Sırık Bölüm 12: Bozulum (Spooktober '24)

Gözlerimi açtığımda aynı yüze bakıyordum. Hiçbir şey diyemiyor, hiçbir şekilde hareket edemiyordum. Nefes almaya çalıştığımda ciğerlerime beton doldurulduğunu düşünüyor, diyaframımın ve göğsümün zincirlerle kilitlendiğini hissediyordum. Gözlerimin önündeki insan yüzünün kime ait olduğunu anlayabiliyordum ama çizgiler titreşiyor, renkler soluk gri tonlarında gidip geliyor ve şekiller yamuluyor, keskinleşiyor, önce kaybolup sonra yeniden birleşiyordu. Görüşüm bulanıklaşıp karanlığa karıştıkça, gözlerimin içine ışık tutulup beynim şoka uğradıkça, burnumdan belki en fazla yarım metre ötedeki yüz ne olduğu belirsiz bir karartıya dönüşüp ardından eski haline geldikçe düşüncelerim, algım ve bilincim de bulanıyor, farkındalığım, anılarım gidip geliyor ve benliğim de bir fırtınanın içinde savrulurmuşçasına bir var olup bir yok oluyordu.
 Uğultular kulağıma hücum edip duruyordu. Bazen sessizleşip uzaklaşıyorlar, bazen de geri dönüp ısrarlı bir şekilde beni rahatsız ediyorlardı. Kafamda dolanan düşüncelerin gerçekten bana ait olup olmadıklarını anlayamıyor, dış dünyadan gelen sesler ile kendi bilincimde telaş halinde ateşlenen uyarılar ve varsayımlar birbirine karışıyordu. Renkler, çizgiler, sesler ve düşünceler karıştıkça, dalgalandıkça, birleştikçe başım ağrıyor ve vücudumun üzerindeki fiziksel baskı da giderek artıyordu. Nefes almaya çalışıyordum ama sadece ciğerlerimde duran havayı dışarı verebiliyordum. Berbat bir ölüm tanrısı pek çok koluyla zihnimin içinde sayısız davul çalıyordu. Bu davulların bir kısmı beni bir trans haline sokup felç ediyor, bir kısmı her vuruşlar iç dünyamdaki düzeni sarsa sarsa beni bozguna uğratıyor, bir kısmı da o çarpık ve imkansız ritimleriyle içimde bin bir türlü korkunç duygu ve düşünceyi doğuruyordu.
 “İyi misin?” diye bir ses duydum, kimden, neyden duyduğumdan emin olmayarak.
 “İyi değil belli ki.”
 Hangilerini düşünüyordum? Hangilerini duyuyordum?
 “Uyku felci mi yaşıyor?”
 “Uyku dehşeti yaşıyor gibiydi daha çok.”
 “O sesi bir daha duymak istemiyorum.”
 “Korkunçtu.”
 “Birisi onu öldürüyor da çaresizce yardım istiyor gibiydi.”
 “Sanki bir hayvanın ölürken çıkardığı sesler gibi.”
 “Zehirlenen…”
 “Hastalanan…”
 “Yaralanan…”
 “İşkence yapılan…”
 “Bir hayvan sonuçta…”
 “Su getirin.”
 “Soğan onu kendine getirebilir.”
 “Öylece bırakın, bir şey olmaz. Herkese olan şey, birazdan kendine gelir.”
 “Görmüyor musun yüzünü?”
 “Akşama bunu hatırlamaz bile.”
 Bilincim rüya alemi ile bu dünya arasında gidip geliyordu ama asla nasıl bir geçiş yaptığımı hatırlamıyordum. Karanlığın içindeki bir şeye uzandığımı, ona erişemeyince karanlığın içine girdiğimi biliyordum ve bir süre orada kaldığımı. Hâla oradamıydım?
 “Kötü etkilendi herhalde.”
 “Herkes kötü etkilendi.”
 “Hastanedeydi ya bi de?”
 “Son haftalarda değildi.”
 “Garip şeyler anlatıyordu.”
 “Garip deme, zaten oraya gideceğiz.”
 “O garip yere.”
 “Sadece bir kez gideceğiz, başka bir zaman olmayacak.”
 “Yine de gideceğiz.”
 Yine karanlığın içindeydim, bir maskeyi mi takip ediyordum? Birisini mi takip ediyordum? Birisi mi beni takip ediyordu? Soğuktu, karanlığın içi çok soğuktu. Yine de bir yerden sesler geliyordu, davul sesleri, şarkı sesleri, danslar, çirkin, çok çirkin sesler. Bu dünyaya ait olmayan sesler, yoksa ben mi o dünyaya ait değildim? O dünya neydi? Bu dünya neydi? Soğuktu, çok soğuktu ve üşüyordum.
 “Titriyor zavallı.”
 “Çay getirin, ısınsın biraz.”
 “İçebilir mi ki?”
 “Ayağa kalktı ya, uyku felci geçmiştir. Birazdan kendine gelir.”
 “Battaniye üstündeyken nasıl da titriyor hâla!”
 Kuzenimin yüzüne bakıyordum yine, annesiyle babasının, kardeşlerinin. Duvarlardan gelen soğuk işkence edercesine yavaşça tenimi okşuyor, üzerime yavaş yavaş nüfuz ediyordu.
 “Bize bakıyor, geçmiş uyku felci.”
 “İyi misin?” diye sordu kuzenim baştan.
 “İyiyim.” dedim.
 Nerede olduğuma baktım, kuzenimin odasında, onun yatağında üzerimde battaniye, elimde boş ama hâla sıcak bir çay bardağıyla oturur haldeydim. Çevreme bakınca köşedeki kapıyı gördüm ve bir anlığına, sadece bir anlığına diğer tarafta kendi gözlerimle karşı karşıya geldim. Sadece bir anlığına zihnim yeniden karışır gibi oldu ama aniden yeniden her şey yerine oturdu ve her şeyi hatırladım. Artık baktığım yer Körmesler’in mutfak penceresiydi. Üç evin ortasındaki boşluktan boş duran mutfağa bakıyordum. Eskiden o mutfakta ihtiyarlar ve çocukları hep birlikte küçücük bir masada hamur açar, ekmek pişirir ve kahvaltı yapardı. Şimdi boştu, çocuklar evden gitmiş, ihtiyar da yolun sonuna ulaşmış, yaşlı teyze evde yalnız kalmıştı.
 “Kahvaltı yapacak mısın?”
 Aç olmasına açtım ama hiç iştahım yoktu. Yavaş yavaş oturduğum yerden kalktım, battaniye hâla sırtımdaydı. Ateşim yoktu, midem bulanmıyordu ve başımdaki ağrı da geçiyor gibiyidi ama yine de tam olarak kendime gelememiş, ne diyeceğini veya ne yapacağını unutup zihninde geçmek bilmez bir kaşıntıyla onu geri hatırlamaya çalışan birisiydim. Odadan titrek bacaklarımla atabileceğim en düzenli ve istikrarlı adımlarla çıktım. Kuzey ucuna çıktığım loş koridor, içeriden daha soğuktu ve güney ucunda kalan mutfağa gitmem gerekiyordu. Koridorun sonundan, mutfak penceresinden giren sönük ışık doğrudan üstüme vuruyordu ama o ışığa maruz kaldıkça daha çok titriyor, daha çok üşüyordum. İştahım yoktu ama hafif bir şeyler yemek istiyordum ve de o ışığa yaklaştıkça, her ne kadar ilkel içgüdülerim bunu yapmamam gerektiğini bana haykırsa da, unuttuğum bir şeyi hatırlayacağımı, eksik olan parçaları tamamlayabileceğimi düşünüyordum. Koridorda ilerledikçe attığım her adımda duvarlardan sızan soğuk üzerime biraz daha nüfuz etti, daha çok üşüdüm, daha çok titredim. Kuzenimin ablasının odasını geçtim, banyoyu geçtim, salonu geçtim, her birinde ailenin farklı bir üyesi bulunuyor, evden çıkmak üzere hazırlıklarını yapıyordu ama zangır zangır titreyerek, dişlerimi birbirine vurup bi de ciğerlerimden, ses tellerimden gelen durduramadığım uğultu ile yürüyerek ilerlerken, kimse beni durdurmadı, kimse o odada gösterdiği ilgiyi bana göstermedi. Benimle dalga geçtiklerini veya onlar için bir zerre önemli olmadığımı düşündüm. Sinirlenecektim ama sinirlenemedim, üzülecek oldum ama içimde dolanan başka dehşetvari duygular bunun önüne geçti. Mutfağa çıkarken de…
 Mutfağa girer girmez o sıcak, acımasız güneşin ışınları üstüme vurdu ve güçlü ışığın yarattığı şok ile elimi bir iki saniye gözlerimin önüne siper çektim, sonra da küçük kare masanın yanındaki eski tahta bir sandalyeye oturdum.
 “E iyisin?”
 “Efendim?”
 “Bugün iyi gördüm seni.”
 “İyiyim ya, sadece sıcak bir gün. Çok bunaltıcı değil ama güneş sinir bozucu.”
 “Evet bugün böyle.”
 Tosunlar’ın mutfağı, Körmesler’in girişteki geniş salonu ile dipdibeydi. Eskiden duvardan gelen sesler birbirine karışır ve iki aile bu yüzden sık sık kavga ederdi. Mutfağın penceresi mülkün güney tarafına, bahçeye, garaja, onların yanındaki hurda yığınına ve de onları çevreleyen ağaçlar ile sazlıklardan oluşan duvara bakıyordu. Bir süre gözlerim oraya takıldı, hurdalığı, sazlıkları, ağaçları süzdüm, sonra da bakışlarım onlar arasındaki küçük açıklığa kaydı, ve de onun arkasında duran, otların iyice büyüyüp işgal ettiği büyük tarlalara. Gözlerim bir süre orada bir şey aradı ama neyi görmeye çalıştığımı bir türlü anlayamadım. Mutfak penceresinden vuran güneş hâla gözlerimi rahatsız ediyordu ama bakışlarımı o taraftan çekemiyordum.
 “Çayını soğutacaksın.”
 Küçük kare masanın yanında duran eski tahta bir sandalyeye oturdum ve kuzenimle birlikte kahvaltı ettik. Minik bir tabağın üzerindeki üç beş şeyi yedikten sonra eskiden böyle kahvaltıları dört gözle beklediğimi hatırladım. Doyduğuma karar verdikten sonra tabağı tekneye koyup musluğu açarak ıslattım, o ellerle bir de yüzümü sildim. Mutfaktan dışarı çıkıp temiz hava almak isteyince kuzenimin babasının çoktan garajına çekildiğini ve kendisine getirilen ev cihazları üzerinde çalışmaya başladığını duydum ama başka bir ses daha vardı. Bir süre durup dinlemeye çalıştım. Hafif makine sesleri, rüzgarın uğultusu ve de nedensizce hızlanan kalp atışlarım arasında bir şey yakalayamıyordum ama anlamadığım bir ısrarla devam ettim. Neyi işitmeye çalıştığımı bilmezken nereye baktığımı da kavrayamamıştım ama şu an mutfakta sandalyede oturan kuzenimle göz göze gelmiştik ve bilmem kaç dakikadır o şekilde kalmıştık. Kuzenimin bakışları değişmişti, yoksa hep öyle miydi? Hiç onun gözlerine bakmış mıydım bugün? Bütün olanlar onu da mı etkilemişti yoksa yanlış bir şey mi söylemiş veya yapmıştım?
Kedi sesi, yavru kedilerin ağlayışları, duyduğum ses buydu ve anında gözleirmi yeniden garaja çevirdim. Makine ve metalik sesler geldikçe onlara yavru kedi ağlayışları da karışıyordu. Kalp atışlarım hızlandı, tenimde garip bir his yayıldı. Hava soğumuş muydu yoksa üzeirme birden sıcak mı basmıştı ayırt edemedim. Gözlerim ardına kadar açılmıştı ve göz kapaklarım inmeyi reddediyordu. Ağır adımlarla garaj kapısından içeri görmeye çalışırcasına eğilerek ilerledim. Gri, boyanmamış, herhangi bir şeyle kaplanmamış beton yapının dar ve küçük kapısına yaklaştıkça makine ve metal sesleri seyrekleşiyor, aradaki sessizlik uzuyor ama bu rahatsız edici gürültü de şiddetlenmeye devam edip kedi yakarışları da artık bunların arasında açıkça seçilebiliyordu. Sanki eski çağlardan kalan katran çukurlarının dibinde gizlenmiş ve sonradan sadece en cüretkar ve en aptal insanların çıkarıp işlemeye çalıştığı siyah mermer bir materyalden yapılan bu avluyu yavaş yavaş geçip garajın dış kısmına, içerideki eksik mühendisin kendi elleriyle hurdadan işler bir hale getirdiği antika arabayı da arkamda bırakıp nihayet kapıya vardım.
“Ne oldu?” diye sordu adam, elindeki işleri bırakıp. Cevap veremiyordum, mutlak bir sessizlik, üzerime o katman tabakası gibi çökmüş ve bütün hücrelerime nüfuz edercesine beni boğmaya başlamıştı. “İyi misin?” diye sordu adam baştan.
“İyiyim.” diye cevap verdim, kapıdan içeriye kafamı uzatıp çevreye baktım. Karanlık ve loş bir ortamdı, yapının ucundaki küçük odanın yukarısında yer alan dar pencereden başka bir yerden de ışık girmiyordu. 
“Şu işi bitirip ben de hazırlanacam, kısa sürer.” diye cevap verdi. Ancak kafamı sallayabildim ve ağır ağır oradan çekildim. 
Garajdan çıkınca yeniden güney arazisini çevreleyen sazlık ve ağaçlık duvardaki küçük açıklığa ve de onun arkasında uzanan geniş tarlaya bakıyordum. Otlar kontrolsüzce büyümüş ve neredeyse omuz hizasına kadar uzamıştı ama orada bir şeyler hareket ediyordu. İçimde bir alarm yükseldi, kalp atışlarım yeniden hızlandı, göz kapaklarım hâla kapanmayı reddediyordu. Müthiş bir dikkat ve sel gibi vücuduma vuran bir korku ile otluk tarlayı ve de içinde yaşanan hareketliliği inceliyordum. Birileri orada dolaşıyordu ve bu bana dehşet verici bir şekilde çok tanıdık geliyordu. Kaçmak isteyip kaçamıyor, orada ne olduğunu, neyi hatırlamadığımı görmek, o eksik parçayı bulmak istiyordum. 
Tam o esnada bir kedi inleyerek garajın içinden fırladı, onu adamın şaşkınlık içinde ettiği küfürler izledi. 
“Kim soktu bu hayvanı buraya?” diye bağırdı.
Hayvan…
Zavallı…
Ürkerek kaçıyor.
Bir iç çekip rahatladım, önemli bir şeyleri unuttuğumu da unuttum, kafamdaki kaşıntı yokmuş gibi davrandım ve önüme döndüm. Tarlada dolaşan kızı, çocukluk aşkımı o zaman gördüm. O zamanlar birlikte değil miydik? Ben neredeydim? 
Otların arasında yeniden kayboldu kız ve içeriden de bana seslendiler.
“Hazırlan, çıkıyoruz!”

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Karanlık Perde

Sırık Bölüm 1: Sarıbolu (Spooktober '24)

Sırık Bölüm 0 (Spooktober '24)