Sırık Bölüm 5: Şehirdeki Dehşet (Spooktober '24)



Bana asansörden inerken içeride kaldığımı ve yorgunluk ile havasızlıktan bayıldığımı söylediler. Eğer ki şehri kaplayan ışıklar havuzunu, o selde yürüyen devasa doğa üstü karartıyı ve de gökdelenlerin üzerine böcekler misali tırmanan garip çocukları onlara bahsetseydim muhtemelen beni bambaşka bir koğuşta ağırlayacaklardı ama en azından şu an için aklımı daha o kadar kaybetmemiştim. O gün ilaç almadığımı söyleyince asansörde kalıp yine stres yapmış olabileceğimi ve havasızlığın bunun üzerine etki etmiş olabileceğini açıkladılar, ben de dinlermiş gibi yaptım. Bir gün boyunca hastanede kaldım ve bu süre zarfında kontrollerimi yaptılar, bir sorun olup olmadığına baktılar. Önceki gece mideme giren böcekten bahsetmedim ama kontrollerde ona göre bir sonuç da zaten çıkmadı. Sabah yaşadığım soluk kırılmalarını anlatıncayine psikolojik baskıdan kaynaklanan geçici bir sorun olduğunu ama ilaçları aldıkça ve de günlerimi normal bir halde stresten uzak geçirdikçe ondan da kurtulacağımı temin ettiler. Mide bulantıları için fazladan bir ilaç yazmış olsalar da onları almadım, mideme daha fazla garip maddenin girmesini istemiyordum.

Hastaneden çıkışımdan beri yine ilacımı alıyor, sabahları mide bulantısıyla geçiriyor ama işe güzel güzel gidip güzel güzel geliyordum. Uyanınca soluk kırılmalarını yaşasam da tuhaf kabuslar görmüyor ve de şehirde gezen devler, binalara tırmanan hortlak çocuklara rastlamıyordum. Bu benim için her zaman iyi bir haberdi. Çizdiğim korku materyallerinin dozunu düşürdüm ve böyle şeylere daha az maruz kalmam gerektiğine karar verdim. Bu şekilde muhtemelen daha az ve daha niteliksiz iş yapacaktım ama akıl sağlığımı etkileyen sıkıntılar yaşamadıkça daha azına da fazlasıyla razıydım. Günlerim bu şekilde geçip gitti ve en nihayetinde normal, doğal bir yaşama geri döndüm. Mide bulantıları sabah hapşırıkları gibi doğal bir hale geldi benim için ama istifra denemelerine son verdim ve her şeyi olduğu gibi kabul ettim. En nihayetinde ilaç kullanmam gereken süre de sona erdi ve stressiz olaysız bir halde günlük hayatıma huzurlu bir şekilde devam ettim.

Dürüst olmak gerekirse yine halüsinasyonlar görüyordum, yine üstümde böcekler geziniyormuş gibi oluyordu ama bunlar kaşımamam gereken yara kabukları gibiydi, ben tepki vermedikçe görece daha rahat oluyordum, tolere edilebilir bir seviyede tutuyordum her şeyi. Işıklar yine oradaydılar, hâla bunların önünden karartılar geçiyordu. Hâla güneş ışığı ve ay ışığı beni tedirgin ediyordu ve hâla ufukta dikilip bana bakan sırığı seçebiliyordum ama onlara dikkat etmiyordum. Özen göstererek kendi sıradan akışıma yoğunlaşıyor, önüme gelen angarya işleri yapıyor ve yavaş yavaş insanlarla konuşmaya, onların arasına katılmaya odaklanıyordum.

Fakat bu öyle bir kabus ki işkence yapmak için en iyi fırsatları yakalıyor, benim zayıf düşmemi, hazırlıksız yakalanmamı bekliyor ve öyle harekete geçiyordu. Mitoloji ve din kitaplarında okuduğumuz cehennem tasvirlerinin çok ötesinde, sürekli beni iğne üzerinde tutup hep acı çektirmektense bunun keyfini çıkarıyordu veya belki de bir farenin sinir sistemini keşfetmek üzere ona acı çektiren deneyciler gibi benim üzerimde deney yapan bambaşka bir varlıktı. Belki de bunların hiçbiri değildi ve bu şey hayvanlara benzer ama çok daha garip, çok daha yüce ve çok daha çarpık bir türdü. Yaptığı şeylerin hiçbiri keyfi veya düzenli planlı eylemler değildi ve sadece içgüdüsel şeylerdi. Veya belki de ben delirmiştim ve kendi kendime işkence etmek veya kendim üzerinde deneyler yapmak istiyordum. Bir ihtimal de yine zihnimin içinde bir yerde böyle işkence yapma eğiliminde olan bir hayvan vardı, insanlığın çok daha eski dönemlerinden kalan garip bir alttür veya bilincin katmanlarının derinliklerindeki bir hata, bir tuhaflık, kadim zamanlardan kalıp uykuda bekleyen bir mutasyon.

Aylar aylar sonra eve dönmek üzereyken başladı bu işkence. Arkamdan vuran bir ışık, yollarda koşuşturan çocukların sesleri, ışıkla birlikte tüylerimi ürperten bir rüzgar ve içime doğan ilkel ama muazzam bir duygu, bir uyarı. Tehlikedeydim, bunun farkındaydım, işkenceci varlık her ne ise harekete geçmek üzereydi. Av yemi yutmuştu, tuzak kapanmak üzereydi, avcı avını nihayet ele geçirecekti, eğer ki içimdeki o alarm olmasaydı. Birden depar attım ve koşa koşa apartmanımın yolunu tuttum. Ben apartman kapısına varana kadar yoldaki lambalar birer birer patladılar ve arkamdaki ışık giderek yaklaştı. Ben koştukça ve o tehdit yaklaştıkça, havadaki serinlik arttıkça ve rüzgar şiddetlendikçe o rüzgarla birlikte taşınan fısıltıları, kahkahaları, kıkırtıları duymaya başladım. Hiçbiri o karartıdan kaynaklanmıyor, hepsi de çocuklardan geliyordu. Efendileri veya avcıları harekete geçiyor, çocuklar da bu oyunu izleyip benimle dalga geçercesine gülüyorlardı. Bana asla yaklaşmıyorlardı, peşimde de koşmuyorlardı ama yanından hızlıca geçip gittiğim ara sokakların karanlığından veya kapanmış dükkanların loşluklarından beni izleyen donuk açık gözleri görüyordum.

Ben koştukça önümdeki sokaklar caddeler uzadıkça uzadı. Kaldırımlar taşlara çiçeklere, binalar ve duvarlar ağaçlara ve yapraklara, çatılar ve kuleler de dağlara dönüştüler. Otlar her yanı sardı, dağların üstünden vuran ay ışığı bu sefer binaların arasından, arkamdan vuruyordu. Ormanın içinden eve doğru koşmaya çalışıyordum, o otların ağaçların arasından o hortlak çocuklar beni izliyor, ışık ve karanlığın doldurduğu tünelin duvarlarını ve boyunu olduğu gibi kaplayarak da arkamdaki karartı geliyordu fakat asla kendisinin hareket ettiğini hissedemiyordum. Işık her zaman bana yetişse de beni kovalayan şey onun gölgesi oluyordu, kendisi hep sabit kalıyor, asla koşmuyordu. En nihayetinde apartmanın kapısına ulaşıp içeri girdiğimde de kendisi dışarıda kalmış, gölgesi ışığın itimiyle yine içeri girmişti.

Apartmanın içinde güvende olacağımı düşünmüşken kapıdan içeriye doğru sızan karanlık bir silüet uzayda nasıl hareket ettiğini ben farketmeksizin yaklaşıyordu. Merdivenlerden koşa koşa çıkıyor olsam da bu sefer zirvesini göremediğim bir dağa tırmandığımı hissediyordum. Ben var gücümle tırmanıyordum, dirseklerimi, dizlerimi çarpa çarpa ama dağın zirvesi bir türlü gelmiyor, dağın köklerinin dipsiz karanlığa, sonsuz hiçliğe uzandığı o kozmik cehennem giderek çevremde kapanıp bana ulaşmaya çalışıyordu. Ensiz bir yokluğun içinde hayatta kalmaya çabalıyordum çaresizce ama benim zavallı varlığım böylesine sonsuz ve karanlık bir cehennemle mücadele edebilecek durumda değildi.

Merdivenlerden tırmandıkça soluğumun kesildiğini hissettim ama her nasılsa ne olduğunu anlamadan evimin kapısına varabilmiştim. Çantadan anahtarı çıkarmaya çalışırken bir gözüm de merdivenlere kayıyor, dikkatimi oraya verdikçe anahtarları da bulamıyordum. Anahtarlara ulaşamadığım her saniye merdivenlerin altından yükselen gölge bir basamak daha çıkıyor ve bana gittikçe yaklaşıyordu. Sonunda evime ulaşmıştım ama yok olmuş mental bütünlüğüm yüzünden kurtuluşa ulaşamıyor ve kendimi berbat bir kadere mahkum ediyordum. Zaten yara bere içinde kalmış kollarım ve bacaklarım zangır zangır titriyordu, bütün bu stres, korku ve heyecan midemi olduğu gibi kaldırıyor, fiziksel çaba da ciğerlerimi tıkıyor, soluğumu kesiyordu. Yüzümden akan terler, ne zaman akmaya başladıklarını hatırlayamadığım gözyaşlarıma karışıp çenemde aşağıda doğru süzülüyor ve anahtarı bulmak üzere için karıştırdığım çantama dökülüyordu.

Gölgenin kendisi merdivenleri çıktığında onu takip eden şey gölgenin kendisini yaratan varlık değil, onun üzerime gönderdiği garip çocuklar oldu. Önce onların kıkırtılarını duydum, sonra kahkahalarını. Ardından merdivenlerin dibindeki loş hiçliğin içinden bir çift pörtlemiş donuk göz bana baktı. Zavallı varlıklar yavaş yavaş basamakları çıkmaya başladıklarında gülmeyi bıraktılar ve zayıf, hafif, sessizliğin kendisi olacak kadar monoton ve duyulmaz fısıltılarla mutlak bir ciddiyeti yansıtan yüz ifadesiyle ağızları açık bir şekilde ürkütücü aptallıklarıyla bana yaklaşmaya başladılar. Onlar merdivenleri çıkarırken çantanın hepsini olduğu gibi yere boşalttım ve düşen eşyaların arasında metalik bir tinleme duyduğum gibi benim yüzüme de aptalca bir ifade, çaresizliğin içinde bana yol gösteren zayıf bir umut geldi. Zayıf, küçük bir hayatta kalma umuduydu bu. Onu hissedince ancak anlayabildim öleceğimi düşündüğümü, mutlak bir ölümü kabul edip buna rağmen var gücümle buna karşı gelmeye çalıştığımı çünkü iyi biliyordum ki asıl direnmeye çalıştığım şey ölümün kendisi değildi, ondan sonra gelecek ölümden çok ama çok daha beter bir kadere karşı verdiğim bir mücadeleydi. Ölümü kabullenmek çok daha kolay ve sindirilebilir bir şeydi. İşte o aptalca edindiğim hayatta kalma umuduyla buldum yerdeki anahtarı, aynı salakça mutluluğun bende bambaşka bir şekilde akıttığı gözyaşları ile.

Kapıyı açar açmaz içeri fırladım ve kapıyı kapatıp kilitledim. Dışarıdaki çocuklar elleriyle kapıyı çizip pençelerken, kapıya vurup kıkırdarken ben de sırtımı kapıya yaslamış bir vaziyette yere oturmuştum, kafam iki elimin arasındaydı ve artık bilmem kaç duygunun etkisinde ağlıyordum. Korku, dehşet, çaresizlik, mutluluk, delilik, öfke, şok… Hepsi beynimin içinde fırtınada bir oraya bir buraya uçan yapraklarmış gibi savruluyor ve aynı anda birbirlerine de çarpıp hem birbirlerinin yönünü değiştiriyor hem de kontrolü ele almaya çalışıyorlardı ama tüm bunların sonucu olarak müthiş bir karmaşa, kararsızlık ve belirsizlikten başka bir sonuç alamıyordum. Kimim, neyim, öldüm mü kaldım mı artık bunların hiçbirine emin değildim. Uzun bir süre o belirsizliğin içinde dışarıda beni bekleyen ve pusuya yatan dehşetlerin olduğu bilgisi ve korkusu içinde uykusuz bir halde durdum ve gecenin büyük bir bölümünün bu şekilde geçtiğini biliyorum en azndan. Veya belki sadece bir saat gibi kısa bir süre geçmiştir veya bu bana bir sonsuzluk gibi gelmiştir.

Nasıl uyuyabildiğimi hatırlamıyorum ama berbat bir mide bulantısıyla uyandığımı hatırlıyorum. Yavaş yavaş etkisini sürdüren bir durumda ve kesinlikle kusmam gerekiyordu. Teknenin yanına gittim, iki elimi teknenin iki yanına koydum ve üstüne eğilip beklemeye başladım. Hiçbir şey gelmiyordu ama geleceğini biliyordum, yavaş ve acılı bir şekilde geliyordu, her ne ise direnç gösteriyordu ve boğazımda yukarı doğru geldiği her santim benim için ayrı bir işkenceydi ama ben galip çıkıyordum. Bunca zaman sonra ben galip çıkıyordum. Keşke çıkmasaydım.

Önce midemden sonra boğazımdan bu berbat şeyi kovduktan sonra ancak ağzıma kadar çıkınca ne kadar iğrenç bir varlığı kusmak üzere olduğumu anladım. Damağımda, dilimde, dişlerimde o dokunun bıraktığı iz, hatıra, dışarıda yaşadığım çaresizlikten daha beterdi. Çünkü onu nihayet tekneye kusunca gördüm, onun kabuslarımda bana yedirilen iğrenç böcek olduğunu.

Bunun ardından çok daha doğal reflekslerle midemde ne varsa dışarı çıkardım ve saatlerce kendime gelemedim, fiziksel olarak. O günün akşamında ise o berbat haberi aldım. Tüm bunların başladığı yere, unuttuğum geçmişime, kaçtığım her yere geri dönecektim çünkü uzun yıllar boyunca kardeşim gibi sevdiğim kuzenim kendi canına kıymıştı.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Karanlık Perde

Sırık Bölüm 1: Sarıbolu (Spooktober '24)

Sırık Bölüm 0 (Spooktober '24)