Sırık Bölüm 4: Betondağ (Spooktober '24)

Evime, şehrime döndüğümde dağlar, ormanlar ve onların içinde gezinen gariplikler beni takip etti. Koca şehir betondan bir ormana dönüşmüştü, gökdelenler tıpkı o dağlar gibi sonsuzluğa uzanan mitik varlıklar haline gelmişlerdi. Şehrin uğultusu hâla oradaydı ama kulelerin arasından esen rüzgarın sesini yine duyabiliyordum, güneş ışığından, ay ışığından, otların arasından esen rüzgar beni şehrin kalbine kadar kovalamıştı ve burada da peşimi bırakmayacaktı. Işıklar en kötüsüydü, her yerde ışık vardı, her yerde yüzüme vuran ışınlar vardı. Tüm bunların arasında da karanlıklar saklanıyordu, binaların arkasında, ara sokaklarda, ışıkların yarattığı gölgelerde ve de özellikle yüz yüze geldiğim ışık kaynaklarının önünde geçen karartılar olarak. Arabaların farından ve sürekli onlarla arama giren insanların silüetlerinden kurtulamıyordum. Kalabalık insan denizinin arasında, uzağında, ötesinde beni izleyen bir sırık olup olmadığını seçemiyordum. Duvarlarda hareket eden gölgelerin, beni kovalayan karartı olup olmadığını anlayamıyordum. Kendi kafamda yarattığım ve oradan gerçek dünyaya sızan bu dehşet, kendi suretini benim iç dünyamda yeniden yaratmış ve hem içeriden hem de dışarıdan beni kapana kıstırmaya devam ediyordu.
 Yine de bunların hepsini görmezden gelmeye, sabahları nefesim kesilmiş bir şekilde uyanmama, kabuslarla dolu geceler geçirmeme, işte, evde, sokakta sürekli beni takip eden karartılar gördüğümü düşünmeme rağmen hiçbir şey yokmuş gibi, hiçbir şey olmuyormuş gibi davrandım. Belki yeterince görmezden gelirsem bunların hiçbiri yaşanmayacaktı.
 Kabuslarım sanki bu kararımın farkına varmış olacaklar ki düş diyarında bana dadanan yaratıkları günlük hayatımda da karşıma çıkarmaya karar verdiler. Tenimde dolanan böcekleri, gözümün takıldığı karartıları, duyduğum uğultuları görmezden gelebiliyordum ama artık bambaşka seviyede tehditlere maruz kalmaya başladım. Kalabalığın arasında, sokakta yürürken, toplu taşıma kullanırken veya işyerinin yarattığı karmaşanın ortasında belli belirsiz, görünür görünmez puslu bulanık şekiller görüyordum. Deliliğim acaba gözlerime mi vurmuştu? Acaba mental hastalıklarım artık fiziksel sıkıntılara mı dönüşüyordu? Bir süre boyunca bu bulanık insanımsı şekilleri takip etmeye çalıştım. Kesinlikle sırık gibi değillerdi. Işıkla bir alakaları yoktu. Bazen karanlıkta, bazen ışık varken ortaya çıkıyorlardı. Kalabalığın arasında da hiç kimsenin yürümediği sokaklarda da peydah oluyorlardı. Kısa bir zaman dilimi için bu varlıklar da içimde farklı korkular yarattılarsa da onları da mental düşüşümün bir sonucu olarak nitelendirip bu garip varlıkları da görmezden gelmeye çalıştım. Ne var ki onlar diğer kabuslarımdan çok daha tehlikeli varlıklarmış çünkü sabahları beni uyandıran nefes kesilmelerini, göğüs sıkışmalarını bu sefer günün ortasında da yaşamaya başladım. Bazen yavaş yavaş gerçekleşiyor, nefesim ağırlaşmaya başlıyor, vücudum daha yavaş hareket ediyor, eninde sonunda da soluksuz kalıyordum. Bazen de birden üstüme çöken bir olay oluyordu, çok ciddi durumlar yaratıyor ve bunların sonucu olarak hastaneye kaldırılıyordum. 
 Hastaneye gittiğim zamanlarda fiziksel herhangi bir sorunumun olmadığını söylediler, stresten kaynaklı krizlerin olabileceğini ve bunun için doğru bölümlere yönlendirilmem gerektiğini anlattılar ve ben de öyle yaptım. Bu durum için ilaç kullanmaya başladığım zaman işlevselliğim epey düştü ama en azından ne halüsinasyonlar görüyor, ne de gündüz vakti nefes darlıkları yaşıyordum. Sabahları yine soluğum kesiliyordu ama bu durumun yarattığı fiziksel baskıyı üzerimde hissetmiyor, nefes almaya çalışarak panik yapmadan sakince bekleyip ondan sonra günüme başlıyordum.
 Doktorlardan ciddi bir durumumun olmadığını duymak ve olayın tamamen mental bir sıkıntı olduğunu anlamak müthiş bir duyguydu. Hastaneler genelde iyi veya kötü haberler alsanız da hemen kaçıp uzaklaşmak isteyeceğiniz yerlerdi ama iyi haber aldığıma çok sevinmiştim. İlaçlar hayatımı ama daha önemlisi, zihnimi, ruhumu kurtarıyordu. Tabii bir noktaya kadar.
 Bu kimyasalların aslında yaptığı tek olay beni tepkisiz bırakmaktı veya tepki eşiğimi epey yukarıya çekmekti. Zamanla bunları kullandıkça midem bulanmaya başladı ve bu olay gittikçe ağırlaştı. Yine de bulantılardan sonra bir refleks sergilemeye çalıştıysam da olmadı, belki de onların da zihnimde yarattığı ayrı bir yan etkiydi bu. İstifrağ denemelerimi sabah ve akşam yapıyordum, sabahları yapmak zorunda kalıyordum çünkü bulantı çekilecek gibi değildi. Özellikle soluk kesilmeleri sırasında gösterdiğim fiziksel direnç beni epey yoruyordu ve bu da ilaçların mideme ve zihnime vurmasına neden oluyordu. Buna rağmen hiçbir gün, hiçbir zaman bu denemelerim bir sonuç vermedi. Bu şekilde bazen akşamları ama genelde her sabah bir sonuç alıp rahatlamak üzere lavaboya giriyordum ama midemi veya bu yanılsamayı iyileştirmenin bir yolunu bulamıyordum, sonra kabuslar başladı.
 Nasıl uyuduğumu hatırlamıyorum ama gördüğüm kabusu çok açıkça hatırlıyorum. Yine o varlık çökmüştü kaburgalarıma, ciğerlerime, soluk boruma fakat bu sefer sadece beni boğmaya çalışmıyordu. Varlığın kendisinin neye benzediğini bilmiyordum çünkü göremiyordum. Boğulduğum esnada gözlerim puslanıyordu ve algım kayıyordu. Bulanık sisli bir şekil olarak görünüyordu sanki havanın ve boşluğun kendisini bozarcasına. Beni yine boğazımdan kavradı ama boğazımı sıkmadı. Başka bir pençenin de bu sefer dişlerimden ve damaklarımdan yakaladığını hissettim acı içinde kıvranarak. Ardından o pençenin içinden başka bir şey daha çıktı, çok tanıdık bir şey, cismi boyutu belli olmayan, bir sürü çarpık eklemleri olan, sürünen, kaşındıran, iğrenç bir şey.
 O böceğin berbat, keskin ve zehirli bacaklarını dilimde, damağımda, dişlerimde ve boğazımda batıra batıra, ağzımı, boğazımı kanata kanata ilerlediğinden emin olduğunda pençe de çekildi üzerimden, varlık da. Bağırmak isteyip bağıramadım, soluk alıp verebiliyordum ama böceğin oraya kaçmasını engellemeye çalışıyor, var gücümle soluk borumu kapatıyor, aynı zamanda da bir elimle boğazımı sıkarken, bir elimle de ağzımdan böceğe ulaşmaya çalışıyordum. Eklem bacaklı iğrenç yaratık öncesinde ciğerlerime gitmeyi bırakıp damağımı kemirmeye, yukarıya, beynime ulaşmaya çalışmışsa da ellerimle onu yakalamaya çalışmamla birlikte bu sefer mideme doğru hareketlenip benim erimimden uzaklaştı. Keskin, zehirli, berbat eklemleriyle boğazımdan sürüne sürüne, o iğrenç vücudunu boğazıma süre süre mideme doğru giderken bir elimle boğazımın derinliklerine doğru ulaşmaya çalışıp ancak müthiş bir acı hissederek başarısız olurken diğer elimle de bu sefer artık sıktığım boğazımın ötesine geçmiş yaratığı durdurmak veya en azından öldürebilmek için gerdanıma, göğsüme veya mideme vuruyordum.
 Çığlık atarak uyandım. Öyle bir kabustu ki bu böceğin ağzımda ve boğazımda yarattığı acı ve tat hâla oradaydı ama herhangi bir kan veya yara izi yoktu, herhangi bir şey yaşanmamıştı, sadece o kahrolasıca varlıkların zihnime ektikleri kabuslardan birisiydi. Gidip sopsoğuk bir duş aldım, hiçbir şey yeyip içmedim, o gün ilacımı da almadım ve dışarı çıktım.
 İş günü oldukça normal geçti, çizimlerimi de gayet doğal bir şekilde, en iyi halimle yapıyordum. Bir günlüğüne, sadece bir günlüğüne her şeyin çözüldüğünü ve bu son geceyle beraber kabusların da bittiğini düşünüp uzun mu uzun bir iş günü geçirdim, elimden gelenin en iyisini ve en fazlasını yaptım. Herkes memnundu, özellikle şu son birkaç ayda geçirdiğim delilik haliyle birlikte elde ettiğim yeni ilham kaynaklarından yola çıkarak meydana koyduğum ürünler bu insanlar için çok etkileyiciydiler ve özgünlükleri bambaşka bir noktadaydı. Yepyeni korku kaynakları keşfetmek üzere iş planı yapan benim gibi biri için böylesine bir geçici delilik müthiş bir şey olmuştu, en azından bu durum gerçekten geçici bir delilik olsaydı. En azından bu durum bir delilik hali olsaydı da gerçekliği konusunda bu kadar emin konuşmasaydım.
 Bu doğal yaşam hali ancak akşama kadar sürmüştü çünkü akşam olunca ilacın önünü kestiği birtakım belalar yeniden hayatıma musallat oldu. Ofisten geç çıkmış olacağım ki pek fazla insan sokakta yoktu. Ben metroya inip metrodan çıkana kadar zaten caddelerde kimse kalmamıştı ve bana eşlik eden yegane şeyler gökyüzüne doğru uzanan mitik kuleler ile onların diplerini aydınlatan ışıklardı. Bu durum beni rahatsız edip pek uygun bir şekilde zihnimde çeşitli uyarılar canlandırdıysa da ben bunları ciddiye almadım veya içten içe ciddiye alıp yüzeysel bir bilinç halinde ciddiye almamayı seçtim. Bu düşünceler içinde dolanırken de karalama defterimi ofiste unuttuğumu ve haftasonuna denk geldiğimizi hatırladığımda yeniden ofis binasına döndüm. Çalıştığımız kat epey yukarıdaydı ama asansörle çıktığım için bu bir sorun yaratmadı. 
 Masamı bulup defteri elime alır almaz ofisin cam duvarlarına müthiş bir ışık vurunca anında yere çöküp içgüdüsel olarak siper aldım. Neyin geldiğini bilmiyordum ama tabiatının az çok farkındaydım fakat bu sefer görecektim, beni neyin bu kadar rahatsız ettiğini, hayatımı hangi berbat varlığın böylesine bir cehenneme çevirdiğini görüp öğrenecektim. Sürüne sürüne, masaların ve ofis bölmelerinin gölgelerine sığına sığına ilerledim ve cam duvarın yakınına geldiğimde caddeleri olduğu gibi kuşatan, adeta dağları yutmuş bir selin suları gibi her yeri kaplayan devasa bir ışık kütlesini seçebildim anca ve bu denizin ortasında hareket eden bir karartı. Yİne görememiştim, yine yakından bakamamıştım, öğrenememiştim. İyice korkuyordum, iyice meraklanıyordum. Korktukça sinirleniyor ve sinirlendikçe de merak duygumun da ittirmesiyle harekete geçesim geliyordu. Cama yanaştım, hâla göremiyordum, daha da yanaştım. En sonunda ellerimi ve yüzümü cama dayadım, bana musallat olan belanın doğasını anlamak istiyordum. Nedenini öğrenmek istiyordum, nasılını kavramak istiyordum. Bu sorunu çözmek istiyordum, çaresizce girişilen aptalca ama aptalca bir çözüm arayışıydı bu ve ilk adımı problemin kendisini anlamaktı. Dışarıya çıkmadan bu varlığa yaklaşabileceğim kadar yaklaşmıştım ve bir süre cama dayanmış bir halde onu görmeye çalıştım.
 Gözlerimin önüne yapışan küçük ama kirli, hatta kararmış bir el ile inleyerek geriye sıçradım. Bunu cama yapışan ikinci bir el takip etti. Yenikent’in dışındaki otluklara saklanan gözlerin aynısı bu sefer camın ardında belirdi ama tıpkı sırık gibi bunlar da ışığın önünde kalınca birer karartıya döndüler. Karartlar iki oldu üç oldu, sonra birden uçuşan bir böcek sürüsü veya bir karınca ordusu misali camlardan akın etmeye başladılar. Kendimi geriye attım, camlardan uzaklaştım, içeri giremiyorlardı ama bir kısmı camları kırmaya çalışırcasına duvarlara vuruyor, bir kısmı da her nasılsa duvarlardan tırmanan böcekler gibi gökdelenlerin tepesine tırmanıyorlardı. Kendimi asansöre kadar attım, kapıyı da kapadım.
 Ben nefes nefese kalmışken yine gördüm o küçük ama kararmış elleri, bu sefer gözlerimin hemen önündeydiler, her şey kararmadan önce.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Karanlık Perde

Sırık Bölüm 1: Sarıbolu (Spooktober '24)

Sırık Bölüm 0 (Spooktober '24)