Sırık Bölüm 6: Yankı (Spooktober '24)
Çocukluğumun çok ciddi bir kısmını Veysiler denen bir mahallede geçirmiştim. Akrabalarım orada yaşıyorlardı üç aileydiler ve birbirine bitişik üç evde kalıyorlardı. Evin kuzey ve batı taraflarından yol geçiyordu. Yolun ardında, batıda tarla kalıyordu ve güney kısmının ötesinde de yine toprak bir yolun ardında tarlalar vardı. Doğuda bir yol yoktu, komşularla arada bir duvar vardı ve yine kuzeydeki yolun ardında başka komşu evleri bulunuyordu. Toprak yolun geçtiği güney kısmında toprak yol ile evin arasında geniş bir arazi vardı. Bu arazi de hem ev ahalilerinin biriktirdiği hurda yığınları, arabaların durduğu garajlar, garajlardan bir tanesinde araç gereçlerin, araç parçalarının ve hurdalar arasında kullanılabilir olanların seçilip ayrıldığı başka bir yapı, küçük bir ev daha vardı. Bu kısım yine doğu tarafına yakın bir yerdeydi. Bu garajın güneyinde ise evlerin bahçeleri dururdu. Toprak yol ile bu araziyi de yer yer alçak bir duvar ama çoğunlukla uzun sazlıklar çevirirdi. Üç evde bir tanesi doğuda kalır, burada Tosun ailesi yaşardı, kardeşimden çok sevdiğim Deniz ismindeki kuzenimin eviydi bu. Batıda kalan evde Körmesler yaşardı, daha yaşlıca bir aileydi ve çocuklar çoktan büyüyüp aile kurup evden ayrılmışlardı. Üçüncü aile olan Selçuklar ise bu iki evin üstüne çıkılan başka bir katta kalırlardı. Üç aile de burada yaşadığından hem normal günlerde sıradan ziyaretler olsun hem de bayram zamanları, doğum günleri veya özel olaylar olsun buraya çok sık gelip giderdik. Aynı mahallede kalmamamıza rağmen bir iki mahalle uzaktaydı bizim ev de en fazla. Dedemin evi, ailenin çiftliği de hemen yan mahalle de, bizim ev ile bu üç ailenin evlerinin tam arasında, ağaçların kapladığı hendek denilen bir dere yatağında duruyordu.
Buraya gelmesine çok gelirdik ve burada kuzenlerimle oldukça fazla zaman geçirirdik ama mahalleyi hiç sevmezdim. Bakırada denilen bir ada ülkesinde yaşıyorduk. Zamanında savaşın kasıp kavurduğu bir yerdi burası ve özellikle doğup büyüdüğüm Kumağzı şehrinin sakinleri, savaş zamanında maruz kaldıkları kuşatma sırasında açlıktan ne kuş bulup yedilerse “Kuşlar” diye adlandırılıp adanın diğer sakinleri tarafınca daha yabancıca karşılanır ve pek sevilmezdi. Daha yakın zamanlarda bu tavır değişmiş olsa da “Kuşlar” her türlü adanın ilk yabancıları olarak adlandırılırdı.
Savaştan sonra ise boş kalan köyleri ve mahalleleri doldurmak için buraya getirilen göçmenlere ise “Yuvalılar” denilirdi çünkü buraya gelip birden burada yuvalandıkları söylenirdi. Genel olarak aileler, akrabalar, eski hemşeriler hem “Yuvalı” idi. Bu üç ailenin kaldığı Veysiler ise bambaşka bir topluluktu, zamanında Üveysi denen bir kabilenin, aşiretin mensuplarıydılar. Adı çıkmış bir boyun soyundan geliyordu bu insanlar. Son derece muhafazakardılar ama öyle kolayca kabul edilmiş bir dindarlık değildi bu. Ay Vadisi’nin ta monoteist inançların öncesinden kalan çok tanrılı panteonlardan gelip zamanla şeytanlaştırılmış inançların modern tek tanrılı dinlere farklı mezhepler üzerinden uyarlanmasıyla gelmiş bir yaşamdı. Ayrıca zaman içinde şeytanlaştırılan tanrılarla inanç paylaşa paylaşa ve modern dinlerin de şeytan tasvirini benimseye benimseye şeytanlaşan tanrılara, ruhlara dönmüştü bu garip saklı uygulamalar. En azından böyle söylenirdi, bu toplum dini hoşgörüsüyle tanınan bir toplum değildi genel itibariyle ve Üveysi denen kabile de çok farklı sayılmazdı. Ay Vadisi’nden doğan bu mezheplere sonradan katılan göçebe toplumların şaman uygulamalarıyla birleşmiş sentez bir inanca mensup bir halktı.
Veysiler mahallesindeki halkın aslında bu eski söylentilere ayıracak ne düşüncesi, ne zamanı ne de parası vardı ama muhafazakardı her şekilde. Ne zaman oraya gitsek yabancılar içindeki yabancılar içindeki yabancılar gibi hissederdim. Zaten akrabalarımız da adaya geldiklerinde oraya yerleşmemişlerdi, amcalarımın teyzelerimin evlenip iş güç sahibi olduklarında, çoluk çocuk sahibi olduklarında dedemin onlara verdiği bir evdi burası. Sonrada üçe bölünmüş, üç ayrı ailenin yaşadığı üç ayrı ev olarak iş görmüştü. Onun öncesinde şu an çiftliğin olduğu yerdeki bahçe kulübesini genişletip kullanmışlar, evi buraya yaptırınca geçecek olmuşlar ama her nedense o küçük bahçe kulübesine geri dönmüşlerdi. Ekonomik ve sosyal ihtiyacın zaruri olduğu noktada burası akrabalarıma verilmişti.
Mahallenin için tarlalarla doluydu, şehrin bir bölgesinden çok kırsaldaki küçük bir köyü andırıyordu. Kumağzı’nın gizemli kapalı yasak kesimi olan hayalet şehir Derinköy’e olan yakınlığı da işi bağı olmayan insanların buraya gelmesinde çekince yaratıyordu. Çevresi de tarlalarla çevriliydi, öyle ki şehrin diğer kesimleriyle arasına resmen boş arazilerle bir sur çekilmişti. Medeniyetten uzaktı ve buranın yerlileri mahallenin öyle kalmasını sağlamaya çalışıyorlardı. Mahallenin kuzey kısmında, şehrin en yakın kesimi bir mezarlıktı, arada başka hiçbir mahalle, hiçbir yapı yoktu. Batıda mahalle yine hendek tarafından çevriliyor, doğuda ve güneyde de yine otlarla dolu boş arazilerin kapladığı bir hiçlik yer alıyordu.
Şöyle bir içinde dolaştığınızda sokaklarda bulunan ağaçlar bile yukarıya doğru uzanıp sonra kollarını yoldan geçenlere sarkıtırmış gibi görünürdü. Mahalleliler oradan yürüyüp geçtiğinizde yol boyunca size bakarlardı. Evlerin bir kısmı iyi görünür olsa da bir kısmı dökülür bir vaziyetteydi, bazı sokakları ve arazileri eski duvarlar birbirinden ayırırdı ama bunların içinde de çeşitli yarıklar ve boşluklar oluşur, insanların bir kesimden bir diğerine sızmasına fırsat tanırdı. Akrabalarımın evinden başlayan toprak yol mahallenin güneyi boyunca uzanır, tarlaların yanından geçer ve en sonunda bir çocuk parkına varırdı ama zamanında ben çocukken buraları dolduran hareketlilik, ben üniversite için şehirden ayrılmadan önceye kadar olduğu gibi durmuştu. Burada duyabildiğiniz yegane ses rüzgarın uğultusu ve parktaki artık paslanmış mekanizmaların gıcırdamalarıydı.
Benzer bir park yine mahallenin batı tarafında da bulunurdu. Hendeğe varmadan önce buradaki çocuklar için inşa edilmiş okulun parkıydı burası ve çocuklar arasında işlenen ve de neredeyse cinayete kadar varacak pek çok suçun da yuvası olmuştu. Okul saatlerinde görevliler burayı doldursa da mesai biter bitmez kimse kalmazdı, ve bütün mekan tamamen buraya gelen çocuklara ait olurdu. Buna rağmen bu kısmın kaderi de bölgenin diğer ucundaki park gibi olmuştu. Bir okulun dahilinde olduğu için buradaki hava dahaa iç karartıcıydı. Rüzgarın uğultusu ve metalik oyuncakların gıcırdamaları hemen yan taraftaki terk edilmiş okul binasının içindeki loşlukla birleşince kötü birtakım söylentilere yol açmıştı.
Çocukluğumun geçtiği böyle bir yerin geldiği bu hâl beni üzmekten çok korkutuyordu çünkü burada geçirdiğim bütün o zamanın üstümde bir etki bırakması, o zamandan gelen yankıların benim geleceğime uzanması kaçınılmazdı, ki öyle de oldu. Kardeşimden çok sevdiğim Deniz ismindeki kuzenimle hem bu parklarda, hem otlarla kaplı tarlalarda, hem evin arazisinde, hem bizim evde, hem de başka yerlerde çok oynar, çok vakit geçirirdik, başka kuzenlerimiz ve arkadaşlarımızla da. Evde güreşler yapar, sokakta top oynar veya oturur bilgisayarın karşısında çok kişilik oyunlara takılır akşama kadar oturarak vakit geçirirdik.
Hayatımdaki ilk duygusal bağları da burada geçirdim, ilk aşkımı da burada komşu kızlarından birisinde buldum, birisinin bana duyduğu ilk nefreti de yine burada hissettim. Hurdaların ve bir zamanlar oynadığımız bilgisayarların parçalanmış hallerinde oyalanarak teknolojiye dair bir ilgi geliştirdim, bulduğumuz çer çöp ile hayal gücümüzü kullanarak yaptığımız oyunlarla da bir sanat anlayışına sahip oldum. Çok arkadaşım yokken buralarda yeni dostlar buldum, delilerle bile burada tanıştım. Buna rağmen burada hep bir yabancıymışım gibi hissettim. Buraya ait değildim. Buraya ait olan bir şeye dönüşene kadar burada istenmiyordum. Buranın havasında, taşında toprağında, otunda ağacında yanlış bir şeyler vardı ama çocuk halimle bu çelişkiye merak duygusuyla yaklaştım. Çocuk halimin yaptığı bu yanlışı hem çocukken hem gençken hem de yetişkin halimdeyken çekecektim, fazlasıyla.
Buradaki akrabalarımız Veysiler halkına nihayetinde iyi karıştılar, iyi uyum sağladılar, artık Versiler’den oldular. Gelin damat alıp verdiler, buradaki insanlarla akraba oldular. Benim ailem o kadar yakınlaşmasa da onlar da buraya ve çevresine bir noktaya kadar uyum sağladılar ve iletişimi kesmediler. Ben ise asla uyum sağlayamadım, burayla bir bağ kuramadım. Onlar Veysiler’e ne kadar bağlandılarsa ben de o kadar uzaklaştım. Onlar buraya ne kadar uyum sağladılarsa ben de dış dünyaya o kadar bağlandım. Onlar bu mahallenin içlerine doğru çekilirken ben uzaklaşabildiğim kadar uzaklaştım. Durumun farkındayken mi böyle oldu yoksa kendi seçimlerim, ideallerim doğrultusunda mı bilmiyorum. Yine de buradan kaçamadım, uzaklaşamadım. Burada insanların başına dadanan bela her ne ise benim başıma da dadandı, bana da sıkıntı çıkardı. Çocukken üzerime yapıştı, unutturdular. Gençliğimde kendini hatırlattı, bu sefer ben kendime unutturdum. Yetişkinliğimde yeniden hortladığında ise artık unutmanın ne bir anlamı ne de imkanı vardı. Hastalık haline gelmişti ve ilgilenilmesi gerekiyordu fakat bunun bir doktoru, bir ilacı yoktu. Bir okyanusun içine körlemesine atlayıp devayı kendi el yordamımla bulmam gerekecekti, orada yüzen başka bir canavar beni kapmadan önce veya bu anlamsız çaba esnasında kendi deliliğim bana kontrolü kaybettirmeden önce.
Burada geceler boyunca filmler de izlemiştik, akşamlar boyunca yemekler de yemiştik, sayısız bayram geçirmiştik, sayısız insanla tanışmıştık. Üç evin üçünde de kalmıştım, üç ailenin de misafiri olmuştu. Hatta ailemin işi olduğu için gündüzleri beni Körmesler yetiştirmişti fakat çocukluğunun bu erken evresinin sonunda, okula tam başlamadan önce sırık denilen illetle de böyle tanışmıştım. Körmesler’in en büyük oğlunun bir gece izlediği korku filmi sırasında televizyon birden müthiş bir ışık yaymaya başlamıştı. Günhan denilen ve herkesin “Kocaoğlan” olarak lakap taktığı bu gayretsiz akılsız herife bir çocuk aklıyla kuzenimdir diye sığınsam da o bir sığır gibi beni uzaklaştırmış veya televizyonun boğucu beyaz ışığının içinden bir karartı olarak çıkan sırık illeti ya ona görünmeyip bana oyunlar oynamış ya da onu etkisi altına almıştı. Bu adamın zaten doğa üstü birtakım durumlara kafa yoramayacağını şu an bildiğim için çok daha basit bir açıklama geçerli bu durum için ama daha beş altı yaşlarındayken böylesine korkunç bir karartının hayatıma musallat oluşu ve o günden sonra kimsenin bana inanmayıp tüm bu durumu küçük bir çocuğun hayal gücünden doğan basit yanılgılar olarak hesaplaması beni başımdan atamadığım bir kadere kurban etti. Tabii eğer ki durumu söylediğim gibi kabul etselerdi bir şey değişir miydi orası da meçhul. Yine de o ışığın içinden kendisini gösterip zihnime varlığını damgalayani kazıyan bu varlık, sonraki yıllarda da peşimi bırakmadı ve onu takip eden pek çok başka belayı da ardından getirdi.
Yorumlar
Yorum Gönder