Spooktober Özel: Yaşayan Çöreklerin Gecesi
Bayram Bey
Bayram Bey için gece gayet sıradan bir şekilde başlamıştı ama bu insanın sıkıcı sıradanlığı için hiç hak edilmemiş bir dehşet meydana gelmek üzereydi. Eliyle insanlara sunduğu ürünlerini kendisi de bolca tüketmekten hiç çekinmeyen Bayram Bey, Krallar Denizi’nin kıyısına kurulmuş bir şehirde fırıncılık yapıyordu. Babası da dedesi de büyük dedesi de fırıncıydı. Ekmekle kurulmuştu bu asillikten uzak soy ve ekmekle devam ediyordu ama yine ekmekle biteceğini ise hiç kimse tahmin edememişti. Belki bir zamanki Fransız hanedanları dışında…
Bayram Bey ekmek teknesini şöyle güzelce temizliyordu. Kapanış zamanıydı, çalışmalarının son evrelerini sonlandırıp eve gitmek istiyordu. Zaten saat de çok geç olmuştu, halihazırda az miktarda işlem yürüten beyninin olduğu gibi dinlenme sürecine girmesi gerekti. Yerleri süpürürken arada sanki başka sesleri duyar gibi olmuştu ama bu ek gürültüleri rüzgara, şehrin hareketine veya yıllardır hiçbir şekilde bakımını yaptırmadığı dükkanın gerçekten artık çok korkunç bir durumda kalmış altyapısına yoruyordu.
O bu işlerle ilgilenirken kapı birden açıldı ve içeriye rastgele bir vatandaş girdi.
“Kapattık.” diye uyardı Bayram Bey.
“Bir ekmek almak istiyordum.” diye cevap verdi vatandaş.
“Kapattık kardeşim kapattık!” diye tersledi fırıncı.
“Hiç mi yok?”
“Hiç yok, yarına.”
“Pide de mi yok?”
“Pide de yok.”
“Hamur bile alırım, o da mı yok?”
“O da yok.”
“Ekmek yoksa pasta da mı yok?”
“Pasta da yok.”
“Bir kurabiye, bir açma, bir çörek de mi yok?”
Bayram Bey bir an tereddüt etti, eldeki bütün çörekleri vatandaşa vermek istedi, zaten bayattılar da. Sonra vazgeçti.
“Çörek de yok” dedi. Çok pişman olacaktı.
“Peki o zaman.” dedi vatandaş ve Bayram Bey’i az sonra içine düşeceği çaresizce yalnızlıkla baş başa bırakıp kapıyı kapattı ve yoluna devam etti. Fırıncı ise fırınını temizlemeye devam ediyordu. Evine böyle de bakmıyordu, daha kötü durumdaydı ama bu çok da önemli değildi. Sonuçta oraya da bir daha dönmeyecekti. Süpürge yerde sürüklendikçe başkaca varlıklar da yapılarına meydan okurcasına harekete geçtiler. Bayram denen insanın algılarını zorlanmadan atlattılar, bu kişinin zihnini de nefes alırcasına kolay ve doğalmış gibi kandırdılar.
Fırıncının kocaman vücudu birden üzerine “çöreklenen” çöreklerle yere yığıldı. Pişmiş, işlenmiş ve tüketime hazır hale geldikten sonra hiç hak edilmeyecek kadar uzun zaman bekletilip bayatlanmış hamur parçaları, içlerindeki bozulmak üzere olan güzel besinlerle koca fırıncının bedenine yapışıp derisini söküyor, orta yaşlarını yeni geçmiş adamdaki bütün hayatı söküp çalıyorlardı. Beyliğinden de sıradan soyunun tutarlı alelade fırıncılığından da geriye bir şey kalmayan Bayram yardım için çığlık atak istese de ciğerleri de iyice parçalandığı için anca kısık bir sesle hiçbir sonuç almaksınız inledi. Yerde sürünmeye çalıştı, ayaklarıyla saldırganlarını tepelemeye çalıştı ama bu çöreklere karşı yapılabilecek hiçbir şey yoktu. Koca fırıncı Bayram Bey son nefeslerini de acı içinde zavallılıkla verdi.
Çörekler ise Bayram Bey’in karnından, baldırlarından, kollarından ve bacaklarından yiye yiye doyup cansız bedenden kalanları öylece ortalıkta bıraktılar. İşleri bittikten ve çok kısa süre içinde yeniden canlanacak olan açlıkları şimdilik dindikten sonra fırın çevresini terk edip korkunç başkalaşımlarını gerçirmek üzere adı anılmaz, biçimi anlatılmaz inlerine döndüler.
Bayram Bey’i kimse bulamadı çünkü o gece dünya gezegeni ve insan türü için çok berbat bir gece olacaktı. Dehşet, delilik ve çaresizlik içinde geçecek karanlık saatlerin daha başlangıcıydı ve sayısız insan bu illetten nasibini alacaktı. Yaşayan Çöreklerin Gecesi daha yeni başlamıştı.
Mark ve Julia
Mark ve Julia Körfezkent’e tatil yapmak için gelen iki tatlı ziyaretçiydi. Bu şehir uzun zamandır onların ilgisini çekmekteydi. Hem Teknik Bilimler Enstitüsü’nün yaydığı bilimsel ve tekinsiz ün, hem şehrin başı sonu olmayan uçsuz bucaksız tarihi, hem de bu lanetli şehirde dolaşan sayısız efsane, söylenti ve hikaye onlar için bu yeri paha biçilemez bir tatil noktası yapıyordu. Leziz ve leziz yerel yemekler de hepsinin üzerine atılan pudra şekeriydi. Onların tatil anlayışı sıcak bir memlekete gidip altın kumlara serilmiş şezlonglarda yatmak, temiz, berrak, cennetten inen sularda yüzmek veya güzel müziklerin eşliğinde rahat mekanlara gidip tatlı mı tatlı kokteyller içmek değil, terk edilmiş şehirlere, lanetli olduğu söylenen tarihi mekanlara veya dünyadan ayrı kalmış garip kasabalara gidip gezegenin sunabileceği bütün tuhaflıkları deneyimlemekti. Buraya gelerek on ikiden vurmuşlardı ama bahtlarına küssünler biraz fazla başarılı bir atış yapmışlardı.
Ne var ki zamanlamaları da fazla başarılıydı. Böylesine tutarlı bir seçim yapmak istememişlerdi çünkü çok daha erken gelmeyi hedeflemişlerdi. Önce Mark’ın iş durumu ona izin vermemişti, ancak seçebildiği izin günleri Julia ile örtüşmemişti. Aynı zamanda Julia’nın yakaladığı ekonomik fırsatlar da uzun ve rahat bir tatil yapmalarına veya istemeyecekleri kadar tuhaf olayı yaşamayacakları bir zamana denk gelmelerine izin vermemişti. Onların beraberce ucu ucuna denk getirebildikleri tek haftasonu ne yazık ki bu geceyle eşleşmişti.
“Ne zaman dışarı çıkacağız?” diye şikayet etti Mark. Sabırsızdı ve buldukları kısacık zamanı hemen değerlendirmek istiyordu.
“Yetmedi mi bugün sana?” diye tersledi Julia. Gün boyunca sağı solu gezmişler, Enstitü’yü ziyaret etmek isteyip, izin de verilmeyip, gizlice yasal olmadan yollarla kampüse girip güvenlik kişilerince yaka paça dışarı atılmışlar, bir iki sıra dışı söylentinin peşinden kovalamışlar, sonra da otel odasına çekilmeden önce caddede doyasıya tıkınmışlardı. Daha fazlasını kaldıramayacaklarını düşündüklerinde dolu bir mide ve yorgun bir yüz ifadesiyle odalarına çekilmişlerdi. Buna rağmen Mark yine sıkılmıştı ve buraya gelmek için zorladıkları şartlardan olabildiğince faydalanmak istiyordu.
“E tamam o zaman.” dedi Julia. Sen istersen çık kendince takıl. Ben burada kalıp dinleneceğim.”
İzni kopardığı için etekleri zil çalan Mark hemen çantasını sırtladı ve koşa koşa dışarı çıktı. Midesi hâla çalkalanıyordu ama bunu umursamıyordu. Tam otel lobisine inecekti ki bir inleme duydu. Körfezkent çok güvenli bir yer sayılmazdı ama yine de rahat olacakları bir yerde oda ayırttıklarını düşünmüştü. Merdivenleri sonuna kadar inip lobiye çıktığı zaman korkunç bir manzara ile karşılaştı. Pek çok ziyaretçi, üzerlerindeki süslü püslü kıyafetleriyle yerde yarım bir halde yatıyorlardı. Bazılarının yanağı, bazılarının karnı, bazılarının da alt yanakları yoktu. Güzel giysileri kan içindeydi ve cansız bedenlerin üzerinde anlayamadığı şeyler geziyordu. Tam dehşete düşmüş bir şekilde yukarı çıkacaktı ki önündeki basamaklardan yavaş yavaş kendisine doğru tırmanan bazı kütleler gördü. Doğru mu görüyordu? Doğru görüyordu. Bunlar çöreklerdi.
Mark korku ve sağ kalım güdüsünün verdiği bir güç ile yukarı fırladı ama bu sefer merdivenlerin üst basamaklarından kendisine doğru inen diğer kütleleri gördü. Çörekler…
Mark o gece o merdivenlerde öldü.
Julia otel odasındaki yatakya öylece yatıp dinlenmeye çalışıyordu. Otelin interneti berbattı, bu yüzden telefonu ile de ilgilenemiyordu. Televizyon zaten hiç çalışmıyordu. Sonraki sefere daha iyi bir otele gideceklerini söyledi içinden, ne kadar yanıldığını hiç bilmeyerek. Sonunda sırtını kapıya çevirerek uykuya dalmayı bekledi.
Önce kapıdan ses geldi, birileri kapıyı zorluyordu.
“Anahtarını mı unuttun Mark?” diye sordu. Tam yerinden kalkacak olmuştu ki kapı açılınca geri yatıp gözlerini kapadı. Bir şeylerin yerde süründüğünü duyunca “E o kadar yorulursan tabi ki ayaklarını kaldıramazsın.” dedi. “Biliyorum o yorgunlukla başka neleri de kaldıramadığını.”
Sesler bu sefer önce yatağa çıktılar, sonra da Julia’nın sırtına. “Bir şeyi kanıtlamak zorunda değilsin Mark” dedi Julia. “Yorgunum, bu gece olmaz.”
Sonra yatağında çığlıklar ata ata öldü. Mark bunu da başaramamıştı.
Savaş Oğuz
Savaş Oğuz adından da anlaşılacağı üzere kadim bir savaşçı soyundan gelen ve hiçbir mücadeleden, engelden, kavgadan, zorluktan ve korkudan kaçmayan cesur ve ateş gibi kalbe sahip birisiydi. Tehdit görse harekete geçer ortadan kaldırırdı. Hareket görse gözleri oraya kayardı. Yine de kardeşlerini çöreklerden kurtaramamıştı çünkü bunlar çok sinsi varlıklardı. Küçüktüler, yavaş ve sessizce hareket ediyorlardı ve tehlike kendini gösterdiğinde zaten çok geç oluyordu. Savaş için bu gece böyle başlamıştı ama o böyle durumlara kolay alışan birisi olduğundan o şekilde bitmemişti.
Savaşçı bir aileden geldiğinden onun için düşman bulmak hiç zor olmamıştı. Yeri gelmişti “Obur” denilen iğrenç yaratıklarla çarpışmıştı. Yeri gelmişti kanını arzulayan sivri dişli canavarlarla göğüs göğüse mücadele etmişti. Kurt Dağları’nın kurtlarını, Tanrısız Dağlar’ın iblislerini kim unutabilirdi? Ama bu çörekler bambaşka şeylerdi. Bir gecede bütün bilinen din, inanç, felsefe, tarikat, kütüphane, topluluk, manastır ve buna benzer türlü türlü yapıyı bir şekilde aşıp,cahil bırakıp bütün insanlığı felç etmişlerdi. Nice imparatorluklar kuran büyük kahramanların torunları, nice felsefeler inşa eden bilginlerin öğrencileri, üzerinde doğdukları gezegenden iki ateş ve bir teneke ile ayrılabilip başka kozmik kütlelere gidebilen yolcuların mirasçıları bu tehlikeyi görememişti. Demek ki medeniyet denilen şey tekil değildi ve belirli bir doğası da yoktu. Demek ki insanlar gibi çörekler de bir medeniyetti ve bir gecede bir diğerini gezegen üzerinden söküp atabiliyorlardı.
Acaba başka hangi uygarlıklar vardı orada bir yerde? Yine de bu önemli değildi. İnsan medeniyeti için yolun sonu gibi görünüyordu.
Buna rağmen Savaş Oğuz bir savaşçıydı ve cenk edilecekti. Hem ailesinin hem de gece boyunca düşmüş yoldaşlarının intikamını alacak, bu berbat iğrençlikleri fazlasıyla ödetecek ve en azından öldüğünde güneş çoktan kendini göstermiş olacaktı. Çörekler kazanacaksa bu bir gecede de olmayacaktı, son nefer son nefesini verene kadar savaş bitmeyecekti, bunu bütün çöreklerin hamurlu ve peynirli zihnine kazıyacaktı. Tavırlarını ve donanımlarını bu amaç doğrultusunda hazırladı. Son çarpışmaya girilecek, deri ve hamur karşı karşıya gelecek ve bütün gezegen bir yangında kül olup gidecekti. En azından Savaş böyle hayal ediyordu ama kendisinin bilimsel altyapısı pek de yeterli olmadığından bütün dünyanın kavrulup gitmesi için bundan azıcık daha fazlasının gerektiğini bilmiyordu. Yine de tabii çok destansı bir olayın bir parçası olacaktı.
Evinden sokağa doğru fırlarken her bir adımında ayrı bir çöreği eziyor, çivili zırhının üzerine atılan hamurdan dehşetler un ve su biçimlerine geri dönüyor, elindeki çifteyle aynı anda pek çok çöreği un ufak edip hemen yeniden dolduruyordu. O bütün bu coşku ve hiddet, haz ve dehşet, delilik ve ciddiyet ile bir o sokaktan bir bu eve, bir şu kapıdan bir o pencereye diye koşa koşa ilerlerken açtığı bir kapıdan sonra üzerine doğrudan vuran güneş ışığı onu birden kör edip bir anlığına, sadece bir anlığına felç etti.
“Aha” dedi. “Gittik”
Savaş gözlerini geri açınca hiçbir şey göremedi. Çörekler gitmişti. Öldürdüğü parçaladığı çörek parçaları da çöreklerle birlikte hiçliğe karışmıştı. Sabah olmuştu.
Yaşayan Çöreklerin Gecesi bitmişti.
Çörekler gitmişti ama geride bıraktıkları korku, dehşet, delilik, travma ve kabuslar tarih boyunca insanlığa dadanmaktan vazgeçmeyecekti. Çünkü çörekler böyle şeylerdi.
Yorumlar
Yorum Gönder