Hortlak



Cumhuriyet’in sınırlarında, Konfederasyon’daki açlık çeken güç unsurlarının uzanıp da dokunabileceği, yağmurun çamurun eksik bulunmadığı bir kasaba vardı. Genelde sınır denetimlerinden geçmek istemeyen çaresiz yolcuların, kaçakların ve de ellerini gereğinden daha uzak yerlere uzatan kolcuların uğradığı bir yerdi. Demiryolu hattından uzağa kurulmuş, herhangi bir kente en yakın yolculuğun günler süreceği bu kasaba, bulunmak istemeyen insanlar için kusurlu ama yerinde bir yuva görevi görüyordu. Ormanlarla, tepelerle çevrili kasabaya oldukça avantajlı bir konum veriyordu, yerli halk da herhangi bir mücadele durumunda kendini koruyabilecek kadar donanımlıydı. Hatta bazı durumlarda kendilerini böyle şartların içine bilerek sürüklüyor, içine girdikleri mücadeleden keyif alıyorlardı. İşte bu da böyle durumlardan biriydi.

Güneşin gökyüzünü terk ettiği ama yaşamın hareketliliğinin daha insanların zihnini terk etmediği saatlerdi. Zaten her daim bulutların üzerini örttüğü kasaba iyice karanlık bir hal almıştı. Ahşaptan yapılmış evlerden, dükkanlardan, tek tük ışıklar görülebiliyordu ama zaten elektrikle değil, gazla çalıştırılan bu ışık kaynaklarının aydınlığını, yağan yağmur iyice bastırıyordu. Bir iki çocuk, evlerinden dışarı çıkmış, çamurun içinde debeleniyor, birbirlerine çamur fırlatıyorlardı. Yapacak ne bir işi, ne de gücü kalmış ihtiyarlar ise pencerelerinden bu çocukları izliyorlardı. Az biraz içki içmiş iki genç adam, köşede duran hanın kapısından çıkmış, sakin, aptal bir ses tonuyla gereksiz bir tartışmaya girmişlerdi. Kasaba meydanına giren yabancı ile birlikte herkes durdu, sustu.

Yıpranmış, kirlenmiş botlarının rengini kestirebilmek imkansızdı ama o botlarla atılan adımların ağırlığı, çamurun içinde bırakılan izlerden, çukurlardan belli oluyordu. Her bir adımda botlar iyice zeminin içine gömülüyordu ama bu, yabancının kendinden emin, mekanik yürüyüşüne hiçbir şekilde etki etmiyordu. Bir zamanlar şık olduğu belli olan ama artık bu halinden pek eser kalmamış bir takım elbise giyiyordu. Uç kısımları iyice yıpranmış, uzun deri ceketi ve kafasındaki genişçe şapkası ise takım elbisesini yağmurdan koruyordu. Lekelenmiş yerlerden geldiğini belli eden solunum maskesi çenesini, burnunu, yanaklarını kapatıyordu. Gözlerinde ise siyah camlı, siyah çerçeveli rüzgar geçirmez gözlükler vardı. Görünüşe göre yayan gelmişti ve yanında hiçbir çanta taşımıyordu.

Kasaba meydanının ortasına geldiğinde, yabancı olduğu yerde durdu ve siyah gözlüklerinin kapladığı bakışlarını yavaş yavaş çevrede gezdirdi. Kafasının bu pürüssüz, yavaş, doğrusal hareketi önce çocukları evlerine kaçırdı, ardından yaşlılara pencerelerini kapattırdı, son olarak da dışarıya çıkan içkili gençleri hana geri soktu. Siyah çerçeveli gözlükler, içeriye dönen gençlere geldiği zaman yabancının dikkati hana yöneldi. Yağmur damlaları şapkasını ve deri ceketini hiç durmaksızın döverken, bakışları bir iki dakika hanın duvarları, kapısı, pencereleri üzerinde gezdi. O sırada başka tahta evlerden de başka tipler çıktı, normalde bir insanın karşı karşıya geldiğinde rahatsız olacağı, oradan kaçmak isteyeceği tiplerdi bunlar.

Bu tiplerin ortaya çıkışıyla yabancının bakışı sanki azıcık o taraflara kayar gibi oldu ama bu hareketi kimse gözlemleyemeden yabancı yavaş yavaş hana doğru yürümeye başladı. Her bir adımıyla çamur kütlesinin içinde başka bir çukur açılıyor, önceki çukurun içinden çamur parçaları havalanıyordu. Hanın merdivenlerini çıkmaya başlarken botunu basamaklara bastığında çıkardığı ses, yağmurun şiddetine rağmen iyi kulakların duyabileceği kadar yüksekti. Attığı her bir adım tahta merdivenleri kıracak gibi oluyordu, belki de bu yüzden adımlarını yavaş ve dikkatli atıyordu. Kapıya geldiğinde ise meydana çıkmış kasaba yerlileri, elleri silahlarını tuttukları bel hizasında dolanır şekilde iyice hanın etrafına toplanmışlardı. Yabancı, kapıyı açmadan önce bir anlığına durarak tepki verdi kalabalığa, ardından hareketlerine devam edip içeri girdi.

Hana tamamen sessizlik hakimdi. Herkes içeriye giren bu tuhaf figüre bakıyordu. İçeri geri dönmüş olan içkili gençler, hancının yanına kadar gitmiş, korku ile bekliyorlardı. Yabancı bir kez daha yavaş, akıcı bir boyun hareketi ile, siyah gözlüklerinin kapladığı bakışlarını hanın içinde gezdirdi. Hanın içinde Yüksekyurt’un her kesiminden insan vardı. Kasabalılar daha sade, gösterişsiz, işlevsel giyiniyorlardı, birlikte zaman geçirecekleri bir düzende oturuyorlardı. Tüccarlar sattıkları malları temsil edermişçesine iyi giyimliydiler. Kendi kervanları ile birlikte gelen insanlarla oturuyorlardı ama burada iş yapan tüccarların farklı amaçları, farklı bir yöntemleri olmalıydı, bu yüzden onların da yüzlerinde pek davetkar olmayan ifadeler vardı. Hanın köşelerine doğru masalar yalnızlaşıyordu. Cübbelerle kendilerini çok fazla belli etmek istemeyen tipler, daha karanlık köşelerde kendi başlarına oturuyorlardı. Üzerlerindeki eski, yamalanmış üniformalardan anlaşılabileceği gibi, birliklerinden kaçmış askerler de iki üç kişilik gruplar halinde kendilerini ayırmışlardı. Böyle asker kaçaklarının, ordudaki bolluğu bırakıp bu şartları barındıran bir kasabaya gelmeleri için büyük bir suç işlemiş olmaları gerekirdi. Bütün hanın gözlemlenebileceği bir noktada ise çok daha tehditkar görünen bir tip duruyordu. Niyetini, donanımını, nasıl bir konum aldığını iyice belli etmek ister gibiydi. Böyle insanlar ancak Konfederasyon’un derinliklerinde yer alan köleci kentlerden yeni av fırsatları bakmak için gelen “Balıkçılar” olmalıydı.

Handaki her bir gözden muazzam bir tiksinti, düşmanlık ve tehdit fışkırıyordu ama sanki bu durum yabancının umrunda değildi. Çamur kaplamış botlarını yavaş yavaş tahta zemine vurarak ilerlemeye başladı. Siyah çerçeveli gözlükleri iki elini önündeki tezgahın üzerine koymuş hancıya doğru çevrilmişti. Her bir adımın çıkardığı ağır ses, hanın içine düştüğü sessiz boşluğu bozuyordu. Yabancı yaklaştıkça içkili gençler aralarını açtılar ve ona yer verdiler. İkisinin de yüzünde gördükleri şeyden ne kadar korktukları ve de ne kadar nefret ettikleri okunabiliyordu. Yabancı tezgahın önüne geldiğinde hiçbir şey söylemedi. Bir iki saniye öylece baktıktan sonra elini ceketinin içine doğru götürüyordu ki hancı da kendi elini tezgahın altına doğru götürünce bir an durakladı. Sonra yine yavaş bir şekilde elini ceketinin içine götürüp oradan bir kağıt parçası çıkardı. Hancı derin bir nefes alıp elini tezgahın altından çekti ve kağıdı inceledi.

Yabancının arkasındaki kalabalıkta, kasabalıların olduğu gruptan birisi bir an için bir öksürük krizine girince hancı telaş yapıp gözlerini o tarafa dikti, tezgahın önünde duran gençler de öyle yaptı, hanın içindeki diğer insanlar da. Yabancı ise hala hancıya bakıyordu, öksürükler hiç ilgisini çekmemişti. İnsanların dikkati bir süre öksüren kasabalıda kalınca eldiveninin kapladığı elini tezgahın üzerine vurdu ve parmağıyla yaptığı akıcı bir hareketle kağıtta yazan ismi gösterdi. Ürken hancı hemen teslim oldu ve bir kalemle ismin altına bir köy ismi yazdı. Yabancı, yazılan köy ismine baktı ve kağıdı hızlı bir hareketle baştan ceketinin iç kısmına koydu. Geldiği aynı yavaşlıkla arkasını döndü ve ağır botuyla attığı adımlarla hanın kapısına doğru ilerledi.

Çıkışa varmadan hanın kapısı açıldı ve karşısına dışarıdaki tehditkar tiplerden birisi çıktı. Kapıda bekleyen adamın tiksinti dolu gözleri ile yabancının siyah camlı gözlükleri birbirine kilitlendi. Artık hanın içindeki herkes, başlarını iyice kaldırmış, gözlerini iyice açmış, olan bitene bakıyordu. Çıkış yolunu tıkamış olan adam, yamuk duran ağzını açtı.

“Biz senin gibi şeylerle kavanozlarımızı açıyoruz” deyip hemen elini belindeki silaha yönlendirse de yabancı yıldırım hızıyla adamın elini yakaladı ve tek bir bilek hareketi ile kolunu kırdı. Adam müthiş bir acıyla çığlığı basınca kapıdan içeri başkaları da hücum etmeye başladı. Yabancının üzerine ilk önce kurşun yağdırsalar da kurşunlar onun üstünden sekip çevredeki diğer insanları vurunca silahlarını bıraktılar ve bu sefer bıçaklarıyla, sopalarıyla saldırdılar. Bir an içinde yabancının üstüne üç dört kişi atlamıştı. Bir kaç saniyeliğine yabancı diz çöktü ama hemen üstündeki saldırganlarla birlikte baştan ayağa kalktı, elini attığı her bir saldırganı üzerinden savurup bir başkasını devirmeyi başardı. Üstünde hiç kimse kalmayınca bu sefer kendisi hücuma geçti.

O hücuma geçerken, insanlar onun nasıl bir şey olduğunu ancak o zaman anladı. Kurşun deliklerinin parçaladığı ceketinin ve takım elbisesinin ardından kauçuk ve metal parçaları görünüyordu. Parçalanmış siyah camlı gözlüklerinin arkasında ise, saldırganlarına acımasız gözlerle bakan bambaşka mercekler vardı. Paramparça olmuş eldivenleri, altında sakladığı demirden yumruklarıyla hedeflerinin yüzlerinde, kaburgalarında çukurlar açıyor, kemikleri kırıyordu. Yabancının içeride işi bitince, hızlı bir şekilde koşarak dışarıya çıktı, kapıdan geçer geçmez dışarıda bekleyen kalabalık grup bütün ateş gücünü yabancının üstüne boşaltmış olsa da yabancının yapay, metalik biçimini ortaya çıkarmaktan başka bir şey yapamadılar. Şimdi ise sıra yabancıdaydı.

Hanın penceresinden, kapısından dışarıyı izlemeye çalışanlar ne olduğunu çok net bir şekilde göremediler ama gördükleri kadarı bile onları dehşete düşürdü. İki parlak göz, karanlığın, yağmurun ve çamurun içinde oradan oraya çok hızlı bir şekilde hareket ediyordu. Çamur, silah, darbe ve çığlık sesleri bu ışıklara eşlik ediyordu. Ara sıra şimşek çakıyor, cesetleri ve cesetlerin arasında, kazanılmış bir savaşın anısına dikilen bir heykelmiş gibi yükselen yabancıyı ortaya çıkarıyordu. Mücadele sesleri herkesin beklediğinden kısa bir sürede kesildi. Metalik hortlak, öldürdüğü saldırganların birkaçının ceketini, şapkasını aldı ve ağır yavaş adımlarla, kasaba meydanından çıktı.

Geride ise sadece çamur, ceset ve yağmur kalmıştı.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Karanlık Perde

Sırık Bölüm 1: Sarıbolu (Spooktober '24)

Sırık Bölüm 0 (Spooktober '24)