28- Kara Köşk'ün Efendisi Bölüm 6: Boşluk (Spooktober '22)

  Savaş defteri kapattı ve acele etmeden masanın üzerine koydu. Koltuğunda geriye yaslandı. Günlüğü yazan kişinin bahsettiği hisler ona çok tanıdık geliyordu. Köşkteki herkes az çok böyle duyguların ruhlarına yapışmasından sonra buraya geliyor olmalıydı. Üzerinden atamadıkları bir yük bu zavallı insanları hiçliğin ortasındaki kara sığınağa getiriyordu. Burada ise bu sefer bambaşka yükler buluyorlardı. Genç efendi kendi yüklerini hatırladı, hissetti, sırtında. Burada daha iyiydi. Burada işleri, hayatını çözebilirdi. Şu ana kadar köşkte yaşamış insanların birtakım sorunları vardı ama geçmişinden taşıdıkları, geleneklerinin, inançlarının, uygarlığın kalanından ayrık kalmalarının getirdiği şeylerdi bunlar. Köşkteki aile ile sürekli dışarıdan gelen varisler arasındaki bağlarda bir tutarsızlık vardı, bu inkâr edilemezdi. Bu çelişki de beraberinde bir sürü açıklanamaz olayı sürüklüyordu. Burası sorunluydu evet ama yine burada daha iyiydi.

Savaş bu düşüncelerle boğuşurken diğerleri de gün içindeki işlerini bitirmişlerdi. Farklı kapılardan salona teker teker geldiler ve kendilerini koltuklara attılar. Herkesin yüzü sarkmıştı, herkes yorulmuştu. Sadece yaptıkları işler yüzünden bitkin düşmemişlerdi, belki de birkaç hafta hiçbir şey hissetmeden, hiçbir şey düşünmeden öylece yaşamak istiyorlardı. Osman inanmaktan veya inanmak zorunda kalmaktan yorulmuştu, Meryem korkmaktan, Serpil ise korkutulmaktan. İnsan olmaktan ve insancıl zayıflıklarından yararlanmalarından yorulmuşlardı, insan olmayan şeylerin. Tükendiklerini hissediyorlar ama daha baskın olarak da tüketildiklerini seziyorlardı. Sessizce oturdular, beklediler. Gün içinde bedenlerinde kalan azıcık gücün de o salonda öylece gitmesini beklediler.

“Benden önceki… efendi… neye benziyordu? Nasıl birisiydi? Neler yapıyordu, nasıl davranıyordu? Son yaşadığı şeylerden önce…”

“Başlarda hiç sorun yoktu.” diye söze girdi Meryem. “Sessizdi ama hevesli olduğunu görebiliyorduk. Bir şeyler yapmak için heyecanlıydı. Öğrenebildiği kadar öğrenmek istedi, araştırmalar yürüttü, köşkün ve arazinin her tarafında incelemeler yapıp ölçümler aldı. Fikirleri vardı, ne olduklarını bilmiyorduk ama sürekli bir şeyler düşünüyordu. Bir ara hayvancılığa merak salmıştı, dışarıdaki ağılın yetmeyeceğini düşünüp yeni tasarımlar yapmıştı. Taslaklar hazırlamıştı, çok sayıda.”

“Nerede bu taslaklar?”

“Bilmiyoruz. Hepsini ofiste hazırlamıştı ama o küçük odanın içinde bir şekilde kaybolup gittiler. Kimse atmadı, yakmadı fakat bazı sıkıntılar vardı.”

“Ne gibi?”

“En bariz olanı ölçümlerin birbirleriyle eşleşmemesiydi. Köşkün hiçbir yeri yamuk değil, bunu kontrol ettik ama evin içi ile dışında aldığımız değerler birbirini tutmuyordu. Aynı şekilde bir dış duvar ile bir diğerinin o sayıların söylediğine göre paralel durmaması gerek ama öyleler. İçerideyken de bu farkı hissetmiyorsun, anlamıyorsun. Yine de sayılar somuttu. Baştan ve baştan ölçtük, ölçü araçlarını değiştirdik, yenilerini aldık ama sonuçlar değişmedi. Duvarların iç ve dış yüzeyleri arasında bölmeler olması gerekiyordu fakat hepimizin gözleri var. Öyle bölmelerin o duvarların içinde olmalarının imkânı yok. Sanki koca köşkün duvarlarının içindeki bu boşluk sürekli yer ve biçim değiştiriyor, bizimle oyunlar oynuyor.”

“Mimarın kim olduğunu biliyor musunuz? Duyduğunuz bir şey var mı?”

“Hayır ama eski efendinin bazı fikirleri vardı. Evin planlarını bulamayınca bu sefer mimarın peşine düşmek istedi. En azından köşkün tasarımını ve yapımını üstlenen kişinin. Kendisinin mesleğinin ne olduğunu bile bilmiyordu. Yine de izini sürdü ama bize asla söylemedi. Bulduğu şeyler onun canını çok sıkmıştı, bu kadarını görebiliyorduk. O zamandan sonra kötüleşmeye başladı. Zaten sessiz birisiydi ama bu kez iyice hortlak gibi dolanmaya başladı. Ne zaman ayakta olduğunu ve ne zaman uyuduğunu kestiremiyorduk. Ona yardım etmek istiyorduk ama edemiyorduk. En sonunda ise… neler olduğunu biliyorsunuz.”

“Ne yapıyordu? Buraya gelmeden önce? İşi, mesleği neydi?”

“Hiçbir zaman tam olarak öğrenemedik. Belki kendisi de bir mimardı, ölçüm işlerinden anlıyordu ve köşkün tasarımı hakkında ayrıntılı yorumları vardı. Bu konuda çok etkilenmişti, hem iyi hem de kötü açılardan. Bazı detaylar konusunda takıntı yapıyordu. Bozuk plak gibi takılıyordu aklı ve bir türlü bu sorunlarını çözemiyorduk. Ev hakkındaki bu takıntıları sürdükçe yaşamının başka noktaları da tekledi. Sürdürdüğü araştırmanın doğası da devreye girince zihnindeki bütünlüğü hepten kaybetti. Tabii kontrolü kaybeden sadece o değildi. Biz de bazı şeyler yaşıyorduk ama bu olayların çoğunluğu yine efendiyle alakalıydı. Ölümüne doğru çok çarpık bir ritim ile yaşıyordu. Aynı şeyleri yemek istiyordu ama bir besin düzeni de yoktu. Rastgele zamanlarda besleniyordu. Hep aynı şeyleri dinliyor, aynı şeyleri okuyor, aynı odalarda dolanıp aynı kelimeleri tekrar ediyordu. Bir ismi baştan ve baştan hep apzında tekrarladığını biliyorum ama adın kendisini bilmiyorum. Çok yabancı ve çarpık bir dildi, o ana kadar duyduğum hiçbir şeye benzemiyordu. Sani hayvanların çıkardığı sesler gibiydi ama bambaşka gezegenlerden gelen hayvanlar olmalıydı bunlar. Ne kadar denersek deneyelim burada herhangi birimizin o kelimeyi o seslerle telaffuz edemeyeceğinden eminim. Ne buradaki ne de buranın dışındaki herhangi bir insan yapamaz bunu. En azından doğası gereği yapamaz. Belki doğası değiştiyse, işte o zaman…”

“Yeter.” diye bitirdi konuyu orada genç efendi. Aslında daha fazlasını dinlemek istiyordu ama dinlenmesi gerekti. Birkaç saniye veya dakika sessizce hiçbir şey söylemeden veya duymadan durursa bir ihtimal merak ettiği, daha doğrusu öğrenmeye ihtiyaç duyduğu konuları konuşmaya devam edebilirlerdi. Bir eliyle önce burnunu, kaşlarını ve alnını ovdu. Sonra da iki eliyle birlikte yüzünden şakaklarına ilerledi, parmaklarını baskı uygulayarak kafa derisinde gezdirdi. Elleri başının üstünde dolandı, sonra da arkaya doğru kaydı. En sonunda kuvvet uygulayarak ensesine kadar indi, oradan da boynuna gelince başını geriye yatırdı. Ellerini bıraktı. Derin bir nefes aldı, gözleri uzun mu uzun bir süre boyunca kapalı kalmak istiyordu ama uyuyamazdı.

“Sizler neden buradasınız?”

“Efendim, söylediğimiz gibi…”

“Söyledikleriniz neden burada olduğunuzu açıklamıyor. Burada insan aklını uçurtan olaylar yaşanıyor, sizce yaşamınız bundan daha değerli değil mi?”

“Yaşamlarımızda buradan başka bir şey yok.” diye cevap verdi Osman.

“Yaşamlarınız var ve tüm bunlardan uzaklaşmanız için gereken tek neden bu. Neler oluyor bilmiyorum, hangi varlıklar bu köşkün odalarında, dışarıdaki arazide ve ormandaki ağaçların arasında cirit atıyor bilmiyorum. Bu deliliğin sınırları hakkında da hiçbir fikrim yok ama insana neler yaptığı hakkında belki bir şeyler öğrenmeye başlıyorumdur. Benden öncekilerin de neler yaşadığını az çok biliyoruz. Yani burada kalıyor olmanız için iki sebep var ve ikisi de mantıklı şeyler değil. Birinci sebep deli olmanız. Zaten delirmişsiniz ve artık mantıklı kararlar veremiyorsunuz. İkinci sebep ise yaşamıyor olmanız. Yaşamıyorsunuz ve insan değilsiniz. Daha önce belki insandınız veya belki hep başka bir şeydiniz ama şu an bambaşka bir varlıksınız. Ben açık konuşacağım, deliriyorum. Birinci sebep benim için geçerli, peki ya sizin için? Hangisi?”

“Biz gayet hayattayız efendim.” diye cevap verdi Osman. “Tıpkı sizin bu korkuları yaşamanız gibi biz de onları yaşıyoruz. Biz de başka şeyleri görüyoruz ve yavaş yavaş deliriyoruz. Daha delirmedik şükürler olsun. Fakat bizim bu köşk dışında başka hiçbir şeyimiz yok. Ne bir evimiz, ne bir varlığımız, ne bir ailemiz, geçmişimiz veya kurtuluşumuz… hiçbir şey. Buradayız çünkü buraya bağlıyız. Buradayız çünkü buraya bağımlıyız.”

“Buradaki diğer her şey gibi.” dedi Savaş. Burasının kendisi için de aynı açıklamanın geçerli olduğunu biliyordu.

“Siz neden buradasınız? Delirdiğinizi, en azından delirmeye başladığınızı söylediniz ama görünüşe göre mantığın sesini hâla duyabiliyorsunuz. Madem bizlere açıkladığınız iki seçeneği görebiliyorsunuz, siz neden hâla buradasınız?”

“Kibir. Korku. Merak, belki takıntı. Benim de aklım takılmış durumda, çok uzun bir zamandır tekleyip duruyor. Tekliyor çünkü içine sığdıramayacağı şeyler gördü. Ben de aklımın almayacağı şeylerden kaçayım derken buraya geldim. Şu noktaya kadar ben de ölçüp tarttım, yaşadığımız olayları ve karşı karşıya kaldığımız varlıkları. Benim burada kalmayı seçmem ise evime döndüğümde daha farklı şeylerle karşılaşmayacak olmam. Aynı şeyleri göreceğim, aynı kabusları yaşayacağım. Benim için korku kaçınılmaz. Ondan kaçmayı denedim, farklı bir türünün içine düştüm. Benim kaybedeceğim bir şey yok ama kazanacağım bir şey de yok. Köşkün duvarlarının içi veya dışı benim için o kadar farklı değil. Eskiden başıma gelenleri eşelediğimde çok sığ sulara düşüp boğulduğumu öğrendim. Sebepleri gördüm, inceledim, anladım ve bu beni dehşete düşürdü. Bu gerçekle başa çıkamadım. Sığ,  yüzeysel ve dehşet verici gerçekliğimle yüzleşemiyordum. Bir süre boyunca bununla boğuştum, daha fazlasının olduğuna inanmak için her şeyi yaptım, her şeyi zorladım. Olmadı.”

“Sonra da buraya geldiniz.”

“Evet. Burada da aynı sorunları yaşıyorum, evet. Çok kötü ve korkunç şeyler oluyor. Belki de tarihin en kötüleri dışında hiçbir insanın yaşamaması gereken şeyler. Yine de buradayım çünkü en azından yaşadığım bu şeyleri eşelemeye devam edebiliyorum. Sorduğum sorulara çoğunlukla yanıt alamıyorum ama aldığımda da içimde başka bir duygu yükseliyor. Bazen bu duygu dehşet oluyor, bazen merak, bazen hüzün. Burada eşeleyip durmaya devam edebiliyorum. En azından yaşadığım korkunun bir anlamı, derinliği oluyor. Bir yerden bir yere gidebiliyorum. Öğrenebiliyorum, anlayabiliyorum ve bitmiyor. Yine de kaşıntı devam ediyor, geçmişimdeki o sığ karanlıktan çıkan kaşıntı. Geçmiyor, bitmiyor, gitmiyor. Fakat içimdeki o kibir, ego, o bencil benlik devam ettiriyor. Devam ediyorum.”

Bir sessizlik çöktü. Kimse bir şey söylemedi Yorgun düşen insanlar konuşmuşlardı, hissetmişlerdi, sindirmişlerdi. Bir anlayış çöktü herkesin üzerine, herkes kendi deliliğinin ve kibrinin farkına vardı. Ne yaptıklarını, neye ihtiyaç duyduklarını anlamışlardı. Çok hafif, ılık, sönük bir histi bu. Bir ağırlığı yoktu, ciddiyeti, önemi, acelesi yoktu. Onlar bu his ile birlikte pişmeye devam ederken neden bu kadar hafif hissettiklerini de anladılar. Azalıyorlardı, tükeniyorlardı, tüketiliyorlardı. Sessizlik çok yavaş bir şekilde bozuldu, kimse anlamadı, kimse fark etmedi. Köşkün duvarları gıcırdamaya, guruldamaya başladı. Köşkün çok uzaktaki odalarından, koridorların uzak uçlarından da adım sesleri geliyordu. Asla yaklaşmıyorlardı ve aslında bu yapının içinde o kadar uzaktan gelen seslerin olması da imkansızdı. Çok büyük bir yerdi Kara Köşk ama merkezinde oturdukları salondan o kadar uzakta olan sesler yoktu.

Genç efendinin gözleri duvardaki başka bir tablo ile buluşmuştu. “İhtiyar Paşa olmalı bu.” diye düşündü. Tek başına duruyordu. Hemen yanındaki başka bir tabloda ise Paşa ailesi ile birlikte duruyordu. Herkesin yüz ifadesi ciddiydi orada, kimsenin gözlerinde samimiyet yoktu. Bu tabloda daha genç görünüyordu Paşa, orta yaşlarındaydı. İhtiyar halinde ise acı, katı, keskin bir yalnızlıkla dikiliyordu. 

Savaş, diğerlerinin paniklemesiyle kendine geldi. Köşkün her yerinden gelen seslere verdi kulağını. “Nihayet” dedi. “Harekete geçiyorlar.”

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Karanlık Perde

Sırık Bölüm 1: Sarıbolu (Spooktober '24)

Sırık Bölüm 0 (Spooktober '24)