Sırık Bölüm 26: Ev (Spooktober '26)

Toprak yolun sol tarafı Körmesler’e ait, şimdi yine terk edilmiş ve insan boyuna eren yabani otlara bırakılmış bir serayken sağ tarafı da fırtınalarla yer yer çökmüş duvarlar tarafından çevrelenen bir hurdalıktı. Oradan zaman zaman pis kokular, çoğunlukla da rahatsız edici makine sesleri gelirdi ama yine yapılacak bir şey yoktu. O hurdalığın sahipleri de yine arka komşuların boyundandı, kavga etmeye bela aramaya değmezdi. Zaten fırtına her seferinde onlara yapacağını yapıyordu.

Evin bahçesine vardığımda gece iyice bastırıyordu ama ışık kaynakları tozlu ve kirli hava içinde bulanıklaşmış, toza ve kuma karışmıştı. Sadece o uğursuz ay ışığı kimliğini belli edip bütün art niyetleriyle gözlerini üzerime dikiyordu. Hava serindi, esen rüzgarla birlikte hem üşüyordum hem de yere düşmemekte ısrar eden kirli taneler üzerime yapışıyor, uğursuzluklarını bana da bulaştırıyorlardı. Bütün bu duman, ay ışığı altındaki bu gecede, ev ve önünde duran geniş bahçede hoş bir ortam yaratmıyordu. Apaçık bir ortamdaydım ama pus yüzünden yeniden bir ormanın veya boyu büyüyüp gitmiş otlarla dolu bir tarlanın içindeymiş gibi hissediyordum.

Verandaya doğru yürüyüp şöyle bir etrafa göz attım. Sol tarafımda artık havuzun yanıbaşındaki sera ve eski kulübe vardı uzakta, havuzun kendisi görünmüyordu. Onunla ev arasında ot bürümüş tarlalar yer alıyordu. Seranın bittiği noktada, evin yönünün baktığı yere, sınır tarafına doğru köşede bir yerde o eski taşlar vardı, birbirlerinin üzerine yığılı bir halde duruyorlardı. Onun hemen yanından başka bir tarla başlıyor ve evin önünden, garajın arkasından ta hurdalığa kadar uzanıyordu. O tarlanın ötesinde de o küçük iğrenç bataklık vardı, bin bir türlü böceği dünyaya salan, akıl almaz berbat şeyleri bünyesinde barındıran bir yerdi. Dibinde duran bir yüksek gerilim hattı da hiçbir şekilde yardımcı olmuyordu, oradan gelen sesleri hep duyuyorduk, hiçbiri iç rahatlatıcı değildi. Tarlaların ve tüm bunların üzerinden vuran ay ışığı bu toksik sisin arasından sızıp evin ve bahçenin üzerine düşüyordu. Bahçe tel ve ağaç çitler tarafından çevrilmişti ama diğer ağaçlar ve sazlıklar kadar uzun değildiler bunlar, düzenli olarak budanıyorlardı. Bahçenin içinde bol bol çiçek, tek tük sebze, birkaç tane çalı ve bir iki tane de ağaç vardı. Güzel bir günde burada durup dinlenmek, vakit geçirmek isterdiniz ama bu dumanda, bu ay ışığında, bu gecede bunu kesinlikle yapmayacaktım. Burası benim bahçem olabilirdi ama dört duvar arasında güvende olmayı tercih edecektim.

Mutfak kapısını açıp içeri girdim ve anında geri kapattım. Işığı açmayıp kendimi hemen oradaki bir koltuğa attım. Başımı geri yaslayıp yukarıya baktım. Evin tavanını da siyah benekler ve lekeler kaplamıştı, daha doğrusu kaplayacaktı. Bu her ne ise beni takip ediyordu. Derin bir nefes aldım ve gözlerimi kapadım. Hemen ardından soluğumu geri bırakıp çevreye baktım. Koca evin içinde kimse yoktu, herkes ya akrabaların yanında ya da işinde gücünde olmalıydı. Veda etmeden gidecektim, buna pişman olabilirdim ama hız ve zaman her şeydi. Eşyalarımı toplamaya geçmeden önce bir bardak su içecek olsam da göle akan derenin berbat anıları kafamda canlanınca suyu tekneye geri boşalttım. Daha sonra yiyip içebilirdim.

Evde eşyalarımı son kez toparlayıp çantalarımı hazırlarken ciğerlerime çektiğim havanın kendisi bile beni burada tutmak için son çabalarını veriyordu. Duman ve tozdan oluşan bir kütle bütün adanın üstüne çökmüştü ve insanlar öksürmeden duramıyordu. İçeriye kirli hava girmesin diye kapı ve pencereler tamamen kapalıydı, öyle ki bir anlamı olmadığını bile bile perdeleri de kapatmıştım, sırf şehrin üzerine çöken bu pusu görmeyeyim diye. Yine de dışarıya çıkmam gerekecekti, o dumanlı sisin içine girecek ve o pis tozların üzerime yapışmasını çekecektim. Bir kez pencereden dışarı bakmak istedim ama gördüğüm şeyden hoşlanmadım. O dumanlı tozlu sisin içinde seçilemeyen insan silüetleri duruyordu, evin uzağındaydılar ama evi de tamamen sarmış durumdaydılar.

Perdeyi geri kapadım. Hemen plan yaptım. Eğer onlar bana ulaşmadan arabaya koşup onu çalıştırabilirsem buradan uzaklaşabilirdim, gerekirse benim başıma musallat olanları da ezerdim fakat arabayı buradan habersizce alıp götürmek ve havaalanında bırakmak ailemi kızdırabilirdi. O zaman belki de otobüs terminaline kadar giderdim? Aracı oradan almak onlar için sorun olmazdı, tabii benim neden böylesine kısa bir yol için arabayı almak istediğimi sorarlardı ama yine önemli değildi. Şu an sadece hayatta kalmaya ve evi kuşatan bu şeylerden vaz gücümle uzaklaşmaya odaklanıyordum.

Ceketimi üzerime geçirdim, çantalarımı elime aldım, kapıyı açtığım gibi arkamdan geri çarptım ve arabaya doğru koştum. Çevreme bakmıyordum, sadece önüme bakıyordum. Eğer karşıma birisi çıkarsa çantalarla onu yere devirmeye çalışacak ve geçtiğim gibi arkamda bırakacaktım. Verandadan aşağıya indim, parkelerle döşeli bahçeden geçtim ve garaja vardım. Kimseyi görmemiştim, özellikle bakmamıştım ama kimseyi de görmemiştim. Işığı açmaya çalıştıysam da garajdaki lambalar çalışmıyordu, uzun süredir bakımı yapılmamış olmalıydı. Arabayı açıp çantaları arka koltuğa attım ve hemen şoför koltuğuna geçirip motoru çalıştırdım. Birkaç kez denedim ama her defasında ışıklar bir anlığına yandılar, araba çalışacak gibi oldu, ardından da hemen geri söndü. Işıklar her yandığında küfün vurduğu duvarlarda farklı karartıların şekil aldığını ve hareketlendiğini görebiliyordum. Arabayı her çalıştırdığımda bu şekiller biraz daha yaklaşıyor ve sanki duvarın iki boyutlu yüzeyinden çıkıp, o boyutsal var oluşlarını aşıp bana uzanıyorlardı. Motoru daha fazla çalıştırmayı denemeyi istemiyordum, her ışıklar açıldığında durum daha da kötüleşiyordu ama gitmeliydim ve bunu bir an önce yapmalıydım. Çantalarla terminale kadar giden yolu yürümek kolay olmazdı, beni epey yorardı ama bunu yapabileceğimi biliyordum, yine de bayağı uzun sürecekti. En azından şu an taviz vermek istemediğim bir süreydi bu. Havaalanına ne kadar çabuk varırsam ve o uçağa ne kadar çabuk binersem benim için o kadar iyi olacaktı her şey. Bir an önce ayrılmalıydım, uzaklaşmalıydım. Hiçbir şey için olmasa bile kendi akıl sağlığım için çünkü bir sınıra yaklaştığımı biliyordum. Bir süre sonra kendi aklım en büyük düşmanım haline gelecekti.

Nihayet araba çalıştı ve bu sefer motor sönmedi, hızlıca geri vitese alıp garajdan çıktım ve evden ayrılan, caddeye varan toprak yola girdim. Varlıklar hâla çevremi kuşatmış haldeydiler, bir kısmı otların samanların içinden çıkıyordu, bir kısmının ölü donuk gözlerinden arabanın ışığı geri yansıyordu, karanlığın içinden. Bir kısmı duvarlardan hareket etmeye, başka boyutlardan üzerime saldırmaya devam ediyordu. Aldırmadım ve caddeye çıktım, o devasa fabrikanın yanından geçerken ve de uçuşan kargaların sesiyle, çığırısıyla hemen cadde üzerinden oradan uzaklaştım.

Buraya gelirken caddeye inmek için kullandığım toprak yolun ve onun üzerine eğilmiş ağacın yanından geçerek hendeğin üstünden geçen köprüye vardım. Burası da çiftliğin komşu olduğu bir diğer köprü gibi araçların sık sık hız yaptığı ama çevrenin geometrisinden dolayı gelen diğer arabaları veya dönüşleri göremeyip sık sık kaza geçirdiği bir yerdi. Veysiler’in çevresindeki uğursuz üne sahip noktalardan birisi daha. Dikkatli ve yavaş sürdüm, ağır ağır geçtim hendeğin üzerinden. Zaten hendek dediğimiz yer şekli de bu köprüden sonra mezarlığın yanına varıyor ve bataklığımsı bir mahallenin dibinden geçerken iyice açılıp gerçekten de bir bataklığın ucunda bitiyordu. Şehire pis kokuların yayıldığı bir yerdi orası.

Caddenin devamı bu sefer mezarlık çevresi ile mahallenin kendisinin arasından geçip bir sınır görevi görüyordu. Yolda geçerken gözlerim hiç kullanılmayan eski bir benzin istasyonuyla buluştu, geceleri burası tehlikeli bir yere dönüşüyordu, birkaç kişi burada kaybolmuştu ama bu durum yine bölgedeki garip olaylarla mı alakalıydı yoksa mekanı sahiplenen birkaç serserinin işiydi bilinmiyordu. Ne olursa olsun yine mahallenin içindeydi ve yine o cehennem yuvasının etkisinde olmalıydı. Veysiler’e giriş niteliğindeki bir yol ve de mezarlığa varan bir yolun oluşturduğu bir kavşağa girince daha da yavaşlamak zorunda kaldım.

Bu kazalardan bir tanesine kurban gitmek istemiyordum ama yavaşlayınca üzerime yine bir korku çöktü ve birden o panikle gaza bastım. Gözümü bir ışık aldı, üzerime bir araç geldi ve son anda kaldırıma girmeseydim neredeyse o kazayı yaşayacaktım ama bir şekilde atlatmıştım. Arabanın ön kısmı biraz hasar görmüştü fakat sıkıntı yaşatacak derecede değildi. Yola devam ettim. Sağ tarafımda o engin, sonu gelmez tarlalar ve sol tarafımda bir düğün salonu kalıyordu artık. Aynı çarpık, bozuk ritmi, müziği, çalgıları ve şarkıları yeniden duyunca dikkatim oraya kaydı. Gecenin bu vaktinde bir düğün vardı ama oraya giden kimse yoktu. Gözlerimi baştan yola çevirdim, kabusu daha fazla beslemeyecektim. Gerginliğim arta arta doğrudan terminale devam ettim ve nihayet orada arabayı park yerine koyup, anahtarı da içerideki bir görevliye teslim edip otobüsümü beklemeye başladım.

Otobüs terminalinden şehirde bir tane daha yoktu, özel araçla başka bir yere gitmek istemeyen birisi için kullanılacak yegane seçenekti. Az daha geç kalacaktım, bu yüzden fazla beklememe de gerek yoktu ama yine de kaygılanıyordum. İçerisi soğuktu, benden başka sadece bir iki kişi vardı. Gözüm zaman zaman olara kayıp paranoyakça düşüncelerin pençesine düşüyordu. O insanlar da garip gölerle bana baktığında bu delilik bambaşka boyutlara varıyordu ama bir kez daha bilinmezlik beni tuzağa düşürüyordu. Belki de ben sık sık delirip normalleşiyordum ve bu insanlar asıl benden korkuyorlardı.

En sonunda otobüs gelince içeriye bindim. Koltuklar bakımsızdı, tozluydu, yer yer yamalanmıştı. İnsanın bu koltuklara oturarak uyuyakalabilmesi mümkün değildi, hiç rahat değillerdi. Aracın içi buz gibiydi ve diğer yolcular da olabildiğince uzağa oturmuşlardı benden. Belki rahatsız olmuşlardı ama böyle iyiydim, en azından biraz rahatlamıştım.

Araç kalkıp yavaş yavaş yol alınca, eski mahallelerle arama koyduğum her kilometrede biraz daha mutlu oldum, sonunda bitiyordu her şey. Önce şehri yoğun günlerde trafiğiyle kilitleyen bir çemberden geçtik, sonra surlarla çevrili kadim bir bölgenin dibinen. Ardından merkezi de geride bırakıp havaalanına doğru giden şehirler arası yola girince burnuma o lanet bataklığın kokusu vurdu ve o bataklığın içine girdiğimizi o an anladım. Veysiler de o hendek de peşimi bırakmıyordu.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Karanlık Perde

Sırık Bölüm 1: Sarıbolu (Spooktober '24)

Sırık Bölüm 0 (Spooktober '24)