Sırık Bölüm 20: Selceköy (Spooktober '24)
Su kütlelerini taksit taksit yutarken haddimden fazlaca içtiğimi biliyordum çünkü her yudumla boğazım yırtılacakmış, dilim kopacakmış gibi oluyordu. Suyun soğukluğu ve keskinliği geçtiği her dokuyu tahriş ediyordu ve su içtikçe giderek üşüyordum. Mideme iner inmez bir bulantı yavaş yavaş doğuyor, her yudumla biraz daha güçleniyor ve vücudumda sahip olduğum anca kontrolü de yokluğa karıştırıyordu.
Hiçbir şey yapamadan çaresizce yere düştüğümde bayılacağımı biliyordum, bayılacaktım, bundan emindim ama buna karşı da savaşmam gerekiyordu. Hissizleşen bedenimde yeniden bir şeyler hissettiğim zaman tüm o ağrılar, tüm o yorgunluk, yaralar bereler hepsi birden vurdu üzerime, müthiş bir ızdıraplar selinin altında kaldım. El ve ayak parmaklarıma hisler geri döner dönmez sanki her an sürekli elektrikle çarpılıyormuş gibiyim. Sanki o akarsuyun içine sürekli yıldırım düşüyor, ben de her daim onun içinde yatıyordum. Uyuşukluk ve karıncalanma beni terk etmeye başladığında bulantı daha da güçlendi ve yığıldığım yerden bir kez daha aynı berbat refleksi yaşadım, ölümden bile daha fazla korktuğum o iğrenç deneyimi.
Kollarımı ve bacaklarımı hâla hareket ettiremiyordum ama el ve ayak parmaklarımın kontrolünü geri aldıkça durgun kalmamaya çalışıyor, bütün canlılığımı ortaya koyuyordum. Ben yerde hareketsizce yatarken henüz daha hiçbir yaratık bana saldırmamıştı ama bunun olmayacağının garantisi yoktu, bir şeyleri anlamaya başlamıştım. Hareket edebildiğim ve yaşama dört kolla sarılabildiğim sürece sonum mutlak olmayacaktı. Bu yüzden ilerlemek, en azından durduğum yerde kalmamak zorundaydım. Önce bacaklarımı geri kazanınca kendimi taşların arasından ileriye doğru iteledim. Bazen akarsunun içine giriyordum sonra hızlıca kendimi ters yöne çekiyordum. Dizlerim ve baldırlarım iyice yara bere ve morluk içindeydi. Akarsunun yanına gelmeden önce bile pek bir halleri yoktu, şimdi ise neredeyse paramparça olacaklardı.
Rahat rahat kollarımı da hareket ettirince bu sefer bedenimi yerde ileriye doğru sürükledim ama hâla dengemi tam olarak kazanamamıştım, ayağa kalkamıyordum. Bir kaç kez bunu denesem de bir oraya bir buraya sallanıyor ve yeniden yerde buluyordum kendimi. Fiziksel olarak kontrolümü az da olsa ele geçiriyordum ama algılarım iyice garipleşmişti. Gözümün önünde kırmızı ve siyah benekler birbirlerinin içine geçmiş bir şekilde görünüyorlar, an geliyor her yeri kaplıyorlar, an geliyor yok oluyorlardı. Biliyordum ki görüşümü tamamen kaybedersem bayılacaktım çünkü beneklerin fazlalaştığı noktada insanımsı biçimler geliyordu gözümün önüne, bana bakıyorlardı, ellerini bana uzatıyorlardı. Bunların kim olduklarını bilmesem de öğrenmeye hiç niyetim yoktu.
Aynı şekilde işitme duyum da zehirlenmiş bir haldeydi. Yanımdan akan akarsuyun sesini ancak hafızamdan onu tanıyabildiğim için çıkarabiliyordum çünkü bazen onu bir kahkaha, bazen bir hırıltı, bazen de bir inilti olarak duyuyordum. Yerde sürünürken bile bedenim ve taşlar arasında peydahlanan seslerin var olduğunu ve kulağıma geldiğini biliyor ama bunları da ancak kavramsal olarak algılayıp o gerçekliğin içinden sökülüyordum. Bilincim, bedenim ve algılarım apayrı yerlere doğru sürüklenmişlerdi. Her ne kadar aklım ve vücudum yeniden bir araya gelmişse de algılarımla oynamak çok daha kolaydı, onu geri almak için çok uğraşmam gerekecekti. Sadece ay ışığının aydınlattığı bu dere yatağında, peşimden gelen veya karanlık köşelerden beni izleyen yırtıcıların arasında bu halde nasıl yürüyecektim?
Sürünerek kaçmam olanaksızdı. Hâla aynı o iğrenç, bitmeyen açlıkla bana bakıyorlardı. Hâla kendimden vazgeçmemi istiyorlardı. Hâla o ölümden beter kahrolası kaderi kabullenmemi bekliyorlardı. Ellerimle vücudumu yukarıya itip bacaklarımla dayanabildiğim kadar dayandım, ayakta durmaya çalıştım. Önce bir adım sonra diğeri, kesik, parçalanmış kayaların ve ıslak, kaygan taşların üzerinden. Önümde gördüğüm manzara sürekli bozuluyordu, görüşüm sürekli baybolup geri geliyordu, siyah ve kırmızı lekelerin ardında duran insanlar sürekli bana uzanıyor ve beni ait olmadığım bir yere, bir kabusa çağırıyorlardı. Yürüyemeyince çevremde duran kayaların üzerine yaslanıyor, bir veya iki saniye sonra yeniden yoluma devam ediyordum.
Her yer kapkaranlıktı, beni bu hale düşüren dere yanıbaşımdan akmaya devam edip hâla benimle alay ediyor, sıkı ağaçlık alanın içindeki karanlığa barınan varlıklar hâla beni izleyip bana açlık dolu küçümseyen gözlerle bakıyorlardı. Üşüyordum, tir tir titriyordum ama ısıl duygularım bile benimle dalga geçiyordu. Titremem geçer geçmez vücuduma sanki bir yangının içinde yana yana yürüyormuşum gibi müthiş bir sıcaklık basıyor, sırılsıklam kalınca da anlayamadığım bir fizyolojik dönüşümün ardından yeniden bir kar fırtınasının ortasında çırılçıplak kalmış bir zavallı gibi zangır zangır titremeye devam ediyordum. Nasıl ışık ve karanlık bu berbat kabusun kuklaları olmuşsa ateş ve buz da aynı konuma düşmüştü. Bu dehşet kapanı üzerime bütün gerçekliği, bütün gerçekliğimi parça parça ele geçirerek kapanıyordu.
Gözlerimin önünde duran dünya kayıyor, soluklaşıyor, sonra birden patlıyor, hemen ardından sırf bana aynı işkenceleri yeniden yapabilmek için eski haline geliyordu. Bu renklere ve çizgilere sesler de katılıyor ve bütün gerçekliğim benim zavallı var oluşumu alaşağı etmek için çarpık, imkansız bir bütün biçimi alıyordu. Algılarım bozuldukça midem de bulanıyor, vücudum zonkladıkça yaralarım ve ağrılarım da yeniden ateşleniyordu ama pes etmiyordum. Bayılsam da öğürsem de kendimi taşlara kayalara yığılmış halde bulsam da yürüyordum, kaçıyordum, kaçmayı asla bırakmayacaktım. Derin karanlığın acımasız soğuğunda, sonu gelmez hiçliğinde bunu öğrenmiştim. Kaçtıkça hayatta kalacaktım. Delilik seviyesinde bir dersti bu çünkü hayatta kaldıkça acı çekmeye ve eskisinden daha kötü kabusların işkencesine maruz kalmaya devam edecektim. Ne fark ederdi o zaman? Yakalandığımda bundan daha kötü şeyler mi olacaktı? Belki de çoktan yakalanmıştım ama bunun farkında değildim. Belki de çoktan yenilmiş, pes etmiş, kendimi beni her daim kovalayan bu kabusvari avcıya teslim etmiştim. Hayır, böyle olamazdı. Biliyordum. Ona yakalanırsam şu an yaşadıklarımdan çok daha kötü eylemlere, çok daha kötü bir kadere maruz kalacağımı çok iyi biliyordum. Suyun içinde yüzen o tuhaf insanlara, insanımsılara, karartılara baktığımda görmüştüm bunu. O gölün derinliklerinde ne hissettiysem, bunun aklımın almayacağı kadar fazlasını yaşayacaktım teslimiyette. Hiç bitmeyen, insan aklının, inancının, düş gücünün ötesinde bir işkenceydi o. Onunla karşı karşıya kalınca bile, onun bir parası olmayınca bile yine de beni bütün iç ve dış duygu ve düşüncelerimden soyutlamış ve insan denen o ilkel ve zayıf benliğimi ardına kadar açmıştı.
Benliğimin ötesinde duran bu fikirler ve kaygılar kontrolümü biraz daha elime alıyor, irademi biraz daha güçlendiriyordum. Soğuktu, ve de sıcaktı. Çevrem kapkaranlıktı ama ay ışığı avına sabırlı ve aç gözlerle bakan bir avcı gibi üzerime düşüyordu. Hâla bir şey yememiştim, hâla güçsüzdüm. Su içmeyi başarmıştım, çok daha kötü sonuçlara katlanarak ama devam ediyordum, hayatta kalıyordum, kaçıyordum.
Yer yer yokuş yukarı koşuya döndü bu kaçış, bazen eğim düzleşiyordu ama dere yatağının iki yanının gittikçe derinleştiğinden, beni kuşatan ormanın gittikçe yüzleştiğinden emindim. Buradan zamanında geçen dere artık otobüsleri yutup onlarla bir topmuşçasına oynayacak kadar büyük olmalıydı, vurduğu kasabaları ve şehirleri yerle bir edecek kadar mahşervari sellere ev sahipliği yapmıştı. Göldeki o kadar suyun nasıl buraya taşındığı çok açıktı. Yine de bir denizmişçesine derin su kütlesinin nasıl oluyorda bir kıyıya, körfeze veya başka bir nehire değil, yüksek bir konumda, küçük bir gölün içine aktığı hâla kafamda bir soru işaretiydi. Tutarsızlıklar üstüne tutarsızlıklarla dolu bir coğrafyaydı burası.
Bulantılar, kaygılar, ağrılar ve yorgunlukla geçirdiğim günün ve gecenin sonunda nihayet bir umut ışığı daha gördüm ilerde, küçük sönük bir ışıktı ama umuttu. Dere yatağının iyice genişlediği uzakta bir noktada gerçekten de bir zerre ışık vardı, sönük ama oradaydı. Şimdi neden haritadaki o yerleşime Selceköy dediklerini anlamıştım çünkü ışık dere yatağının içinden geliyordu. Daha yukarıda bir noktadaydı fakat eğer su vuracak olsaydı, kaçınabilecek bir yerde değildi. Eğer ki orası gerçekten o köyse, demek ki Sarıbolu’ya da çok uzak değildim. Şehrin kendisi için çok heyecanlanmıyordum çünkü orayı düşündüğümde yine içinde uyuyan bir bilişsel katman sanki bir gece dehşeti yaşayıp yardım istemek üzere o korkunç, tamamiyle içten ama insanı binbir türlü kötücül duyguyla dolduran çığırısını atar gibi beni uyarıyordu. Oraya gitmememi söylüyordu fakat ben bunu dinlemeyecektim. Kurtuluşumun ilk durağı Selceköy’dü, ikincisi de kesinlikle Sarıbolu’ydı. Köyde biraz bir şeyler yiyip içersem kendime gelip yeniden yola çıkabilir ve şehre kadar yürüyebilirdim. Oradan da Boğazkent’e mi dönerim, Bakırada’ya mı bilmiyorum ama güvende olacağım bir yere geçerdim. O köye gitmem şarttı, kaçabileceğim bir durum değildi ama hızlı olmalıydım. Küçük akarsu biraz daha hızlı bir şekilde akıyordu ve eğer algılarım yine benimle bir oyun oynamıyorsa boyutu da büyüyor gibiydi. O köye gidecektim, yiyecek bir şeyler bulacaktım ve dereden ayrılıp yola çıkacaktım, yanından bir yol geçtiğine emindim, haritada öyle gösterdiğini hatırlıyordum.
Yokuş yukarı yürümeye, bazen de kendimde güç bulduğumu sanarak kısa koşular yapmaya devam ettim. Üstüne bastığım taşlar birbiri üzerinden kayıp oynuyor, tutunduğum kayalar da aynı şekilde ellerimi geri savuruyorlardı. Dengemi köye yaklaştıkça kaybediyordum. “Şimdi olmasın” diyyordum kendi kendime, belki de dua ediyordum, artık bana yardım etmeyi kesmiş, belki de hiç yardım etmeye niyetlenmemiş üstel kozmik varlıklara. Belki de şu ana kadar bana yardım edenler, beni hayatta tutanlar, o gölün içinden çıkaranlar, suyu içip zehirlenip baygınlık geçireceğimde bana güç verenler onlardı. Hiç emin değildim, emin olduğum tek konu yaşama tutunma konusunda ne kadar inatçı olduğumdu ve tamamen buna inanıyordum, her ne kadar bu durum az önce bana ihanet etmiş olsa da.
Köye ulaşıp derenin yanına kurulan merdivenlere ayağımı ilk bastığımda ve dere yatağının hainliğinden, sinsiliğinden kurtulduğumda yeniden o hayat patlamasını yaşadım, rahatladım, mutlu oldum. Gerçekten de kurtuluyordum! Merdivenleri de aynı eksik çabayla, ayaklarımı ve dizlerimi basamaklara vura vura, kendimi bu çabada hırpalaya hırpalaya çıktım. Dere yatağının iki yanından başlayan tahta platformlar ve de zeminden yükselen ahşap temellere kurulmuştu bu köy. Zamanında okuduğum epik doğa üstü hikayelerdeki farklı garip ırkların yerleşimlerini anımsatmıştı. En tepeye çıkar çıkmaz oradaki evlerden birine girdim, kimse yoktu. Işıklar açıktı ama her yer boştu. Sinirlendim ve de kaygılandım ama yiyecek bir şeyler bulmam gerekiyordu, kesinlikle yiyecek bir şeyler bulmam gerekiyordu. İlk evde bulamadım, dışarı çıktım, daha güvenli, daha yüksek bir evde aramamı sürdüreyim dedim. Belki biraz da dinlenirdim ama merdivenleri çıkarken ancak gördüm, karşımdan üstüme doğru yıldırım hızıyla gelen devasa dalgayı.
Hiçbir şey yapamadan çaresizce yere düştüğümde bayılacağımı biliyordum, bayılacaktım, bundan emindim ama buna karşı da savaşmam gerekiyordu. Hissizleşen bedenimde yeniden bir şeyler hissettiğim zaman tüm o ağrılar, tüm o yorgunluk, yaralar bereler hepsi birden vurdu üzerime, müthiş bir ızdıraplar selinin altında kaldım. El ve ayak parmaklarıma hisler geri döner dönmez sanki her an sürekli elektrikle çarpılıyormuş gibiyim. Sanki o akarsuyun içine sürekli yıldırım düşüyor, ben de her daim onun içinde yatıyordum. Uyuşukluk ve karıncalanma beni terk etmeye başladığında bulantı daha da güçlendi ve yığıldığım yerden bir kez daha aynı berbat refleksi yaşadım, ölümden bile daha fazla korktuğum o iğrenç deneyimi.
Kollarımı ve bacaklarımı hâla hareket ettiremiyordum ama el ve ayak parmaklarımın kontrolünü geri aldıkça durgun kalmamaya çalışıyor, bütün canlılığımı ortaya koyuyordum. Ben yerde hareketsizce yatarken henüz daha hiçbir yaratık bana saldırmamıştı ama bunun olmayacağının garantisi yoktu, bir şeyleri anlamaya başlamıştım. Hareket edebildiğim ve yaşama dört kolla sarılabildiğim sürece sonum mutlak olmayacaktı. Bu yüzden ilerlemek, en azından durduğum yerde kalmamak zorundaydım. Önce bacaklarımı geri kazanınca kendimi taşların arasından ileriye doğru iteledim. Bazen akarsunun içine giriyordum sonra hızlıca kendimi ters yöne çekiyordum. Dizlerim ve baldırlarım iyice yara bere ve morluk içindeydi. Akarsunun yanına gelmeden önce bile pek bir halleri yoktu, şimdi ise neredeyse paramparça olacaklardı.
Rahat rahat kollarımı da hareket ettirince bu sefer bedenimi yerde ileriye doğru sürükledim ama hâla dengemi tam olarak kazanamamıştım, ayağa kalkamıyordum. Bir kaç kez bunu denesem de bir oraya bir buraya sallanıyor ve yeniden yerde buluyordum kendimi. Fiziksel olarak kontrolümü az da olsa ele geçiriyordum ama algılarım iyice garipleşmişti. Gözümün önünde kırmızı ve siyah benekler birbirlerinin içine geçmiş bir şekilde görünüyorlar, an geliyor her yeri kaplıyorlar, an geliyor yok oluyorlardı. Biliyordum ki görüşümü tamamen kaybedersem bayılacaktım çünkü beneklerin fazlalaştığı noktada insanımsı biçimler geliyordu gözümün önüne, bana bakıyorlardı, ellerini bana uzatıyorlardı. Bunların kim olduklarını bilmesem de öğrenmeye hiç niyetim yoktu.
Aynı şekilde işitme duyum da zehirlenmiş bir haldeydi. Yanımdan akan akarsuyun sesini ancak hafızamdan onu tanıyabildiğim için çıkarabiliyordum çünkü bazen onu bir kahkaha, bazen bir hırıltı, bazen de bir inilti olarak duyuyordum. Yerde sürünürken bile bedenim ve taşlar arasında peydahlanan seslerin var olduğunu ve kulağıma geldiğini biliyor ama bunları da ancak kavramsal olarak algılayıp o gerçekliğin içinden sökülüyordum. Bilincim, bedenim ve algılarım apayrı yerlere doğru sürüklenmişlerdi. Her ne kadar aklım ve vücudum yeniden bir araya gelmişse de algılarımla oynamak çok daha kolaydı, onu geri almak için çok uğraşmam gerekecekti. Sadece ay ışığının aydınlattığı bu dere yatağında, peşimden gelen veya karanlık köşelerden beni izleyen yırtıcıların arasında bu halde nasıl yürüyecektim?
Sürünerek kaçmam olanaksızdı. Hâla aynı o iğrenç, bitmeyen açlıkla bana bakıyorlardı. Hâla kendimden vazgeçmemi istiyorlardı. Hâla o ölümden beter kahrolası kaderi kabullenmemi bekliyorlardı. Ellerimle vücudumu yukarıya itip bacaklarımla dayanabildiğim kadar dayandım, ayakta durmaya çalıştım. Önce bir adım sonra diğeri, kesik, parçalanmış kayaların ve ıslak, kaygan taşların üzerinden. Önümde gördüğüm manzara sürekli bozuluyordu, görüşüm sürekli baybolup geri geliyordu, siyah ve kırmızı lekelerin ardında duran insanlar sürekli bana uzanıyor ve beni ait olmadığım bir yere, bir kabusa çağırıyorlardı. Yürüyemeyince çevremde duran kayaların üzerine yaslanıyor, bir veya iki saniye sonra yeniden yoluma devam ediyordum.
Her yer kapkaranlıktı, beni bu hale düşüren dere yanıbaşımdan akmaya devam edip hâla benimle alay ediyor, sıkı ağaçlık alanın içindeki karanlığa barınan varlıklar hâla beni izleyip bana açlık dolu küçümseyen gözlerle bakıyorlardı. Üşüyordum, tir tir titriyordum ama ısıl duygularım bile benimle dalga geçiyordu. Titremem geçer geçmez vücuduma sanki bir yangının içinde yana yana yürüyormuşum gibi müthiş bir sıcaklık basıyor, sırılsıklam kalınca da anlayamadığım bir fizyolojik dönüşümün ardından yeniden bir kar fırtınasının ortasında çırılçıplak kalmış bir zavallı gibi zangır zangır titremeye devam ediyordum. Nasıl ışık ve karanlık bu berbat kabusun kuklaları olmuşsa ateş ve buz da aynı konuma düşmüştü. Bu dehşet kapanı üzerime bütün gerçekliği, bütün gerçekliğimi parça parça ele geçirerek kapanıyordu.
Gözlerimin önünde duran dünya kayıyor, soluklaşıyor, sonra birden patlıyor, hemen ardından sırf bana aynı işkenceleri yeniden yapabilmek için eski haline geliyordu. Bu renklere ve çizgilere sesler de katılıyor ve bütün gerçekliğim benim zavallı var oluşumu alaşağı etmek için çarpık, imkansız bir bütün biçimi alıyordu. Algılarım bozuldukça midem de bulanıyor, vücudum zonkladıkça yaralarım ve ağrılarım da yeniden ateşleniyordu ama pes etmiyordum. Bayılsam da öğürsem de kendimi taşlara kayalara yığılmış halde bulsam da yürüyordum, kaçıyordum, kaçmayı asla bırakmayacaktım. Derin karanlığın acımasız soğuğunda, sonu gelmez hiçliğinde bunu öğrenmiştim. Kaçtıkça hayatta kalacaktım. Delilik seviyesinde bir dersti bu çünkü hayatta kaldıkça acı çekmeye ve eskisinden daha kötü kabusların işkencesine maruz kalmaya devam edecektim. Ne fark ederdi o zaman? Yakalandığımda bundan daha kötü şeyler mi olacaktı? Belki de çoktan yakalanmıştım ama bunun farkında değildim. Belki de çoktan yenilmiş, pes etmiş, kendimi beni her daim kovalayan bu kabusvari avcıya teslim etmiştim. Hayır, böyle olamazdı. Biliyordum. Ona yakalanırsam şu an yaşadıklarımdan çok daha kötü eylemlere, çok daha kötü bir kadere maruz kalacağımı çok iyi biliyordum. Suyun içinde yüzen o tuhaf insanlara, insanımsılara, karartılara baktığımda görmüştüm bunu. O gölün derinliklerinde ne hissettiysem, bunun aklımın almayacağı kadar fazlasını yaşayacaktım teslimiyette. Hiç bitmeyen, insan aklının, inancının, düş gücünün ötesinde bir işkenceydi o. Onunla karşı karşıya kalınca bile, onun bir parası olmayınca bile yine de beni bütün iç ve dış duygu ve düşüncelerimden soyutlamış ve insan denen o ilkel ve zayıf benliğimi ardına kadar açmıştı.
Benliğimin ötesinde duran bu fikirler ve kaygılar kontrolümü biraz daha elime alıyor, irademi biraz daha güçlendiriyordum. Soğuktu, ve de sıcaktı. Çevrem kapkaranlıktı ama ay ışığı avına sabırlı ve aç gözlerle bakan bir avcı gibi üzerime düşüyordu. Hâla bir şey yememiştim, hâla güçsüzdüm. Su içmeyi başarmıştım, çok daha kötü sonuçlara katlanarak ama devam ediyordum, hayatta kalıyordum, kaçıyordum.
Yer yer yokuş yukarı koşuya döndü bu kaçış, bazen eğim düzleşiyordu ama dere yatağının iki yanının gittikçe derinleştiğinden, beni kuşatan ormanın gittikçe yüzleştiğinden emindim. Buradan zamanında geçen dere artık otobüsleri yutup onlarla bir topmuşçasına oynayacak kadar büyük olmalıydı, vurduğu kasabaları ve şehirleri yerle bir edecek kadar mahşervari sellere ev sahipliği yapmıştı. Göldeki o kadar suyun nasıl buraya taşındığı çok açıktı. Yine de bir denizmişçesine derin su kütlesinin nasıl oluyorda bir kıyıya, körfeze veya başka bir nehire değil, yüksek bir konumda, küçük bir gölün içine aktığı hâla kafamda bir soru işaretiydi. Tutarsızlıklar üstüne tutarsızlıklarla dolu bir coğrafyaydı burası.
Bulantılar, kaygılar, ağrılar ve yorgunlukla geçirdiğim günün ve gecenin sonunda nihayet bir umut ışığı daha gördüm ilerde, küçük sönük bir ışıktı ama umuttu. Dere yatağının iyice genişlediği uzakta bir noktada gerçekten de bir zerre ışık vardı, sönük ama oradaydı. Şimdi neden haritadaki o yerleşime Selceköy dediklerini anlamıştım çünkü ışık dere yatağının içinden geliyordu. Daha yukarıda bir noktadaydı fakat eğer su vuracak olsaydı, kaçınabilecek bir yerde değildi. Eğer ki orası gerçekten o köyse, demek ki Sarıbolu’ya da çok uzak değildim. Şehrin kendisi için çok heyecanlanmıyordum çünkü orayı düşündüğümde yine içinde uyuyan bir bilişsel katman sanki bir gece dehşeti yaşayıp yardım istemek üzere o korkunç, tamamiyle içten ama insanı binbir türlü kötücül duyguyla dolduran çığırısını atar gibi beni uyarıyordu. Oraya gitmememi söylüyordu fakat ben bunu dinlemeyecektim. Kurtuluşumun ilk durağı Selceköy’dü, ikincisi de kesinlikle Sarıbolu’ydı. Köyde biraz bir şeyler yiyip içersem kendime gelip yeniden yola çıkabilir ve şehre kadar yürüyebilirdim. Oradan da Boğazkent’e mi dönerim, Bakırada’ya mı bilmiyorum ama güvende olacağım bir yere geçerdim. O köye gitmem şarttı, kaçabileceğim bir durum değildi ama hızlı olmalıydım. Küçük akarsu biraz daha hızlı bir şekilde akıyordu ve eğer algılarım yine benimle bir oyun oynamıyorsa boyutu da büyüyor gibiydi. O köye gidecektim, yiyecek bir şeyler bulacaktım ve dereden ayrılıp yola çıkacaktım, yanından bir yol geçtiğine emindim, haritada öyle gösterdiğini hatırlıyordum.
Yokuş yukarı yürümeye, bazen de kendimde güç bulduğumu sanarak kısa koşular yapmaya devam ettim. Üstüne bastığım taşlar birbiri üzerinden kayıp oynuyor, tutunduğum kayalar da aynı şekilde ellerimi geri savuruyorlardı. Dengemi köye yaklaştıkça kaybediyordum. “Şimdi olmasın” diyyordum kendi kendime, belki de dua ediyordum, artık bana yardım etmeyi kesmiş, belki de hiç yardım etmeye niyetlenmemiş üstel kozmik varlıklara. Belki de şu ana kadar bana yardım edenler, beni hayatta tutanlar, o gölün içinden çıkaranlar, suyu içip zehirlenip baygınlık geçireceğimde bana güç verenler onlardı. Hiç emin değildim, emin olduğum tek konu yaşama tutunma konusunda ne kadar inatçı olduğumdu ve tamamen buna inanıyordum, her ne kadar bu durum az önce bana ihanet etmiş olsa da.
Köye ulaşıp derenin yanına kurulan merdivenlere ayağımı ilk bastığımda ve dere yatağının hainliğinden, sinsiliğinden kurtulduğumda yeniden o hayat patlamasını yaşadım, rahatladım, mutlu oldum. Gerçekten de kurtuluyordum! Merdivenleri de aynı eksik çabayla, ayaklarımı ve dizlerimi basamaklara vura vura, kendimi bu çabada hırpalaya hırpalaya çıktım. Dere yatağının iki yanından başlayan tahta platformlar ve de zeminden yükselen ahşap temellere kurulmuştu bu köy. Zamanında okuduğum epik doğa üstü hikayelerdeki farklı garip ırkların yerleşimlerini anımsatmıştı. En tepeye çıkar çıkmaz oradaki evlerden birine girdim, kimse yoktu. Işıklar açıktı ama her yer boştu. Sinirlendim ve de kaygılandım ama yiyecek bir şeyler bulmam gerekiyordu, kesinlikle yiyecek bir şeyler bulmam gerekiyordu. İlk evde bulamadım, dışarı çıktım, daha güvenli, daha yüksek bir evde aramamı sürdüreyim dedim. Belki biraz da dinlenirdim ama merdivenleri çıkarken ancak gördüm, karşımdan üstüme doğru yıldırım hızıyla gelen devasa dalgayı.
Yorumlar
Yorum Gönder