FİNAL- Deniz Fenerinin Çağrısı Bölüm 6: Fener (Spooktober '21)



Vadi kampüsünün gecesinde, ormanın karanlığında beni arayan yabancının giysisi elimdeydi. Göletin çevresindeki ağaçların arasında da, kulübenin etrafında da bu yabancı beni takip etmişti. Daha sonra Karakol’da da beni bulmuştu ve binanın derinliklerindeki laboratuvara kadar kovalamıştı. En sonunda buraya gelmiştim ve dalış giysisi elimdeydi. Karakol’da bulduğum günlüğün sahibi de mi bu yabancıydı? Enstitü’nün körfezde yürüttüğü deniz feneri girişiminde görev yapan dalgıç bu yabancı mıydı? Başına ne gelmişti? Israrla peşimden kovalamaya devam etmişti. Hastanede beni yakaladıktan sonra giysisini yanımda mı bırakmıştı? Deniz fenerinin gündüz düşleri gibi bu dalgıcın kendisi de mi somut gerçekliğin dışında var olan şeyler arasındaydı? Karakol’da benim onun günlüğünü almamı, okumamı ve takip etmemi mi istemişti?

Peki kulübedeki o figür de mi benim dalgıcın günlüğünü bulmamı istemişti? Bu iki kişinin bağlantısı neydi? Kulübedeki figür neden beni Vadi’nin çevresinde takip etmişti? O figürün asla göremediğim gözlerinde ve yüz ifadesinde çok tehditkar bir his sezmiştim ve bundan rahatsız olmuştum. Tüm bu olanlardan çıkarı neydi? Bu dalış giysisinin elime geçmesinin ona nasıl bir yararı olacaktı? Fenerde bulacağım cevapların ne olacağını düşünüyordu? O figür Körfezkent’te evimin nerede olduğunu biliyordu yani beni takip etmişti. Ya beni buraya kadar da takip etmişse? Şu an nerede olduğumu biliyor muydu? Asla göremediğim gözleri hâlâ beni izliyor muydu? Neye benzediğini düşünemediğim yüz ifadesi hangi niyetlerle bana çevrilmişti?

Zihnimde bu konuları ne kadar işlersem işleyeyim aynı çıkarıma varıyordum, körfezin derinliğine dalışa geçmem gerekiyordu. Kullanacağım dalış giysisi hastanedeki olaylardan sonra bana zaten verilmişti. Aklıma inşa edilmiş bütün rasyonel düşünce düzeni bana bu hareketin hiçbir noktasının mantıklı olmadığını ve korkunç bir son ile karşılaşacağımı söylüyordu ama bilişsel katmanlarımın çok daha derinlerinden seslenen ilkel mekanizmalar bu dalış giysisinin beni derin suların tehlikelerinden ve varlığını hiçbir şekilde algılayamayacağım sayısız dehşetten koruyacağını fısıldıyorlardı. Bütün bu süreç boyunca beni kurtardığını söyleyebildiğim unsurlar, rasyonel düşüncelerden çok hep bu içimde yükselen sezgilerdi. Tabi başka bir açıdan bakıldığında, bu sezgilerin beni korkunç soruların getirdiği berbat cevaplar bataklığına daha da batırdığı görülebilirdi.

Dalış giysisini her ne kadar incelesem de aynı soruları sormaktan başka bir şey yapamıyordum. Çok eski bir donanımdı ama dönemin tekniklerine göre çok uç noktalarda bir mühendisilğe sahipti. Körfez sularına bu giysiyle dalacağım düşüncesi bir şekilde hem doğru hem de yanlış geliyordu.

Dalışa geçeceğim yeri bulmak için eski kayıtları aramaya çalıştım. Enstitü’nün tam olarak girişimini yürüttüğü noktayı belirlemem gerekiyordu ama hiçbir kayıtta bu konum belirtilmemişti. Bütün deniz tabanını incelemem olası değildi, bu yüzden bu durum beni biraz endişelendiriyordu ama tekrar ve tekrar gerçekliğe bürünen deniz fenerinin görüleri bana az çok bir fikir veriyordu. Eğer bu görüler gerçek değilse de sadece benim deliliğimin ürünleriyse körfezin soğuk sularında boğularak ölecektim.

Nihai dalışıma hazırlandığım bu zaman boyunca çevremde beni izleyen gözlerin varlığını hissettim. Her ne kadar sokaklardaki küçük kent insanının yargılayıcı bakışları benim üzerimde olsa da beni izleyen gözler insan türünün kapsamına dahil olanlar değillerdi. İnsan türünün çok daha üstünde yer alan canlılara aitlerdi. Bambaşka boyutlardan gelen tanımlanamaz ziyaretçilere aitlerdi. Algıların, kavrayışların ve fikirlerin işleyemediği hesaplardan, dünyalardan, kümelerden doğan etmenlerin yönelttiği bakışlar benim hareketlerimi sürekli izliyordu. Bu gözlerin taşıdığı amaçları ve beklentileri ise hiç bilmiyordum. Yine de Kumağzı’nın körfezine yapacağım bu dalıştan bir geri dönüşün veya kurtuluşun olamayacağı artık inkar edilemez bir sonuçtu.

Soğuk bir güz sabahında, kendimi altın kumların gerisinden Körfez’in sularına bakarken buldum. Kıyı boyunca dizilen binaları, güneyde öylece çürümeye bırakılmış bölgeyi ve şehrin kendisi ile soğuk suları birbirinden ayıran kumların üzerinde tek tük canlılar dolaşıyordu. Bütün bilinçsizlikleri ve cahillikleri yüzünden dünyada olup biten dehşeti deneyimleyemeyen bu canlılar bilincin getirilerinden mi yoksun bırakılmışlardı yoksa evrenin korkularından mı esirgenmişlerdi, bilmiyordum. Belirli bir bilişsel akışa sahip olan benim gibi insanlar da olmadık yerlerde olmadık varlıkları görüyor, uzaklardan gelen fısıltıları, çağrıları duyuyor ve düşünce denen kavramın beraberinde getirdiği tüm bu yüklerin altında eziliyordu.

Güneşin ışığı, şehir merkezinin yüksek binalarının arkasına düşerken, solgun ve sönük ay ışığı da körfezin sularının üzerine düşüyor ve ışığın cansız beyazlığı bu durgun karanlık kütlenin de soğukluğuna karışıp insanın içindeki yaşamın kendisini küçümsüyordu. Derinköy’ün yalnız bırakılmış yaralı ve çürük yapıları, körfez coğrafyasına büyük bir içerlemeyle bakıyorlardı. Üzerinde durduğum girintinin çevresine dizilen işletmelerde insanlar oturuyorlar ve bütün cahillikleri ile yavaş yavaş üzerlerine çöken kozmik kaderden habersiz bir şekilde yaşamlarının zavallı sıradanlıklarında kayboluyorlardı. Girintinin merkezinde duran melez heykel, beni çevreleyen ve her eylemimi izleyen yabancı varlıklarla içimde aynı sezgileri tetikliyordu. Heykelin donuk, ölü gözleri insanlık dışı bir duygusuzlukla bana bakıyordu.

Ayarlamış olduğum kayığı kumsalların üzerinde öylece dururken buldum. Onu bana sağlayan şüpheli kişiden bir iz yoktu ama bu çok da önemli değildi benim için. İşim bittikten sonra kayığa ne olacağını da umursamıyordum. Dalgıç giysisi üzerimdeydi, bir şekilde bu giysinin içinde çok doğal ve yerinde hissediyordum. Böylece kayığı karanlık suların içlerine doğru ittirdim ve üzerine atladım. Kayık suyun üzerine sallana sallana ilerlerken sezgilerim beni yavaş yavaş feneri düşlerimde gördüğüm noktaya doğru çekiyordu. Fenerin kendisini veya ışığını düşlerimdeki gibi somut bir şekilde görmediğim halde onun hâlâ orada dikildiğini ve ışığını her zamanki gibi çevresinde döndürdüğünü, anlayamadığım bir şeylere yol gösterdiğini biliyordum. Işığın her dönüşte üzerime düştüğünü ve her defasında istediğim cevaplara biraz daha yaklaştığımı hissediyordum.

En sonunda fenerin düşlerimde durduğu noktaya geldiğimde içimde hiçbir yöntemle ölçülemeyecek boyutlarda bir heyecan yükseldi. Bedenimdeki her bir sinir hücresinde ayrı bir patlama oluyordu. Sanki kadim zamanlarda uğursuz toprakların derinliklerine yerleştirilen bir badem tohumu yıllar içinde büyümüş, gelişmiş ve meyvelerini vermişti. Ben de bu meyvelerden birini yemiştim ve ağacın aynısı içimde müthiş bir hızla büyümeye başlamıştı. Her bir badem tohumunun bambaşka korku dünyalarını doğuracağını, bambaşka varlıkları çağıracağını biliyordum ve bu şekilde yayılacak kocaman bir ormanın tüm dünyayı saracağı fikri içimi önü kesilemez bir dalgayla vuruyor, zihnimin tüm akılcı alışkanlıklarını boğuyordu.

Nedensiz ve ilkel bir güdü ile birden kayıktan denize atladım ve körfezin soğuk sularında alçalmaya başladım. Ben derinlere indikçe suyun soğukluğu tenime ve bedenime daha fazla işliyordu ama nedense bu bana çok doğal geliyordu. Azalan ve uzaklaşan şehir ışıkları görüşümden çıktıkça arkamda bıraktığım dünyaya bir daha dönemeyeceğimi düşünüyordum ama battıkça üzerimdeki baskınlığını artıran ay ışığının egemenliği bana inkar edemeyeceğim bir güvenlik hissi veriyordu. Derinlere doğru yüzmeye çalışabilirdim ama kendimi yerçekiminin mekanizmalarına ve suların yargısına bırakırsam doğru noktaya ulaşabileceğimi seziyordum. En sonunda ulaştığım bir derinlikte sezgilerim birden değişti ve yırtıcılar ile av hayvanlarıyla dolu bir ormanın içine girdiğimi hissettim. Bir eşikten geçmiştim artık ve bambaşka bir dünyadaydım artık, ışıktan yoksun kapkaranlık bir dünyada… İşte o dünyanın karanlığında dalış donanımımın baş kısmındaki ışıkları açtım ve bu ışıkların yardımıyla gördüm deniz tabanına dizilen metalik ve eski yapıları…

Nerede olduğunu göremediğim güçlü bir merkezden yayılan metalik dokular, birbirleri üzerine ekleniyor, yanyana diziliyor ve deniz tabanını kaplıyorlardı. O dokuların çevresinden çıkan halatlar, kollar, borular aykırı açılarla birbirlerine dolanıp avlarına hamle yapan devasa deniz canlılıları gibi dışarıya doğru uzanıyorlardı. Tek bir bakışta bu yapının bütününü görmek olası değildi. Işığın aydınlatamadığı karanlık suların ötesinde bu canlının daha fazla dokusu yer alıyordu, bilemediğim işlevlerini sürdürüyordu.

Yine içimde yükselen vahşi sezgiler beni bir şekilde bu tesise girişin yapıldığı bölmeye yönlendirdi. Ben daha girişe varmadan mekanizma kendiliğinden harekete geçti ve benim varlığıma bir tepki gösterdi. Yuvarlak kapak ağır ağır açıldı, çevresinde bulunduğum su kütlesi bu kapağın ardında duran boşluğa doğru çekildi. Yapı sanki beni içine çekip sindirmeye çalışıyordu. O kapağın arka tarafına geçtiğimde ise bu sefer hızlıca arkamdan kapandı ve içerideki su zemindeki mekanizmalar aracılığı ile yeniden körfeze boşaltılmaya başladı. Bütün bu işlemler bittiğinde yabanıl bir hırıltıya, uğultuya benzer bir ses duydum ve bu sesler ile birlikte içerideki su da olduğu gibi bitti. Artık tesisin içindeydim.

İçeriye doğru ilerlediğim zaman dar ve basık bölmelerin birbirlerine geçerek tamamladığı geniş mekanı gördüm. Tavanı çok aşağıda olan ama duvarlarının ne kadar uzakta sonlandığını göremediğim salonlar ile bu salonları çevreleyen daha küçük bölmeler vardı. Işıklandırma sistemleri hâlâ çalışıyordu ama her yeri tam olarak aydınlatmıyorlardı. Bu ışıkların ardında bekleyen karanlık sis, gideceğim yeri benden saklıyordu. Dışarıdayken beni bu noktaya kadar yönlendirmiş olan hislerim artık o kadar güçlü değildi. Sanki içine girdiğim bu yeni dünyada bu güçlü sezgiler, dış dünyada kulaklarımın ve gözlerimin yanıltılabileceği kadar zayıftı ve kandırılabilirdi. Artık daha farklı bir yerde, daha hassas bir türün parçasıydım. Çevreden fırlayabilecek herhangi bir saldırıya karşı olduğu gibi savunmasızdım.

Geniş salonların işlevi anladığım kadarıyla tesis personeline bir yaşam alanı sağlamaktı. Salonların bazı yerleri çalışma alanları, mutfak, oturma bölümleri olarak ayrılmıştı. Geniş alanların çevresine döşenmiş daha küçük bölmeler ise bu çalışanların barınabilmesi için kullanılıyordu. Küçük bölmelerin içinde küçük yataklar ve dolaplar vardı. kişisel odalardan çok hücreleri andırıyorlardı. Tabi bu yerlerin hiçbiri şu an kullanımda değildi. Tüm bu salonlar, bölmeler, hücreler olduğu gibi boştu. İçeride hiç kimse yoktu. Boş duran ve loş ışıklı bu geniş alanları geride bırakıp sönük karanlık sisin içine daldığımda ise çalışanların görev yerlerine ulaştım. Burası Karakol kampüsünün ana binasının derinliklerinde gördüğüm laboratuvarı andırıyordu. O laboratuvarda tasarılarını gördüğüm yapılar, aygıtlar, araçlar ve yöntemler bu görev yerlerinde kullanılanlar ile büyük benzerlikler gösteriyordu.

Tüm bu çalışma ve görev alanlarının etrafında ise daha büyük ve gelişmiş mekanizmalar dizilmişti. Her bir görev yeri, bu mekanizmanın küçük bir parçasıyla ilgileniyor veya o parçayı doğrudan oluşturuyordu. Mekanik düzenin damarları takip edilince bu yapının canlılığını görmek zor değildi. Her bir parçanın bir diğeri üzerinden sağladığı bir akış vardı ve tüm bu akış tek bir işlev çevresinde odaklanıyor gibiydi. Bu işlev odağının kendisi içimde büyük bir çekim duygusu yarattı ve mekanizmanın ne işe yaradığını görmek için karşı konulamaz çirkin bir güdüye kapıldım.

Görev yerlerinde sürdürülmesi gereken komutları sanki zihnime yerleştirilmiş veya kulağıma fısıldanmış gibi öylece sorunsuz bir şekilde yerine getirdim ve muazzam bir derin deniz canlısını andıran bu yapının mekanizmalarına uzun yıllar sonra bir can verdim.

Kozmik düzeyde bir uğultu mekanın her bir köşesini, soluduğum her bir atomu, bedenimin her hücresini ve zihnimdeki her bir düşünceyi sardı ve yok etti. Varlığımın kendisi titreşti, sarsıldı ve soldu. Berbat bir çığırı bütün dünyayı kuşatır gibi oldu ve sonra her şey birden sessizleşti. Canlı mekanizmanın metalik damarlarının üzerinde toplandığı küçük bir bölmenin arkasında kapalı duran gizli bir kapı sessiz bir fısıltı yayarak yavaş yavaş açıldı.

Kapının ardına vardığımda ise daha da geniş bir mekana geldiğimi gördüm. Burası diğer yerler gibi basık değildi, aksine ne kadar yukarıda olduğunu göremediğim kadar yüksek bir tavanı vardı, o da eğer böyle bir tavanı varsa. Nerede bittiğini anlayamadığım duvarlar salonun enginliği boyunca uzanıyordu. Tavanı tuttuğunu düşündüğüm sütunlar ise yüksekliğin eşiklerini oluşturan karanlığın içinde imkansız hareketlerle aykırı açılar çiziyor gibi hissediyordum. Bütün bu mekan geometri ve matematiğin somut kurallarından ve algılarından bağımsız bir şekilde var oluyordu. Benim bu yerin içinde attığım her adım, bedenimi bilinmeyen bir dünyanın içlerine daha fazla çekiyor ve içinde büyüdüğüm sıradan dünyanın her bir etmeninden daha fazla uzaklaştırıyordu.

Bu çarpık dünyanın içinde ilerledikçe sonu gelmez karanlığın ve zihni bulandıran sisin içinden çıkan yüzler, gözler ve silüetler görmeye başladım. Bu silüetlerin varlığı bana Vadi kampüsündeki kulübede benimle konuşan figürü andırıyordu ama farklı bir şeyler vardı. Bu yüzlerin ve gözlerin bir zamanlar burada çalışmış Enstitü personeline ait olduğunu fark etmem uzun sürmedi. Beni bu noktaya kadar izlemeye devam etmiş yabancıl gözlerin bir kısmı da yine bu çalışanlara aitti. Bu mekana kısılıp kalmışlarsa bile bir şekilde dış dünyadaki olayları takip edebiliyorlardı. Bir zamanlar üzerlerine çöken çaresizlik, hüzün, korku ve dehşet duyguları ise olduğu gibi bu başka dünyanın içinde solup gitmişti. Bunların yerini ise mutlak bir duygusuzluk almıştı. Kozmik bir cetvelin üzerindeki önemsiz konumlarını benimsemişler ve hiçlik üzerine kurulu varlıklarını kabullenmişlerdi.

Bu yabancı biçimlerin arasında ise yine müthiş bir güdünün çekimine kapıldım. Beni bu noktaya kadar getiren başka dünyacıl bir çağrının kendisiydi bu. Bir balığı yakalayan olta gibi görülmeyen, duyulmayan, karşı konulamayan bir kuvvet ile beni istediği yere doğru çeken bir çağrıydı. Hangi tuhaf ve bilinemez varlık bu çağrıyı yapıyordu, bunu bilmiyordum ama önemli değildi. Hiçbir şey önemli değildi. Bu çağrıya cevap vermeliydim ve kendi cevabıma da ulaşmalıydım. Ayaklarım sisin ve karanlığın arasında ilerledi, gözlerim daha göremediğim bir hedefe kilitlendi. Kendimi bir kaderin içine bırakmıştım ve artık gittikçe daha derinlerine battığım bu suların dibine ulaşmak üzereydim.

Geniş salonun ortasında duran bir yapının içinde bir kapı duruyordu. Ben oraya varınca açılan kapının ardında ise tek kişinin rahatça sığabileceği bir boşluk vardı. Tuhaf bir asansör olduğunu düşündüğüm bu boşluğun içine girince kapı kapandı ve boşluklu yapı yükselmeye başladı. Yapı yükseldikçe bu mekanın içine toplanmış olan yabancı varlıkların yoğunluğunun arttığını hissettim. Deniz fenerinin içine girmiştim artık ve bir odak noktasına, fenerin ışığına yaklaştıkça keskin bir yanma duygusu bütün varlığıma hücum etti.

Bu asansörün ne zaman en tepeye vardığını ve benim gözlerimin ne zaman çevrede dolanan diğer varlıkları gördüğünü bilmiyorum. Körfezin çevresini aydınlatan ışık güçlüydü ve her yere ulaşıyordu. Kumağzı denen küçük kentin ve Krallar Denizi’nin doğusunda duran Bakırada’nın eşiklerini geçip başka ülkelere, kıtalara, dünyalara ve evrenlere yayılan bir ışıktı bu. Vurduğu yerdeki bütün canlıları, varlıkları, kavramları, düşleri, zihinleri ve tanrıları kendisine çekiyordu. Olduğu odak noktasına, körfezde dikildiği yere çağırıyordu. Deniz feneri onları çağırıyordu, bütün bu varlıkları, ucubeleri, dadananları, yabancıları, işgalcileri, zavallıları, çirkinlikleri, dehşetleri, tanrıları, kabusları… insan aklını zorlayan bütün insanüstü güçleri… ve beni.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Karanlık Perde

Sırık Bölüm 1: Sarıbolu (Spooktober '24)

Sırık Bölüm 0 (Spooktober '24)