlarda o gece yaşadığım gibi bir olayı burada yaşamayacaktım. Tabii ki durumuma bir çözüm hâla bulamamıştım. Hiçbir şey yapmadığım için hiçbir şey çözülmüyordu, diğer yerlerden daha uzun süren bir huzur bulmuştum burada, ona sarılmıştım dört kolla, ona takıntı yapmıştım ama yavaş yavaş, ağır ağır, parça parça o da kayboluyordu. Çizim yapmam gerekecekti, durumu değerlendirmem ve nasıl bir karar alacağıma bakmam için yeniden çizim yapmam gerekecekti. Bir yandan da tatile çıkmadan önce psikolojik durumumun bu kadar kötü olmadığını fark etmiştim. Bu kadar yoğun bir saldırının altında hissetmiyordum, en kötü ihtimalde işimi değiştirir ve çizim yapmaktan vazgeçip bambaşka bir meslek grubuna yönelirdim. Hayatımı gerçek bir cehennem ızdırabına çevirmekten çok daha iyi bir alternatifti. Kendimden korkarak, kendi yarattıklarımdan korkarak yaşayacağıma kendimden nefret ederek, usana sıkıla yaşardım. Bundan çok daha kaderler vardı bu gezegende ve bir tanesine doğruda şahit oluyordum. Fakat önce bu yolculuğu noktalayacak, bir sonuç almamın ardından sonraki kararlarımı verecektim.
Mahallenin de uç noktalarına geldim, Sarıbolu’daki manzaraya benzer bir durum vardı burada. Şehrin sonuna gelmiş, kent ile kırların ve köylerin bütünleştiği bir eşiğe varmıştım. Çevrede hiç ağaç yoktu, dağlar da epey uzaktaydı ve üzerlerindeki hiçbir şey seçilemiyordu. Güneş batmak üzereydi, binaların, evlerin, kulelerin gölgeleri tarlalara, arazilere, sararmış ve büyümeye bırakılmış otların üzerine vuruyordu. Bu otların boyu epey uzundu ama o sırığı saklamaya yetecek kadar uzun değildi. Derin bir nefes aldım, şu ana kadar olabilecek en güvenli ortamdaydım. Çevrede beni tehdit edebilecek hiçbir şey yoktu, mahalle de zaten olabildiğince sessiz bir yerdi. Manzaraya hakim olduğum bir noktaya oturdum, defteri açtım ve çizmeye başladım.
Çizmeye başlar başlamaz zihnim sessizleşti, detaylara odaklandı, arkamda bıraktığım dünyaları ve düşünceleri unuttu. Sadece parmaklarımın ve kalemin hareketleri vardı, kağıt üzerinde varlık kazanan biçimler vardı. Basit hareketler, ufak hokkabazlıklar ve temel şekillerle geçrekliğe döküldü manzara. Çizdikçe yeteneğimi geri kazandığımı ve o tuhaf varlığı atlattığımı düşünüyordum. Bir yandan da resmi ilerlettikçe çevreyi kontrol ediyordum iyice, hem detayları görebilmek için hem de herhangi bir sıradışı durum var mı yok mu kontrol etmek için. Her şey güzel gelişiyordu, doğal. Dağları uzakta bir silüet olarak çizdim, güneş çerçevenin dışından düştüğü için onu resmetmem gerekmiyordu, yani resimde bir ışık kaynağı olmayacak, doğal olarak da sırık orada görünmeyecekti. Her şey bitince rahatladım, resim mükemmeldi.
Ta ki otların arasındaki gözleri görene kadar.
Böcek değildi bunlar, uzun boylu figürler hiç değillerdi. Otların karanlığında saklanan kısa boylu varlıklardı. Belli belirsiz biçimleri vardı ama sırık gibi tamamen karartı da değillerdi. Loş ışıkta seçilebilecek detayları vardı. Gözleri sonuna kadar açık bana, resmi çizen kişiye bakan, otlarda saklanan bir sürü bir sürü göz vardı. Resmi indirip otlara baktım. Oradalardı, bana bakıyorlardı. Mahallenin sokaklarında hiç çocuk yoktu ama otların arasında sayısız çocuk bana bakıyordu, sonra yeniden kırların içine doğru çekildiler.
Güneş battı, karanlık çöktü, mahallenin çalışan tek tük sokak lambaları aydınlandı. Bu dehşete daha fazla maruz kalmak istemedim ve evime, Boğazkent’in o boğucu, kalabalık ve can sıkan atmosferine döndüm ama bu iyiydi. Çökük mahallelerden, bilmem hangi varlıkların kol gezdiği ormanlardan ve en karanlık mitlerin yuvası olan dağlardan sonra o metropol tam bir cennetti.
Yorumlar
Yorum Gönder