Kara Küre Bölüm 2: Deprem (Spooktober '25)
“Ne gördün?” diye bir kez daha yankılandı o fısıltı Cenk’in zihninde.
“Hayır, daha değil, bu henüz yaşanmadı.” diye fısıldadı genç adam dudaklarını zar zor oynatarak. “Henüz değil” diye tekrarlayacaktı ki dudakları sızlayınca elini ağzına doğru götürdü. Sızının yayıldığı yeri yoklayan parmaklarını geri çekip bir baktı, eline küçük bir miktar kan bulaşmıştı. Bu sefer elinin tersiyle ve bileğiyle dudaklarındaki kanı sildi ve derin bir nefes aldı. Gözlerini biraz kapayıp sakinleşti, sonra geri açtı. Duvardaki o çatlak daha önce de orada mıydı? Daha önce fark etmediğine şaşırdı, hoş bugün genel anlamıyla pek kendinde de değildi. Duvardaki çatlağı bir ucuna kadar takip etti ve en nihayetinde bir diğer duvardaki kitap raflarının tepesinde bittiğini gördü. Öbür ucuna da göz atınca onun da bu sefer kupalar ve süslemelerle dolu bir rafa vardığını gördü. Raftaki nesnelerin bir kısmı devrilmiş, bir kısmı da aşağıya düşmüştü. Duvar boyunca uzanan bu çatlağın tam ortasında ise bir lamba bir oraya bir buraya sallanıp duruyordu. Bunu görünce Cenk gözlerini kısıp biraz daha inceledi, baktığı yerin duvar değil de tavan olduğunu anlayınca çevresine bir bakındı, yere yattığını fark etti ve zar zor olduğu yerden doğruldu.
“İyi misin?” diye sordu arkadaşı.
“Hayır değilim” diye sinirli sinirli cevap verdi Cenk. Bir kısım insanlar da onlar gibi yerden yeni yeni kalkıyorları, bir kısmı kapılara yığılmış, panik halinde dışarı çıkmaya çalışıyorlardı. Tavanda, duvarlarda ve hatta pencerenin camlarında bile çatlaklar vardı ama ciddi bir yapısal sorun görünmüyordu. “İyiyim iyiyim” diye düzeltti. “Ama buradan çıkmamız gerek”
Sakince eşyalarını topladılar, su şişelerini yanlarına aldılar ama kapıdaki yığılma henüz bitmemişti. Cenk oradan ayrılıp pencerenin yanına geldi ve sokakta zar zor hareket edebilen insan kalabalığına bir göz attı. “Buradan çıkabilsek bile dışarıda bir yere gidemeyiz. Bir süre içeride kalalım.”
“Deli misin sen?” diye itiraz etti arkadaşı ama pencereye yanaşıp aynı manzarayı görünce razı oldu. Telefonlarından tanıdıklarına ulaşmaya, haberleri takip etmeye çalıştılarsa da çıkan yoğunluktan hiçbir işlem geçmiyordu. Eşyalarını toparladılar, önlemlerini aldılar ve öylece beklemeye başladılar.
Dışarıda insanların paniklerinin sesleri çok rahat duyulabiliyordu fakat zaman içinde bu delilik halleri de yerini soğukkanlılık ve normalleşmeye bıraktı. Bir süre sonra artık kendi aralarında muhabbet ediyorlar, tahminler yürütüyorlar ve nereye gidebileceklerini konuşuyorlardı. Sahil kenarındaki yoğun ve merkezi bir ilçeydi burası. Daha iç ve sakin kısımlara gitmek gerekiyordu. Yaşanan deprem yüzünden trafik tamamen tıkalı bir haldeydi, metro ve tramvay hatlarının durumu da meçhuldü. Cenk ve arkadaşı oturup bir süre plan yaptılar ama dışarıdan haber alamadıkça yaptıkları hiçbir planın bir geçerliliği yoktu.
İnsan kalabalığı dağılmadı ama en azından biraz olsun seyrelince, Cenk ve arkadaşı dikkatlice insanların arasından sıyrıla sıyrıla önce dar sokaklara çıktılar, ardından da zar zor bir şekilde geniş caddelere vardılar. Az çok herkes kendini dışarı atmıştı, belki pencerelerden bakan bazı yaşlılar ve o panikle dükkanlarının yağmalanacağından korkup kapının önünde nöbet tutan esnaflardan başka. Birtakım vatandaşlar deprem anında üzerlerinde ne varsa pijamalarıyla, şortlarıyla, kısa kollularıyla dışarıya fırlamışlardı ama çoğu zaten giyinip kuşanıp buraya geldiklerinden açık havadan gayet iyi korunuyorlardı. Sahil bölgesindeki binalar eski olduğundan kimse içinde yaşadığı eve güveniyordu. Zaten bazıları olduğu gibi yere çöküp oturmuştu. Hava kararmıştı zaten, deprem dolayısıyla da ışıkların bir kısmı yanmadığından biraz loş nir ortam vardı. Özellikle altyapının zayıf olduğu ara sokaklarda dikkatli olmak gerekiyordu çünkü insanın nereye bastığı, nereye gittiği belli olmuyordu.
Cenk bir anlığına kafasını sürekli meşgul eden o kabusu unutmuştu. Sarsıntıyla birlikte üstüne vuran adrenalin dalgası bütün duyularını ve bilişsel dünyasını ele geçirmiş haldeydi. Hızlıca, yoğun bir hisle ama panik yapmadan ne yapması gerektiğini, ne bulmak zorunda olduğunu düşünüyor, sürekli plan yapıyordu. Bu yönüyle deprem, sanki yüzüne inmiş bir tokat gibiydi, tabii ki bu tokatı vuran el evren denen bu kozmik canavara aitti ve sadece yanağına inmemiş, bütün varlığını aynı anda sarsıp unutulmayacak bir darbe indirmişti.
Hazırlıksız bir şekilde bu canavara yakalanan iki arkadaş güvenli bir şekilde durup soluk alabilecekleri, sonraki adımlarını konuşabilecekleri ve belki de biraz olsun rahatlayabilecekleri bir konum ararken onlar gibi bir anda kendilerini dışarıda bulan insanların arasında dolaşa dolaşa sokakları yürüdüler. Şık kıyafetleri ve pahalı marka çantaları, telefonları ve şapkalarıyla eğlenceli bir gece geçirmek isteyen insanlar, şimdi sokak direklerine yaslanıp oturuyor, bir oraya bir buraya endişeli bir halde yürüyüp duruyor, bir saat önce lüks mekanlardaki masalarında konuşup gülerken artık kaldırımlara çöküp muhabbetlerine devam ediyor ve hatta işlerini yapıp ekmek kazanma uğruna bütün bu olanları sanki stüdyolarında mesailerine başlıyormuş gibi telefonlarıyla kameralarına alıp yorum yapıyorlardı.
Otel odalarında gecelerini geçirmek üzere olan yapan çiftler birbirlerine sığınıp ısınmanın yolunu arıyordu. Birkaç dakika önce kendini kapalı mekanlardan bir an önce çıkartmak namına herkesi itip kakıp kapılara ulaşmaya çalışıp nefes nefese kalanlar, küçük dükkanların önünde sigara kuyruklarına girmişlerdi. Bazıları ise dizüstü bilgisayarları yanında, soğuk asfalta çökmüş halde bacaklarının üstüne koydukları cihazlarla bir şeyler yazıp çizmeye, raporlarını tamamlamaya, hikayelerini yazmaya uğraşıyorlardı. Deprem gerçeği depremin ortasında bile kendini aniden unutturmuş ve insan denen bu garip ve inatçı varlık, en olağanüstü şartlara bile hemen uyum sağlayıp sıradan varoluşunu devam ettirmenin yollarını bulmuştu.
Uygun ve boş bir yer bulmanın olanaksız olduğunu anladıklarında Cenk ve arkadaşı buradan ayrılmanın planlarını ayaküstü yapmaya başladılar. Sahile inen ana bulvar üzerinden yürüyerek dönmek uzun sürecekti ve bir süre boyunca devam eden büyük bir yokuşu tırmanmayı gerektirecekti. Diğer yandan bu bulvar epey genişti ve depremin devamı gelirse daha güvenli olurdu. Alternatif rota ise daha eski ve dar bir cadde üzerinden geçiyordu. Kısa bir süre daha dik bir yokuşu tırmandıktan sonra göreve düz bir yoldan çevreyi iyice dolanarak yürüyecekler ve en nihayetinde iç kısımlara rahat rahat ulaşacakları büyük, merkezi bir caddeye varacaklardı. Şehrin çoğuna bu cadde üzerinden ulaşabileceklerinden gayet makul bir plan gibi görünüyordu. Yapmaları gereken tercih ne kadar risk alabileceklerini ama risk alma kısmını çoktan geçtiklerini anlamalarına daha vardı.
Onlar bu planları yaparken dedikodular çoktan yayılmaya başlamıştı bile. Kulaklarına gelen söylentilere göre donanma körfeze doğru gelecek ve gemiler üzerinden hem yardımlar sağlanacak hem de tahliyeler başlayacaktı. Başka bir hikayeye göre havadan yardımlar ulaştırılacak ve yollar açılana kadar bu erzaklar üzerinden hayatta kalacaklardı. Fakat en önemlisi bütün iletişimin kesilmiş olmasıydı. Yürütülen bütün yardım ve tahliye söylentileri tamamen tahmin ve öngörüden ibaretti. Çalışan televizyonlar bile hiçbir kanalı göstermiyordu. Telefonlar hiçbir sinyal almıyor, ne internete erişim ne de mesaj atıp arama yapmak mümkün olabiliyordu. Tamamen izole olmuşlardı.
İkili yeni belirledikleri rotada, risk almadan canlarına kıymet verdikleri bu yolda yürürlerken Cenk’in gözleri artık karanlıkta duran boş pencerelere takılınca istemsizce o da durdu. Arkadaşı ona seslenip durdu ama bunu farkında değildi. “Ne gördün?” diye aynı fısıltı tekrarlanıp durdu kafasında. Gözleri o kara pencereleri taradı ama tek görebildiği simsiyah hiçlikti. “Ne gördün?” diye tekrarladı kendini o fısıltı. Genç adamın gözleri bu sefer ışıkların aydınlatamadığı ara sokaklara ve oraya sığınmayı seçen insanlara takıldı. Şekilleri ve yüzleri seçemiyordu, tek görebildiği belli belirsiz gölgelerin yaptığı anlamsız hareketlerdi. “Ne gördün?” diye tekrarladı kendini aynı tekinsiz fısıltı ve genç adamın gözleri bu sefer kendine korkuyla bakan arkadaşının gözleriyle buluştu. “Ne gördün Cenk? Ne gördün de böylesine daldın?”
“Hiçbir şey” diye cevap verdi genç adam, aslında ne gördüğünü gerçekten de kendisi de bilmiyordu. Sadece nereye bakarsa orada bir şey olduğunu bilmesiydi ama oradaki şeyin ne olduğu hakkında hiçbir fikri yoktu. İçinden yükselen korkunç bir uyarı da bu varlığın, bu kabusun tam olarak ne olduğunu hiçbir zaman bilemeyeceğini söylüyordu. İşte bu çaresizlik ve cahillik ile arkadaşına bu cevabı vermiş, bu gözlerle onun gözlerine bakıyordu. Hiçbir şekilde iç rahatlatıcı bir duruşu yoktu.
Onlar böyle bir kararsızlık ve kaygı halinin içindeyken yürüye yürüye geldikleri noktada insanların yavaş yavaş sahile doğru kaydıklarını gördüler. Garip bir durumdu bu çünkü sahiller bu şehirde genelde denizi doldurarak inşa edilmişlerdi ve depreme karşı fevkalade dayanıksızdılar. O kısımlara doğru gitmek epey riskli durumlar yaratırdı. Yine de meraklarına yenik düştüler, belki de bu olayı görmenin, onlar açısından daha anlayamadıkları bir zorunluluk olduğunu istemsizce, bilinç altından bilerek. İnsan yığınını yara yara sahile vardılar ve herkesin denizin ta ötesinde, ufuk çizgisinde bir yere baktığını gördüler. Bi geminin olduğunu, yardımın geldiğini düşünerek, umarak kendi bakışlarını da nihayet oraya çevirdiklerinde içlerini akıl almaz bir dehşet kapladı. Varoluşlarımın en derin katmanlarından bir bağırış yükseldi ama anlamını çözemediler. Tek hissedebildikleri vücutlarını hareketsiz, zihinlerini düşüncesiz, kendilerini sadece bir noktaya doğru anlamsızca ve kontrolsüzce bakan aptal bir hayvan türüymüş gibi bırakan muazzam bir dehşetti. Gerçek dehşet işte buydu, insanı kendi varlığından söküp alan, geriye hiçbir şey bırakmayan soyut bir felaketti. Onlara bunu yaşayan ise çok daha kötü bir şeydi. Zar zor görebildikleri bir noktada, sahilin çok uzağında, belki de denizde saatlerce yüze yüze ulaşabilecekleri, belki de ulaşamayacakları bir yerde, sanki hayatlarında, varoluşlarında, insan denen türün bu gezegen üzerindeki tarihinde berbat bir delik açılmıştı. Bütün içgüdüleri inkar eden, aşağılayan, herşeyi altüst eden bir kara küre, ufuk çizgisinde dikilmiş, şehirdeki bu zavallı insanları izliyordu.
Yorumlar
Yorum Gönder