Sırık Bölüm 24: Onlar (Spooktober '24)

Yeterliydi. Cenazeye katılmak üzere gelmiştim buraya ve sonunda bitmişti. Hemen ayrılmama pek çok kişi üzülecekti, alınacaktı, kırılacaktı, sinirlenecekti ama benim içim değişen bir şey olmayacaktı. Belki de haftalarca, belki de aylarca arkamdan konuşacaklardı ama hiçbir şey umrumda değildi. Bir an önce buradan ayrılmak ve evime dönmek istiyordum, buradaki değil, Boğazkent’teki evime. Hatta oradan bile taşınıp yepyeni bir şehirde yepyeni bir hayata başlayabilirdim, belli ki bu yaşamımın da öyle veya böyle sonuna gelmiştim. Her şeyi yeniden geride bırakma zamanıydı.

Tuhaf yabancı figürün bir yüzyıl öncesinden kalma kıyafetleri hâla üzerimdeydi. Garaibe’de onları giymiş olmam bir dereceye kadar mantıklıydı ama tüm o bilişsel kırılımdan sonra burada, Kumağzı’nda, Körfezkent’te, Veysiler’de nasıl hâla onları giyiyordum? Köye gitmek için yola çıktığımızda… Hayır, köye gitmek için hiç yola çıkmamıştık zaten, yıllar yıllar öncesinden sonra. O gece, önceki gece, karanlığın içinde ölü bir yüzü görmemden ve o aptallıkla aynı karanlığın içine girmemden beridir hiçbir şey hatırlamıyordum. Bana bir ömür kadar uzun bir süre gibi geliyordu ama aslında dün geceydi, cenaze de öğle vaktindeydi. On sekiz saat ya geçmişti ya da geçmemişti.

Nihayet kendi kıyafetlerimi üzerime geçince normal hissettim, doğal, sanki bu sıradanlık beni sıradışının başıma saracağı vahşetlerden koruyabilecekmiş gibi. Yine de iyi hissedebildiğim her anı değerlendiriyor, zihnimde biraz daha güç kazanıyordum. Akli durumumu korumak ve kaçışıma devam edebilmek için tek yol buydu çünkü her defasında hayatın doğal akışı bozulduğunda ve düş ötesi varlıklar kendilerini gösterdiğinde bu zihinsel bütünlüğün bozulması, deliliğe bir adım daha yaklaşması kaçınılmazdı. Belki de deliliğin kendisi tüm bu süreç boyunca kaçınılmazdı ama kendimi öylece bırakamazdım. Kullanabildiğim her anı, her bahaneyi kullanacak ve bu kabusun benden söktüğü her bir parçayı inatla, ısrarla yeniden inşa edip sıradan hayatıma geri dönecektim.

Evin içi hâla soğuktu fakat burada geçirdiğim önceki sabaha, köydeki karanlık geceye ve gölün derinliklerine kıyasla bu hiçbir şeydi. Bedenimin kontrolü bendeydi, titremiyordum, algım yerindeydi, midem bulanmıyordu, kendimdeydim. İçinde bulunduğum odadan çıktım ve soğuğun hâla sızdığı ve üzerime hücum etmeye çalıştığı duvarların arasından, o ince ve uzun koridordan geçiyordum. Yıllar önce kahvaltı yaptığım ama dün olmuş gibi hatırladığım sessiz mutfağa geçtim. Pencereden dışarı baktığımda yine tekinsiz hurdalığı, onun arkasındaki duvarları ve duvarların dibinden biten ağaçlıklar ile sazlıkları, ve de onların içindeki aralıktan görünebilen otlarla dolu tarlaya baktım. Dışarıya çıkacaktım ve bu mahalleden saklanan, bu mahalleden beslenen dehşetten uzaklaşacaktım.

Avluya geçince zihnimde o gün duyduğum kedi yakarışları yankılandı ama herhangi bir yönden gelmiyorlardı. Sadece hafızamın derinliklerinden yükselen tekinsiz bir lekeydi ve bunu böyle kabul ettiğim sürece beni rahatsız etmeyecekti. Garajın kendisi ise sessizdi, herhangi bir makine çalışmıyordu, içeride kimse yoktu. Hurdalıktaki çöpler ve parçalar iyice birikmiş bir halde duruyordu, altında nasıl bir lanet varsa eşelemeyecektim. Avluyu ve garajı geride bırakıp adeta bir sipermiş gibi duran hurdalığın yanına geldiğimde üst kattaki Selçuklar evinin penceresinden yine o yabancının donuk gözlerinin bana baktığını gördüm. Bu sefer korkmuyordum ama tiksiniyordum, yorgun, yılgın, bıkmış bakışlar vardı benim gözlerimde. En garip yerlerde bana dadanan garip bir varlık değilmiş de yolda gözlerini bana diken rastgele bir yabancıymış, mahalledeki başka bir cahil, tuhaf insanmış gibi davrandım. Çok da farklı hissetmiyordum.

İçinden çıktığım eve indi gözlerim, Tosunlar evine. Oraya bakınca da hiçbir şey hissetmiyordum artık, kendimi her şeyden soyutlamıştım ve her şeyden soyutlayacaktım. Sadece benimle ilgili bir durum da değildi bu. Ev sessizdi. Arkamı hurdalığa, ağaçlara ve tarlaya dönüp nasıl böyle rahat kalabiliyordum, işte bu sessizlik yüzündendi. Oradan da uzaklaştım, Körmesler evinin önüne gelince aynı sessizlik yine her şeyi kendi içinde boğdu, dehşetin yankılarını bile. İhtiyar kadın evin içinde, loşta oturuyordu, gözleri bana dönmüştü ama bana bakmadığını emindim. Sadece dışarıya bakıyordu ve muhtemelen yıllardır da bu şekilde boş bakışlarla izlemişti dışarıdaki boşluğu.Geride bıraktım üç evi de, ne bu evleri ne de aileleri bir daha göremeyecektim. Onlardan geriye sadece sessizlik kalmıştı.

Arkama bakmadan evime doğru yola çıktım. Ayaklarımın dibinden başlayıp dümdüz ilerleyen yol özensizce yapılan basit evler ve onları kuşatan geniş tarlalarla çevriliydi. Yolun sonu eski bir okula çıkıyordu, onun ardından aşağıya doğru inen bir bayır geliyor, bayır bir hendekte bitiyor ve ondan sonra da eski mahallem geliyordu. Eski evime gidip oradaki son eşyalarımı da toparlayacak ve Boğazkent’e giden bir uçağa binmek üzere havaalanı için şehirden ayrılacaktım.

Asfalt yol çukurlar ve yamalarla kaplıydı ama Garaibe’deki kadar kötü durumda değildi. Kaldırımların dibine bir zamanlar yapılan su yolları ve giderler eskimiş ve tıkanmıştı ama herhangi bir estetikten veya biçimden yoksun aykırı eklemleriyle böcekler bir şekilde oralarda cirit atıyor, bu dünya ile yer altı arasında gidip geliyorlardı. Evlerin pencerelerinden merak ve tiksinti dolu gözler beni izlerken tarlalardaki otların arasından bambaşka gözler takip ediyordu yürüyüşümü, donuk, ölü gözler. Bu evlerden birisi de Veysiler’e geldiğimden beri bana musallat olan, çocukluk aşkımın ailesine aitti. Daha doğrusu hayatımdan bir parçayı daha söküp alan, onu taklit edip benimle dalga geçen kabustu bu. Oraya bakmaya cüret edemedim veya dikkate almadım mı demeliyim, bilmiyorum. Yolun devamında, karşımda okulun bahçe kapısı vardı, arazinin kapalı olması gerekirken bu paslı kapılar ardına kadar açılmıştı. Ağaçlar kaldırımların içinden ve ardından yukarıya doğru yükselip o pis dallarını ve yapraklarını yukarıdan kıvırarak yoldan geçenlerin üzerine doğru sarkıtıyordu.

Ardına kadar açık kapıların önüne geldiğimde geniş toprak arazinin boşluğu, onun ilerisinde paslanmış oyuncaklarıyla duran çocuk parkının sessizliği ve ikisinin köşesinde dikilmiş terk edilmiş okul binasının çürümekte olan bir cesetmiş, mezarından çıkmış bir hortlakmış gibi beni karşılaması yüzünden rahatsız oldum. Sanki geldiğim bu yer bir zamanlar çocukların cirit attığı, bir kısmının da o küçük yaşta ağza alınmaz suçları işlediği bir kurum değildi de sesten ve candan yoksun bir mezarlıktı. Daha yeni bir mezarlıktan, daha doğrusu mezarlıklardan çıktığım için bu fikir daha itici gelmiş olabilirdi ama oradan geçmek istemiyordum. Boşlukların, hiçliklerin içlerinde var oluştaki bütün diğer canlılardan, yaratıklardan ve kavramlardan daha kötülerini barındırdığını öğrenmiştim artık. Ben de okulun yanından geçen dar, toprak yolu seçtim. O yolun başına doğru giderken yine o ağaçlar kollarını bana doğru uzatıyorlardı, belki de ben görmüyordum ve çoktan arkamdan omzuma doğru uzanmışlardı bile ama böyle şeyleri düşünmemeyi ve mutlak bir odakla hedefime giden, nihai kurtuluşuma uzanan yolu yavaşça ama dikkatlice yürümeyi kafama çoktan koymuştum bile.

Toprak yolun başına geldiğimde başka bir patikanın da tarlaların içinden kuzeye, mezarlık tarafına gittiğini gördüm. Uzun bir yürüyüş olmalıydı bu, benim yolum da çok kısa değildi ama en azından en yüksek dağların tepelerinin arasına sızmış olan taşlar, otlar ve boşluklarla dolu kırlar veya gezegenin en ıssız ve tekinsiz bölgelerince uzanan sonu gelmez çöller gibi değildi benim yürüdüğüm yol. Kendi hedefime devam edeceğimde ise bir kuşku düştü içime çünkü yolun sonu görünmüyordu. Toprak yolun çok uzun olmadığını biliyordum, en azından ileriye baktığımda hendeğin kendisini görebilmem gerekiyordu ama şu anki durum böyle değildi, yol uzadıkça yükseliyor, doğal olmayan bir şekilde yokuş yukarı gidiyordu.

Oradan geçmeyecektik, ne olursa olsun bu yoldan yürümeyecektim. Mahallenin bu kısmı böyle değildi, bayır aşağı gitmesi gerekiyordu. Evler ve tarlalar da aynı şekilde bana yukarıdan bakıyorlardı. Mahallenin derinlikleri ne kadar garip ve açıklanamaz ise bu sınır, bu eşik de bir o kadar sıradışıydı. Dışarıdan kimsenin içeriye girmesine izin vermeyecek, içeride kalanların da kaçmasına kesinlikle müsaade etmeyecekti. Diğer her şey gibi bu bölge de bir kapana dönüşmüştü ve artık önümde imkansız bir seçim vardı. Ya bu açıklanamaz tutarsızlığı deneyecektim, ya da hatırladığım biçimiyle kalan o okuldan geçecektim, her ne kadar o yerin üzerimde yarattığı huzursuzluğun ve tekinsiz ününün farkında olsam da. Geri döndüm.

Okulun art niyetli davetkar kapılarından geçtiğimde yeniden eski duvarlar ve onların önünde bütün arazi boyunca dizilmiş ağaçlar arasındaydım. Biraz nefes alabilmiş, sakinleşmiştim ama şimdi kendimi yeniden hazırlıyordum. Adımlarımı ağır ağır attım ve ayakkabı tabanlarımın toprak zeminde çıkardığı her ses zerresi beni daha da dikkatli olmaya, çevreme daha da özenli bir şekilde bakmaya zorladı. Kendi bedenimin ve aklımın nöbetini tutuyordum çünkü buradan bir saldırı geleceği barizdi. Kocaman toprak arazi içinde yürüdükçe bu hiçliğin ortasına, midesine doğru yaklaştığımı biliyordum ve her kim veya her ne avını, kurbanını, beni sindirmek için burada pusuda bekliyorsa buna olabildiğim kadar hazır olacaktım.

Bir zamanlar çocukların oynadığı ve de birbirleriyle hiç durmadan kavga edip sürekli birbirlerinin kanını akıttığı parka geldiğimde hafızam yeniden bana musallat oldu ve burada yaşadığım tatsız anılar, gördüğüm tekinsiz yüzler, duyduğum kaba tehditler aynı anda yankılandı. Fakat bu noktada buna alışmıştım ve yeterince odaklandığım sürece esen rüzgarın uğultusundan daha kötü bir sabotaja kurban gitmeyecektim. Yine de oyun alanını kaplayan kumlardan uzaklaşmak isteyip dışarıya adım atınca bir hata yaptığımı anladım çünkü oradaki oyuncakların, metal kütlelerin sesini, gıcırtısını o zaman duydum. Bu anılarımdan hortlayan bir yankı değildi, orada o an yaşadığım bir anormallikti. Parkın nüfuzundan kurtulmak istemiş ve bunu yaparak onu tetiklemiş, onu sinirlendirip harekete geçirmiştim.

Bir süre olduğum yerde bekledim, hiçbir şeyin olmayacağına emin olunca da sağ tarafımda okul binası, sol tarafımda da park kalacak şekilde ileride beni bekleyen bayıra doğru yürüdüm. Terk edilmiş binanın loş camlarından bana bakan karartılar gördüğümde ürperdim fakat yürüyüşümü kesmedim. Bu kararlılığım daha da kötü sonuçlar doğurdu, rüzgar kuvvetlendi, gıcırtıların şiddetlendi. Arkamı dönüp bakmayacaktım ama okul binasının camlarındaki karartılara doğru gözlerimi kaydırmışken istemeden de olsa oradaki yansımaları gördüm. Karartılar oradan kaybolmamıştı ama artık içeride de değillerdi çünkü birer birer gölge biçimlerini kaybedip parkın içindeki kumlardan varlıklara dönüşmüşlerdi. Birden koşturmaya başladım, dikkat ve özen, yerini telaş ve kaçışa bırakmıştı. Bir an arkama bakma gafletinde bulundum, onlar hâla yakında değillerdi ama önüme de bakmamış ve de yerde göremediğim bir engele takılıp bayırdan aşağıya doğru yuvarlanmaya başlamıştım.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Karanlık Perde

Sırık Bölüm 1: Sarıbolu (Spooktober '24)

Sırık Bölüm 0 (Spooktober '24)