Sırık Bölüm 9: Söbe (Spooktober '24)
Mahalleye yetişkin halimle döndüğümde çok daha ekşi ve korkunç duygularla doluydum. Zaten tatilde ve şehirde yaşadığım şeyler ruhumu tuz buz etmişti ve elimle toplamaya çalıştığım benliğin parmaklarımın arasında yer yer zerreler halinde yer yer de sel halinde sızıyordu. Kuzenimin neden böyle bir şey yaptığını kimse bilmiyordu ama herkes aynı şeyi düşünüyordu. İçki ve kumar genelde üzerinde durulan iki konu başlığıydı.Bu ürkütücü bir durumdu çünkü onun babası da yıllar önce aynı şekilde can vermişti. Durumun iyice ciddiye gittiği bir anda ailesine karşı çok sert bir şekilde davranmış ve ancak kuzenimin araya balta ile girmesiyle çok kritik bir sıkıntının önüne geçilmişti. Babası birkaç hafta boyunca hiçbir emare göstermeksiniz oldukça sakin davranmasına rağmen sonraki ay kendi canına kıymıştı. Her nedense önünde çok somut ve ciddi bir örnek olmasına rağmen kuzenim de eninde sonunda bu yola girmiş, baltayla tepki gösterdiği bu alışkanlıklara bulaşmış ve de bu konuda emin olamasak da bu olayların sonucu olarak canına kıymıştı.
Tabii bütün bunlar tesadüf müydü ben hiç emin değildim. Yaşadığım tüm bu dehşetler sırasında içimde yükselen alarmlar bana başka olayların geldiğini göstermişti ve onların ilki yaşanmıştı. Dahasının yaşanmasının önüne geçmem gerekiyordu, belki de daha kötüsünün yaşanmasının önüne geçmem gerekiyordu. Mahalleye gelince ihtiyarın ölümünü ve ölümünden sonra ona benzer bir biçimin pencerenin ötesine dikilip bana fısıldadığı şeyleri hatırladım. “Kulübe” ve “Mezar” çok tekinsiz kavramlardı çünkü kuzenimle birlikte kurcaladığımız bir kulübe ile “mezar” diye adlandırdığımız garip bir yapı vardı. Çok eski bir yapıydı ve ne yaptığımızı hayal meyal hatırlıyordum. Mezar dediğimiz yapı üç evin merkezinde apartman boşluğu gibi bir görev görev dört duvar tarafından çevrili bir yerdi, ortası betonla kaplanmış bir kısımdı. Bunun çevresini merak ile kazmaya çalışlır ve altında yatan hazineye ulaşmayı isterdik ama çoğunlukla sadece keşfetme isteğimiz vardı. Kulübe de benzer bir yerdi. Garaj ile bahçe arasında kalan küçük bir yapıydı, içinde eski araç gereçler vardı ama hiçbiri kullanılmıyordu, zaten paslanıp çürümüşlerdi ama çocuk halimizle onları sahiplenip kulübeyi de kendi mekanımız gibi benimsemiştik. Tabii ki bu büyüklerimizin bizi iki yerden de men etmesine kadardı.
Öfke ile doluydum çünkü tepki verebileceğim, çözebileceğim bir durum değildi. Mahallede yürüyüşler yapıp duruyordum çünkü sadece yürüyüş yaparak kafamı boşaltabiliyor, kendimi yürüyüşler ile düşünemeyecek kadar yorarak huzur bulabiliyordum. Bu sokaklarda, bu evlerin ve bu insanların arasında yürüyüş yapmak şu halimle beni o kadar rahatsız etmiyordu ama kesinlikle germeye devam ediyordu. Sürekli izlendiğimi, takip edildiğimi düşünüyordum. Sokaklarda da hiç çocuk yoktu ama pencerelerde beni izleyen gözler görebiliyordum, kısa boylu karartılara ait gözler, şişmiş, pörtlek, ardına kadar açılmış ve hiç kapanmayan gözler. Sokakları kaplayan ve her an bana uzanıp beni boynumdan yakalayıp öldürecekmiş gibi duran ağaçların altında yürümekten artık bir noktada çekindim ve dönüş yoluna geçtim fakat hava çoktan kararmıştı, güneş batıyordu ve ufuk çizgisinde alçaldığı noktada yine bir karartının uzakta dikilip bana baktığını seçebiliyordum. Yerimde durunca geri dönüp buradan koşarak uzaklaşsam mı diye düşündüm ama belli ki nerede durduğumun bir önemli yoktu, ister dağda, ister şehirde, ister köyde bu varlık peşimden geliyordu.
Yoluma devam edip akrabalarımın evine doğru yürüyüşümü sürdürünce bu sefer loş sokaklarda birilerinin toplandığını hissettim. Arkamı dönüp bakarsam bana bakan gözlerle karşılaşacağımdan korktuğum için hiç buna yeltenmedim ve her şey normalmiş, hiçbir sorun yokmuş gibi davrandım. Önüme bakmak istediysem bunu da yapamadım çünkü sokağın ilerisindeki başka evlere bakıp o pencerelerden başka çocukları görme ihtimali de beni tedirgin ediyordu. Ben de yere, iki metre ilerime gözlerimi kilitleye kilitleye attım adımlarımı. Ben adım attıkça arkamdan gelenler de adımlarını atıyorlardı ama senkronize değildik, her defasında onlar biraz daha hızlı yürüyorlar, bana daha çok yaklaşıyorlardı. Öyle ki gözümün ucuyla baksam sağımda ve solumda yürüyen garip çocuklarla yüz yüze gelecektim. İleriye bakarken bile onların karartılarının benim yanımda ve azıcık ilerimde yürüdüğünü görebiliyordum. Koşturmak istedim, bütün benliğimle bütün çaresizliğimle koşturmak istedim ama kendimi tuttum. Koşturursam kuralları kıracakmış, oyunu bozacakmışım gibi hissediyordum. Beni kovalayan çocuklara benzemeye başlamış veya tüm bu korkuların doğduğu çocukluğuma, o çocuk halime dönmüştüm.
Yürümek bir noktada imkansız hale gelmişti çünkü yan taraftan ilerleyen küçük karartılar bu sefer beni de epey geçip önümde bir set çekmişlerdi. Bir süre onların kuşatması altında yürümüş olsam da bir noktadan sonra yavaşlamaya başlayıp nihayetinde de durdular. Oradaki herkesin ve her şeyin o anda bana baktığından emindim. Ağaçlar, insanlar, çocuklar ve sırığın kendisi. Güneş çoktan batmıştı, her taraf karanlıktı. Acaba baksam görür müydüm? Bakmaya yeltenmeli miydim? Buna cüret etmeli miydim? Öylece onların arasında durursam daha kötü şeyler olmaz mıydı? Belki de kafamı kaldırıp etrafa bakarsam bir kaçış yolu görebilecek ve oradan kurtuluşuma erebilecektim. Böylece kaldırdım kafamı ve çevreme baktım ama tek görebildiğim karanlıkların içine geri çekilen karartılar, loşluğa karışan sönük pörtlek gözler oldu. Nereye geldiğimi anlamaya çalıştığımda ise terk edilmiş parklara vardığımı gördüm, mahallenin bir ucuna gelmiştim, hiç gelmek istemeyerek. Rüzgarın uğultusu ve de paslanmış metalik oyuncakların gıcırtısı burada duyulan yegane seslerdi. Ne sokaktan ne de evlerden bir ses gelmiyordu. Burası da güneş batınca Garaibe köyünü anımsatmaya başlamıştı. Belki de oradaki de buradaki de aynı canavardı.
Eve toprak yoldan dönmeye karar verdim, daha yakındı, kestirme yoldu. Belki pencerelerden beni izleyen gözlerden uzak durmak beni tehlikeden de uzak tutacaktı, belki de bu benim cahilce kabul ettiğim bir yanılsamaydı ama kafama huzur getirdiği sürece böyle yanılsamalara da razıydım. Toprak yola saptım, tam o sırada arkamdan bir ışık vurdu ve inleyerek geriye doğru atladım ve korku ile sonuna kadar açtığım gözlerimi ışığın geldiği yere doğru çevirdim. Işık kaynağı yoluna devam ederek oradan ayrıldı, yanımdan bir araba geçmişti. Akli bütünlüğüm artık o oyun parkındak çer çöpün de karıştığı kum havuzu gibiydi.
Toprak yola sapıp tarlaların yanından yürümeye başladığımda tarlalarda fazlasıyla büyüyüp uzamış otlardan gözlerimi alamadım. Orada bir şeyler vardı ve içimden bir ses oraya dikkat etmemi söylüyordu. Yenikent’i çevreleyen otlukları mı anımsatıyordu? Buradaki çocuklar oradaki çocuklar mıydı? Burada da mı aynı vakayı yaşayacaktım? Tarlaları ayrıca çevreleyen uzun sazlıklar ve ağaçlar da tıpkı otlar gibi beni kaygılandırıyordu, her an bunların arasından bir şeyler çıkacak da üstüme atılacakmış gibi geriliyor, kendimi böyle bir senaryoya hazırlıyordum. Adımlarımı hızlandırdıkça sanki otların arasında beni izleyen gözleri daha net seçebilmeye başladım, bunlar sokakta beni çevreleyen aynı çocuklar mıydı? Peki neden geri çekilmişlerdi? Neden merdivenlerden çıktıkları gibi veya sokakta beni kuşattıkları gibi harekete geçmiyorlardı şu an da otların arasına, karanlığın içine saklanıyorlardı? Aklımda garip ve tüylerimi diken diken eden başka düşünceler belirdi. Daha üstün bir avcı çevrede geziyormuş da beni, avlarını ona bırakıyorlarmış gibi bir senaryo hayal ettim.
Adımlarımı daha da hızlandırdım. Biliyordum, adım gibi emindim, bir ara o sazlıkların ağaçların arasından bir ışık belirecek, o ışığın önünde karanlık uzun ve ince bir silüet ortaya çıkacak ve zaten harap olmuş aklımı kullanarak bana işkence etmeye devam edecekti. Gölgeleriyle, ışık oyunlarıyla, üzerime saldığı başka belalarla, bana yaşattığı kabuslarla, mide bulantılarıyla, beni maruz bıraktığı uykusuzlukla ve de insan zihninin düşünemeyeceği, hayal edemeyeceği veya düşünmeye veya hayal etmeye cüret edemeyeceği türlü türlü başka eylemler ve planlarla bana işkence edecekti. Uykumu elimden almıştı, işimi ve yeteneklerimi elimden almıştı, iştahımı elimden almıştı, akıl sağlığımı ve ailemi de bir oyuncakla oynarmış gibi elimden alıyordu.
Yolu bu düşüncelerle aşıp evin arka bahçesine vardığımda ve de mülke girmek üzere duvardan atlamaya çalıştığımda bir el arkamdan ayak bileğime uzanıp beni bir anlığına tuttu ve o dengesizlikte duvarın öte tarafına, hurdaların ve çöplerin arasına patates çuvalı gibi düştüm. Ben debelendikçe biraz daha derinine battıp o yığının ve sağımı solumu çizip pisliğin daha da içine girmiş oldum. Oradan çıkmaya çalışırken çok tanıdık ama bir o kadar dehşet verici bir duyu hücum etti üstüme, elimin ve kollarımın üzerinde dolanan karıncalanmalar, karıncalanmalar. Çığlıklar ata ata hurdaların arasında debelenirken vücudumun üzerinde binbir türlü şekilsiz biçimsiz böcek dolanmaya başladı, hiçbir şey göremediğimden tam olarak bilmiyordum ama fikir yürütmem gerekseydi bu lanet şeylerin çoğul bir sürü değil, daha tekil bir varlık olduğunu söylerdim. Sanki o hurdaların arasında yıllar boyunca başka bir varlık yatıyormuş da onu rahatsız etmişim gibi, sanki tüm bu böcekler ve eklemler ve iğrenç şekilsiz gövdeler onun uzantıları veya çocuklarıymış gibi. Oradan çıkmaya yeltenecek cesareti kendimde bulduğumda veya sağ kalma içgüdüsünü bastıran delilik ve çaresizliğin içinde bir boşluk yakaladığımda hurda yığınının üstüne tırmanmaya çalıştım ve üzerimde dolanan böcekleri hiçe sayarak, sadece kurtuluş çabama odaklanarak oradan sıyrılmaya, kendimi dışarıya atmaya odaklandım. En sonunda bir hurdanın üzerine bir diğerini koya koya, çöpleri arkamda bıraka bıraka yığının tepesine çıkabildim.
Ne var ki ben o yığının içinde hareket eden tek varlık değildim. Ben yukarıya çıkar çıkmaz çöpler ve hurdalar hareketlenmeye, iki yana yarılmaya ve yükselmeye başladı. Bu çöplerin ve atıkların arasından ışık hüzmeleri sızdı, önce sönük bir halde sonra güçlü bir halde. Anında oradan zıplayıp toprak zemin üzerine attım kendimi. Yere düşer düşmez bu sefer önümde bütün dehşetiyle yükselen o biçimi, o karartıyı gördüm. Öyle bir andı ki hurdalar ile arkadaki sazlıklar ve ağaçlar sanki bir olmuşlar, bir ışık kaynağı yaratmışlar ve o kütlenin içinden bu sırık peydah olmuş gibiydi. Daha fazla beklemeden kendimi içeri attım.
Sırık o ağaçların arkasına kayboldu yeniden, ay ışığı da onların üstünde süzülüyordu.
Tabii bütün bunlar tesadüf müydü ben hiç emin değildim. Yaşadığım tüm bu dehşetler sırasında içimde yükselen alarmlar bana başka olayların geldiğini göstermişti ve onların ilki yaşanmıştı. Dahasının yaşanmasının önüne geçmem gerekiyordu, belki de daha kötüsünün yaşanmasının önüne geçmem gerekiyordu. Mahalleye gelince ihtiyarın ölümünü ve ölümünden sonra ona benzer bir biçimin pencerenin ötesine dikilip bana fısıldadığı şeyleri hatırladım. “Kulübe” ve “Mezar” çok tekinsiz kavramlardı çünkü kuzenimle birlikte kurcaladığımız bir kulübe ile “mezar” diye adlandırdığımız garip bir yapı vardı. Çok eski bir yapıydı ve ne yaptığımızı hayal meyal hatırlıyordum. Mezar dediğimiz yapı üç evin merkezinde apartman boşluğu gibi bir görev görev dört duvar tarafından çevrili bir yerdi, ortası betonla kaplanmış bir kısımdı. Bunun çevresini merak ile kazmaya çalışlır ve altında yatan hazineye ulaşmayı isterdik ama çoğunlukla sadece keşfetme isteğimiz vardı. Kulübe de benzer bir yerdi. Garaj ile bahçe arasında kalan küçük bir yapıydı, içinde eski araç gereçler vardı ama hiçbiri kullanılmıyordu, zaten paslanıp çürümüşlerdi ama çocuk halimizle onları sahiplenip kulübeyi de kendi mekanımız gibi benimsemiştik. Tabii ki bu büyüklerimizin bizi iki yerden de men etmesine kadardı.
Öfke ile doluydum çünkü tepki verebileceğim, çözebileceğim bir durum değildi. Mahallede yürüyüşler yapıp duruyordum çünkü sadece yürüyüş yaparak kafamı boşaltabiliyor, kendimi yürüyüşler ile düşünemeyecek kadar yorarak huzur bulabiliyordum. Bu sokaklarda, bu evlerin ve bu insanların arasında yürüyüş yapmak şu halimle beni o kadar rahatsız etmiyordu ama kesinlikle germeye devam ediyordu. Sürekli izlendiğimi, takip edildiğimi düşünüyordum. Sokaklarda da hiç çocuk yoktu ama pencerelerde beni izleyen gözler görebiliyordum, kısa boylu karartılara ait gözler, şişmiş, pörtlek, ardına kadar açılmış ve hiç kapanmayan gözler. Sokakları kaplayan ve her an bana uzanıp beni boynumdan yakalayıp öldürecekmiş gibi duran ağaçların altında yürümekten artık bir noktada çekindim ve dönüş yoluna geçtim fakat hava çoktan kararmıştı, güneş batıyordu ve ufuk çizgisinde alçaldığı noktada yine bir karartının uzakta dikilip bana baktığını seçebiliyordum. Yerimde durunca geri dönüp buradan koşarak uzaklaşsam mı diye düşündüm ama belli ki nerede durduğumun bir önemli yoktu, ister dağda, ister şehirde, ister köyde bu varlık peşimden geliyordu.
Yoluma devam edip akrabalarımın evine doğru yürüyüşümü sürdürünce bu sefer loş sokaklarda birilerinin toplandığını hissettim. Arkamı dönüp bakarsam bana bakan gözlerle karşılaşacağımdan korktuğum için hiç buna yeltenmedim ve her şey normalmiş, hiçbir sorun yokmuş gibi davrandım. Önüme bakmak istediysem bunu da yapamadım çünkü sokağın ilerisindeki başka evlere bakıp o pencerelerden başka çocukları görme ihtimali de beni tedirgin ediyordu. Ben de yere, iki metre ilerime gözlerimi kilitleye kilitleye attım adımlarımı. Ben adım attıkça arkamdan gelenler de adımlarını atıyorlardı ama senkronize değildik, her defasında onlar biraz daha hızlı yürüyorlar, bana daha çok yaklaşıyorlardı. Öyle ki gözümün ucuyla baksam sağımda ve solumda yürüyen garip çocuklarla yüz yüze gelecektim. İleriye bakarken bile onların karartılarının benim yanımda ve azıcık ilerimde yürüdüğünü görebiliyordum. Koşturmak istedim, bütün benliğimle bütün çaresizliğimle koşturmak istedim ama kendimi tuttum. Koşturursam kuralları kıracakmış, oyunu bozacakmışım gibi hissediyordum. Beni kovalayan çocuklara benzemeye başlamış veya tüm bu korkuların doğduğu çocukluğuma, o çocuk halime dönmüştüm.
Yürümek bir noktada imkansız hale gelmişti çünkü yan taraftan ilerleyen küçük karartılar bu sefer beni de epey geçip önümde bir set çekmişlerdi. Bir süre onların kuşatması altında yürümüş olsam da bir noktadan sonra yavaşlamaya başlayıp nihayetinde de durdular. Oradaki herkesin ve her şeyin o anda bana baktığından emindim. Ağaçlar, insanlar, çocuklar ve sırığın kendisi. Güneş çoktan batmıştı, her taraf karanlıktı. Acaba baksam görür müydüm? Bakmaya yeltenmeli miydim? Buna cüret etmeli miydim? Öylece onların arasında durursam daha kötü şeyler olmaz mıydı? Belki de kafamı kaldırıp etrafa bakarsam bir kaçış yolu görebilecek ve oradan kurtuluşuma erebilecektim. Böylece kaldırdım kafamı ve çevreme baktım ama tek görebildiğim karanlıkların içine geri çekilen karartılar, loşluğa karışan sönük pörtlek gözler oldu. Nereye geldiğimi anlamaya çalıştığımda ise terk edilmiş parklara vardığımı gördüm, mahallenin bir ucuna gelmiştim, hiç gelmek istemeyerek. Rüzgarın uğultusu ve de paslanmış metalik oyuncakların gıcırtısı burada duyulan yegane seslerdi. Ne sokaktan ne de evlerden bir ses gelmiyordu. Burası da güneş batınca Garaibe köyünü anımsatmaya başlamıştı. Belki de oradaki de buradaki de aynı canavardı.
Eve toprak yoldan dönmeye karar verdim, daha yakındı, kestirme yoldu. Belki pencerelerden beni izleyen gözlerden uzak durmak beni tehlikeden de uzak tutacaktı, belki de bu benim cahilce kabul ettiğim bir yanılsamaydı ama kafama huzur getirdiği sürece böyle yanılsamalara da razıydım. Toprak yola saptım, tam o sırada arkamdan bir ışık vurdu ve inleyerek geriye doğru atladım ve korku ile sonuna kadar açtığım gözlerimi ışığın geldiği yere doğru çevirdim. Işık kaynağı yoluna devam ederek oradan ayrıldı, yanımdan bir araba geçmişti. Akli bütünlüğüm artık o oyun parkındak çer çöpün de karıştığı kum havuzu gibiydi.
Toprak yola sapıp tarlaların yanından yürümeye başladığımda tarlalarda fazlasıyla büyüyüp uzamış otlardan gözlerimi alamadım. Orada bir şeyler vardı ve içimden bir ses oraya dikkat etmemi söylüyordu. Yenikent’i çevreleyen otlukları mı anımsatıyordu? Buradaki çocuklar oradaki çocuklar mıydı? Burada da mı aynı vakayı yaşayacaktım? Tarlaları ayrıca çevreleyen uzun sazlıklar ve ağaçlar da tıpkı otlar gibi beni kaygılandırıyordu, her an bunların arasından bir şeyler çıkacak da üstüme atılacakmış gibi geriliyor, kendimi böyle bir senaryoya hazırlıyordum. Adımlarımı hızlandırdıkça sanki otların arasında beni izleyen gözleri daha net seçebilmeye başladım, bunlar sokakta beni çevreleyen aynı çocuklar mıydı? Peki neden geri çekilmişlerdi? Neden merdivenlerden çıktıkları gibi veya sokakta beni kuşattıkları gibi harekete geçmiyorlardı şu an da otların arasına, karanlığın içine saklanıyorlardı? Aklımda garip ve tüylerimi diken diken eden başka düşünceler belirdi. Daha üstün bir avcı çevrede geziyormuş da beni, avlarını ona bırakıyorlarmış gibi bir senaryo hayal ettim.
Adımlarımı daha da hızlandırdım. Biliyordum, adım gibi emindim, bir ara o sazlıkların ağaçların arasından bir ışık belirecek, o ışığın önünde karanlık uzun ve ince bir silüet ortaya çıkacak ve zaten harap olmuş aklımı kullanarak bana işkence etmeye devam edecekti. Gölgeleriyle, ışık oyunlarıyla, üzerime saldığı başka belalarla, bana yaşattığı kabuslarla, mide bulantılarıyla, beni maruz bıraktığı uykusuzlukla ve de insan zihninin düşünemeyeceği, hayal edemeyeceği veya düşünmeye veya hayal etmeye cüret edemeyeceği türlü türlü başka eylemler ve planlarla bana işkence edecekti. Uykumu elimden almıştı, işimi ve yeteneklerimi elimden almıştı, iştahımı elimden almıştı, akıl sağlığımı ve ailemi de bir oyuncakla oynarmış gibi elimden alıyordu.
Yolu bu düşüncelerle aşıp evin arka bahçesine vardığımda ve de mülke girmek üzere duvardan atlamaya çalıştığımda bir el arkamdan ayak bileğime uzanıp beni bir anlığına tuttu ve o dengesizlikte duvarın öte tarafına, hurdaların ve çöplerin arasına patates çuvalı gibi düştüm. Ben debelendikçe biraz daha derinine battıp o yığının ve sağımı solumu çizip pisliğin daha da içine girmiş oldum. Oradan çıkmaya çalışırken çok tanıdık ama bir o kadar dehşet verici bir duyu hücum etti üstüme, elimin ve kollarımın üzerinde dolanan karıncalanmalar, karıncalanmalar. Çığlıklar ata ata hurdaların arasında debelenirken vücudumun üzerinde binbir türlü şekilsiz biçimsiz böcek dolanmaya başladı, hiçbir şey göremediğimden tam olarak bilmiyordum ama fikir yürütmem gerekseydi bu lanet şeylerin çoğul bir sürü değil, daha tekil bir varlık olduğunu söylerdim. Sanki o hurdaların arasında yıllar boyunca başka bir varlık yatıyormuş da onu rahatsız etmişim gibi, sanki tüm bu böcekler ve eklemler ve iğrenç şekilsiz gövdeler onun uzantıları veya çocuklarıymış gibi. Oradan çıkmaya yeltenecek cesareti kendimde bulduğumda veya sağ kalma içgüdüsünü bastıran delilik ve çaresizliğin içinde bir boşluk yakaladığımda hurda yığınının üstüne tırmanmaya çalıştım ve üzerimde dolanan böcekleri hiçe sayarak, sadece kurtuluş çabama odaklanarak oradan sıyrılmaya, kendimi dışarıya atmaya odaklandım. En sonunda bir hurdanın üzerine bir diğerini koya koya, çöpleri arkamda bıraka bıraka yığının tepesine çıkabildim.
Ne var ki ben o yığının içinde hareket eden tek varlık değildim. Ben yukarıya çıkar çıkmaz çöpler ve hurdalar hareketlenmeye, iki yana yarılmaya ve yükselmeye başladı. Bu çöplerin ve atıkların arasından ışık hüzmeleri sızdı, önce sönük bir halde sonra güçlü bir halde. Anında oradan zıplayıp toprak zemin üzerine attım kendimi. Yere düşer düşmez bu sefer önümde bütün dehşetiyle yükselen o biçimi, o karartıyı gördüm. Öyle bir andı ki hurdalar ile arkadaki sazlıklar ve ağaçlar sanki bir olmuşlar, bir ışık kaynağı yaratmışlar ve o kütlenin içinden bu sırık peydah olmuş gibiydi. Daha fazla beklemeden kendimi içeri attım.
Sırık o ağaçların arkasına kayboldu yeniden, ay ışığı da onların üstünde süzülüyordu.
Yorumlar
Yorum Gönder