Kara Küre Bölüm 3: Kıyı (Spooktober '25)
Sıra halinde birbirinin ardına katmanlarca dizilmiş devasa bir insan sürüsü hepsi bir diğerini ezer, omuzlarına basar, ittirir bir şekilde denizin ta ötesinde ufuk çizgisinden onlara bakan bu garip cismi seyrediyordu. Hiçbirinin onun ne olduğu hakkında bir fikri yoktu, hiçbirinin onun ne olduğu hakkında fikir yürütebilecek bilişsel bir altyapısı da yoktu. Zihinsel donanımlarından ziyade, anatomik bir eksiklikti bu ama buna bütün güçleriyle yeltenecekler, yeterince hırpalanıp korkunca da zaman içinde bazen büyük gruplar halinde, bazen de birer birer bırakacaklardı.
Bu aptal kalabalığın içinde arkadaşıyla orada duran, aynı tuhaf nesneye bakan Cenk’e bir anlığına tüm bunlar fazla geldi ve gözlerini yere çevirip kapattı. Ne var ki göz kapaklarını indirince onu yine kabusunun yankıları ve hiçliğe doğru kayan bir belirsizlikler manzarası karşılıyordu. Derin derin nefes aldı, sakinleşmeye çalıştı ama olmadı. Akli bütünlüğü anlık bir çabanın etkisiyle düzelemeyecek kadar sarsılmıştı. Bir de üzerine deprem eklenince kurtarılması zor bir vaka durumuna gelmişti. Kollarını tırmalayarak kendisine acı çektirip artık zorla zihnine hükmetmeye çalıştıysa da nafile bir çabaydı. Çenesi titriyordu, yüzünde, sırtında, kollarında boncuk boncuk terler boy gösteriyor, hatta elleri bile nemleniyordu. Yine bir vazgeçme haline girip gözlerini yeniden açınca yerde benzer bir manzara karşıladı onu.
Şaşkınlık, merak ve korkudan dolayı kimse doldurulmuş sahil boyunca uzanan çatlakları fark etmemişti. Zaten epey eski bir çalışma olan, depremle iyice hasar görmüş yapı, şu anda birbirini ezmeye çalışan bir sürü insanı üstünde taşımakta zorlanıyordu. Gözleriyle bu çatlakları takip eden genç adam, arkadaşından ayrı düşmeyi göze alıp insanları yara yara yerdeki bu yara izini takip etti ve en nihayetinde yükselmiş denizin yüzeyinde bulanık bir haldeki kendi korkmuş gözlerine bakakaldı. Bir süre orada donup kaldı ama suyun artık beton yapının içine doğru sızdığını ve yara izinin de yayıldığını görünce çok geç kaldığını anladı.
“GERİ ÇEKİLİN! GERİ ÇEKİLİN!” diye bağırmaya başladı Cenk ama beton yapı çatırdadıkça, üzerindeki insanların yüküne ve panikleri dolayısıyla yarattıkları kuvvete dayanamayıp parça parça çöktü. Ne olduğunu ancak anlayabilen o zavallıların ise ancak bir kısmı çökmeden önce geriye çekilebildi. Arkada neler yaşandığından bihaber olan diğerleriyse, daha da alevlenen merak duyguları yüzünden ön kısma doğru yaklaştılar ve birkaç saniyeliğine, çaresizce oradan kaçmaya çalışan insanları zorla körfezin soğuk sularına doğru ittirdiler. Sırasıyla çöken her bir parçanın üstünden ancak kurtulabiliyordu Cenk, arkadaşının nerede olduğuyla alakalı ise hiçbir fikri yoktu. Onu takip mi etmişti yoksa geride mi kalmıştı?
Çatlayıp batmayacağından emin olduğu kadar geriye çekildikten sonra çevrede onu aramaya çalıştı ama gözleri bir türlü buluşmadı. Acaba çöken bölümde miydi diye endişelenip biraz olsun yeni kıyı şeridine yaklaşmaya yeltendiyse de körfezin suları, gecenin kendisinden bile daha karanlıktı, neredeyse ufukta onları izleyen küre kadar karaydı. Bir şekilde tedirginliklerini üstlerinden atmayı başarmış birkaç kişi denize düşen insanları kurtarmaya girişmişlerdi, cesaretleri kısacık bir anda olsa bulaşıcılık kazanmış ve çöken kıyılar boyunca insanlar düşenlere ellerini uzatmışlardı ama Cenk oradan kimseyi kurtarıp kurtaramadıklarını anlayamıyordu. Işık saçmakta zorlanan sokak lambaları, zaten altyapının da çöktüğü doldurma bölmelere ulaşamıyordu ve gecenin haddinden fazlaca şiddetli olan karanlığı, suyun koyuluğu ile insan karartılarını birbirine karıştırıyordu.
Genç adamın gözleri kaybettiği arkadaşını bulmak üzere karanlığı tararken bir kez daha bakışları ufuk çizgisindeki o muazzam kütleye takıldı. Uzaktan onları izliyordu, tanımlanamaz çirkin duygularla onlara bakıyordu. Yaşattığı berbat durumdan keyif mi alıyordu, içindeki bitmek bilmez bir açlığı dindirdikçe ağzının suları mı akıyordu yoksa olduğu yerden öylece durarak, yaşamını acı içinde sürdürmeye çalışan bir zavallı canlıya en ufak bir umursama olmadan hissizce bakan bir yabancı gibi miydi, bilmiyordu Cenk ama oradaki insanlara veya o insanların bildiği herhangi bir şeye benzemediği kesindi. Gözleri oradaki devasa kara gözle buluştukça Cenk iki şeyden emin oldu, içine sızan iğrenç bir duygu, açıklanamaz bir ivmeyle genç adamı kendisine çekiyordu ama aynı zamanda ruhunun köklerinden yükselen bambaşka bir çığlık ise o şeyden olabildiğince uzak durması gerektiğini bağırıyordu.
Vazgeçti, arkadaşından da vazgeçti, insanlığından da. Yaşadığını biliyordu, yaşayan bir varlık olduğunu biliyordu, yaşaması gerektiğini biliyordu, yaşamayı seçti. Kolay değildi bunu söylemek. Aniden yapamadı bu seçimi. Kolları ve bacakları birden boşaldı, titremeye başladı. Vücuduna müthiş bir soğukluk indi ama aynı zamanda basan sıcaktan da terliyordu. Bayılacağını düşündü, bayılmadı. Yere düşeceğini sandı ama her nasılsa, vücudu bir biçimde dik durmayı başardı. En nihayetinde geriye doğru insanlara çarpa çarpa attı adımlarını, kıyıdan uzaklaştı, denizden uzaklaştı. O şeyden uzaklaşmalıydı.
Arkasını dönüp yukarı çıkan açık bulvara doğru ilerledi. Dengesini doğru düzgün kuramadığı için bir ona bir buna çarpıp duruyordu ama insanlar da zaten umursamıyorlardı. Deprem üzerine uzakta görünen o cisim ve de kıyı taraflarının çökmesi, insanların denize düşmeleri yeterince meşgul ediyordu herkesi. Sanki bir uçurumdan aşağıya bakıyormuşçasına vücudunun her bir hücresi aynı kaygıyla boğuşuyordu. Sanki bütün nöronlarına birden elektrik verilmişti ve verilmeye de devam ediliyordu. Nefesini tutmuş muydu, hızlıca soluk alıp veriyor muydu hiçbir fikri yoktu. Tek bildiği şey, yürüyebildiği kadar yürümesi gerektiğiydi. Eğer olursa gittiği yerde yere yığılıp kalabilirdi bile, uzaklaşsa yeterdi. Sağlığından daha fazlasının tehlikede olduğunu kemiklerinin köklerine kadar biliyordu. Dedikodular, uyarılar, bağırışlar, sessizlik ve rüzgarın tekinsiz hareketleri hepsi aynı uğultuya karıştı. Uğultunun kendisi ise çarpık, olmaması gereken bir işitsel hiçliğin yozlaşmış sembolüne dönüştü. Bir alçalıp bir yükselen bu garip ses, varola varola artıp bambaşka hecelere, kelimelere, cümlelere dönüşüyor, en çarpık varlıkların en masum ve cahil çocuklara, bebeklere dadandığı en çirkin ninnileri anlatıyordu. Öyle ninnilerdi ki bunlar, bir ömür boyunca sonu gelmiyor ve insanların içinde yarattıkları o korku tohumu, ölümün acımasız soğukluğuna kadar zihne huzursuzluk ve endişe dalgaları yaymaya devam ediyordu. İşte bu uğultu Cenk o yolda yürümeye çalışırken caddenin iki yanı boyunca uzanan binaların duvarlarından sekip duruyor, her yankıda daha berbat bir anlam, daha iğrenç bir ezgi ve daha muazzam bir boyut kazanıyordu.
Uğultu kendisine nüfuz ettikçe Cenk de giderek hissizleşti. Yürüyüp yürümediğini bile anlayamıyordu. Belki yürüdüğünü düşünüyordu ve aslında yere yığılmıştı. Belki bayılmıştı ve hala kaçmakta olduğunun düşünü görüyordu. Belki de delirmişti ve ağzından salyalar aka aka eski haliyle dalga geçercesine zavallı bir halde yürüdüğünü hayal ediyordu. Uğultu öyle bir etkiye sahip oldu ki genç adam üzerinde, artık mutlak sessizliğe dönüştü. Gözlerinin önünde değişip duran görüntüler artık Cenk’in dikkatini çekemiyordu. Zaten bir şey de duymuyordu, eğer omzuna o el konmasaydı, sarsılmasaydı, oradaki pek çok başka insanla aynı kaderi paylaşacaktı Cenk, ama bunun farkına varmasına daha vardı.
“İyi misin?”
Sessizliğin izinsiz bölünmesiyle birlikte önce irkilip geriye seken ama sonradan arkadaşının kendisini bulduğunu düşünüp arkasını dönüp bakan Cenk, ona bakan bu tanımadığı gözler karşısında hayal kırıklığına uğradı. “Evet” cevabı verebildi ancak ama belli ki karşısındaki yabancı da tanıdığını düşündüğü birinin omzuna dokunmuş ve bir yabancı olduğunu görünce yüzü asılmıştı.
“Özür dilerim” dedi yabancı, sonra kalabalığın arasına geri girdi, az önce bu genci nasıl bir kaderden kurtardığını hiç anlamadan, nasıl bir iyilik ettiğinin farkına hiç varamadan. Dalgalanan bir denizin yüzeyinde yüzen bir balık gibi insan selinin dalgalarına karışıp yok oldu.
Cenk biraz uzaklaşmıştı ama çok da bir yol alamamıştı. Bir noktada olduğu yerde durakalmış ve yürüdüğünü düşünmeye devam etmişti. Az önce kendisini kurtaran yabancının kalabalık içinde yarattığı dalgalanmaları takip ederken bir an olsun kaybettiği arkadaşını sahilde gördüğünü sandı. Hızlı davranmadı, yavaş ve dikkatli ilerledi. Zihinsel bütünlüğü harap olmuş durumdaydı ve onu kararlı bir şekilde toparlaması gerekiyordu, bu işin içinden başka bir çıkış mümkün değildi. Her ne yaşanıyorsa sadece fiziksel sorunlar yaratmıyor, sadece şehri alt üst etmiyordu. Aynı zamanda şehirde yaşayanların kafalarına da doğrudan saldıran bir tavır takınmıştı. Odağı sağkalmakta tutup düşünceleri dağıtmadan, bu şeye fırsat vermeden kurtulmak gerekiyordu.
Yavaş yavaş yaklaştı denize ama tam kıyıya da gitmedi. Görüş mesafesini makul bir seviyede tutarak arkadaşını aramaya başladı. O da Cenk’i buralarda arıyorsa karşılaşma olasılıkları bir hayli yüksekti. Yok vazgeçip iç kısımlara gittiyse zaten bir sorun yoktu ama suya düştüyse, genç adam o soğuk suların şu noktada çok tekinsiz bir yer olduğunu düşünüyordu. Eğer olur da birisi onu kurtarmışsa kıyı şeridini tarayıp bulması gerekirdi. Onu arkada bırakmak istemiyordu. Ölümden beter bir kadere kurban gitmeyi hiç istemiyordu ama tanıdığı sevdiği bir insanı da geride bırakıp aynı şeye feda etmeye de kesinlikle içi el vermiyordu. Hem böyle şartlarda yalnız kalmış olmak çok sıkıntılı bir durum yaratırdı. Tanıdık ve güvenilen insanlara ihtiyaç vardı.
Sahil şeridini biraz uzaktan uzaktan tararken bir anlığına yine arkadaşını görür gibi oldu ama hemen yine görüşünden çıktı. O tarafa doğru biraz daha yaklaştı ama yine mesafesini korudu. Bİr oraya bir buraya baktı, onu bulduğu konumdan uzaklaşmamaya çalıştı. Bir kez daha onu görür gibi oldu, sadece bir anlığına ama içini bir kuşku, bir alarm kapladı. Onu bulmaya çalışırken bir yandan da bunu artık hiç istemediğini fark etti. Bütün çabası istemsizce arayıp bulmaya çalıştığı sevdiği tanıdığı bir kişinin konumunu saptamaktan var olan bir tehlikenin yerinden emin olmaya kaydı. Gözleri delirircesine bir oraya bir buraya kaydı, en nihayetinde ise o tehlikeyi, bu noktaya kadar birlikte, beraber durdukları arkadaşını, en azından onun biçimini görebildi. Nefesi kesildi, soluk borusu tıkandı. Göz kapakları ardına kadar açılıp bir türlü inemedi, gözleri korku ve yastan dolup taştı. Yüz ifadesi iyice gerilmişti, yüzünün hiçbir noktası yerinden oynamıyordu.
Arkadaşının biçiminde bir karartı, denizden fırlamış gibi duran, üzerinden körfezin soğuk, tekinsiz, koyu sularının aktığı bir şekil, arkadaşının yüzünü kullanarak denizin hemen dibinde, çökmüş veya çökecek gibi duran bir yapının üzerinde durup kendisine bakıyordu. Gözlerinin olması gereken yerde tamamen hiçlik vardı. Bitmek bilmez bir açlık, Cenk ile dalga geçen bir bakış veya acımasız bir tarafsızlık mı vardı o gözlerde Cenk anlayamıyordu ama o dipsiz, karanlık kuyunun kendisine baktığından emindi.
Yorumlar
Yorum Gönder