Fallout: Anatolia Bölüm 1 - Uyanış
“Burada pas ve küften başka hiçbir şey bulamayız, zamanımıza değecek bir şey yok.”
“Şaka mı yapıyorsun? Bundan daha değerli bir hazine bulabilir miydik?”
“Tabutu mu kastediyorsun?”
“İçindekini.”
Yabancı elini tabutu andıran yapının yan tarafındaki karanlık ekrana götürdü. Parmakları ekranın altındaki düğmelerde biraz gezince siyah yüzeyden ışıklar çıkmaya başladı. Arka tarafta bir yerlerde ölmekte olan bir bilgisayar yaşamını ve yaşamının sonunu haykıra haykıra duyurmaya çalışıyordu. Yaralanmış olan vahşi bir hayvanın ilkel güdülerinin son çabalarını sergiliyordu. Bir süre sonra bu haykırışlar yerini daha monoton, huzuru bir arkaplan gürültüsüne bıraktı, sesin hareketi ise önce duvarlara aktı, sonra da tabut benzeri yapıya geçti.
“Koza açılıyor.” dedi yabancı. Gözleri ışıldıyordu, duruşu ise bir dakika öncesine kıyasla çok değişmişti. Tabutun açılmasıyla kendisi yaşam kazanmış gibi görünüyordu.
“Bu hortlağın değeri ne olabilir ki?” diye sordu diğer yabancı.
“Git girişi kontrol et, başımıza bela almadığımızdan emin olalım.”
Böylece elinde tüfek tutan yabancı, pompaların, boruların ve analitik makinelerin doldurduğu odadan çıkarak yer altındaki bu loş labirente kayboldu.
“Paha biçilemez.” dedi tabutun başında bekleyen adam. Yapının kendisinden birkaç adım uzaklaştı ve mekanizmaların işlemesini bekledi. Onun çok beklemesine gerek kalmadığını öğrendiğinde ise pişmiş kelle gibi sırıttı. Koza açılıyordu.
İstemsizce derin bir nefes aldı kozanın içindeki yabancı ama bu hareketiyle birlikte ciğerleri dayanılmaz bir acıyla doldu. Öksürecek olsa da bunu beceremedi, vücuduna hava dolmaya devam etti. Çığlık atmaya çalıştı fakat bedeninin içine doğru çığırıyormuş gibi hissetti, dışarıya verecek kadar soluk alamamıştı daha. Gözlerini açınca gözleri yandı. Hareket edince kaslarının beton gibi zorlandığını hissetti. En acı ölümlerle karşılaşmış zacınası hayaletler gibi uğultular, çığırılar atarak olduğu yerden hareketlendi ve önünde yavaş yavaş açılan kapağı çaresizce ittirmeye çalıştı. Zavallı varlığın iradesinin aksine kapak bağlı olduğu mekanizmanın kurallarına boyun eğerek açılıyordu. Beline birden inanılmaz bir acı saplandı, midesi hayal edebileceğinin ötesinde bulandı ve yaşama az önce uyanan genç bir kez daha öldüğünü hissetti.
Bir an sonra ise kendisine geldi. Belinde bir kez daha müthiş bir acı hissetti, sadece bir anlığına. Sonrasında ise önünde duran kapak açıldı, rahat rahat nefes almaya başladı. Geriye sadece baş ağrısı kalmıştı. Burnundan çektiği doğru düzgün ilk derin nefeste ise ağır bir küf ve pas kokusu geldi. Gözlerinin gördüğü ilk manzara ise kendisine şaşkınlık ile büyük bir heyecanla bakan orta yaşlarını geride bırakmış bakımsız sakallı bir adam olmuştu. Adam öylece olduğu yerde durup kendisini izliyordu. Genç o mekanizmanın içinden yalpalaya yalpalaya çıkmaya çalışırken yabancı ona hiç yardım etmiyordu. En sonunda mekanizmanın hareketliliği durdu, sesler kesildi ve dünyaya yeniden doğan bu hortlak da tabutundan çıkmış bulundu.
“Hoş geldin!” dedi yabancı, yavaş yavaş yaklaşarak. “Gerçek dünyaya hoş geldin!”
“Sen kimsin?” diye sordu genç.
“Ben mi kimim? Bu metal mezarlıktaki tabuttan çıkan sensin. Sen kimsin?”
Genç bu soru üzerine biraz afalladı. Yaşadığını sindirdi önce iyice, sonra da yaşamaya devam etmesi gerektiğini. Olduğu yerde birkaç adım atıp duruşunu dengelemeye çabaladı. Elini başına götürdü, baş ağrısını bu şekilde geçireceğini düşünerek. “Cenk.” diyebildi en sonunda. “Ben…” dedikten sonra yine düşecek gibi oldu ama yabancı bu sefer onu yakalayıp destek oldu. “Öğrenciydim.”
“Öğrenci mi? Genç adam, öğrenci olacak kadar genç görünmüyorsun. En azından sıradan okullar için. Hangi enstitüdeydin?”
“Enstitü mü? Hayır hayır, köy enstitülerinde değil. Üniversitede, Mühendishane’de.”
“Mühendishane mi?”
“Evet. Mezuniyetime bir yıl kalmıştı. Sonra… Hocalarımdan birisi bir çalışma yürütüyordu. Beni de dahil etmek istemişti. Nedense fazla istekliydi bunun için. Bir kimyasal enjekte ettiler, güvenli olduğu konusunda temin ederek. En son bunu hatırlıyorum.”
“Cenk” diye araya girdi yabancı. “Mezuniyetin ne zamandı?”
“2078.”
“Ve sen de 2077’yi mi hatırlıyorsun?”
“Evet. Üçüncü yılımı bitirmiştim.”
“Cenk, bu yüz yıl önceydi. Savaş başlamadan seni uyutmuşlar ve bir şekilde kozmik bir merhametin etkisiyle buraya gelmişsin.”
“Hayır hayır, bir yanlışın olmalı. Savaşı hatırlıyorum. Tel Aviv’i bombalamışlardı. Çinliler ile Amerikalılar da birbirlerine girmişlerdi.”
“Ah çocuğum, o savaşı kastetmiyorum. Büyük Savaş’ı kastediyorum.”
“Hangi büyük savaş?”
“Bombaların düştüğü Büyük Savaş. Savaşın içinde değildik biz ama Cenk, İstanbul’dan geriye bir şey kalmadı. Mühendishane’den de öyle. O okuldan geriye tek kalan şey muhtemelen bu paslı yapı, ki kendisi de artık ölmüş durumda, ve sen. En azından sen hâla yaşıyorsun.”
Cenk adamın verdiği destekten kendisini kurtardı, birkaç adım attı rastgele, klostrofobik yapının içinde öylece salınarak. Gözleri kirlenmiş duvarlara baksa da kendisi eski şehrini, okulunu, hayatını görüyordu. “Yani biz şu an…” dedi biraz duraksayarak. “2177 yılında mıyız?”
“Evet.”
“Dışarıdaki dünya…”
“Senin içine doğduğun dünyadan çok daha farklı.”
Cenk elini eskimiş yapılara yasladı. Parmakları paslanmış, çatlamış ve küflenmiş duvarlarda ve parçalarda gezerken sanki çürümekte olan bir bedenin tenine dokunuyormuş gibi hissetti. Elini bir süre daha o yüzeyde gezdirdi, ona tutunmak veya belki veda etmek istercesine ama ikisine de cüret edemediğinden kolunu hemen geri çekti, elini üstündeki kıyafete sildi. Elini gezdirdiği yere bakınca ise oradaki bir yazıyı ortaya çıkardığını gördü. “Koza 6”
“Başka var mı?” diye sordu Cenk. “Kozalar, başka kozalar var mı başka yerlerde?”
Yaşlı adam önce şaşırdı, sonra biraz düşünde ama bir sonuca çıkamayınca başını iki yana salladı. “Bilmiyorum. Bu kadar yakınlarda olsa duyardım illa ki.”
“Kimsin sen?” diye sorusunu yineledi Cenk.
“Ben…” diye cevaplayacaktı ki ihtiyar, içeriye diğer yabancı girdi. Elinde tuttuğu tüfeğin namlusunu Cenk’e çevirmemişti ama Cenk onun gözlerinden namlunun hedefinde kendisinin olduğunu okuyabiliyordu. “Biz” diye devam etti yaşlı adam. “Kalıntıları inceleyip dışarıdaki insanlara yardımcı olabilecek bir şey bulabilir miyiz, ona bakıyoruz.”
“Mezar soyguncusuyuz.” dedi eli tüfekli yabancı.
“Hazine avcısı daha uygun bir kullanım.”
“Leşçiyiz. Kalıntıları, çöplükleri, tehlikeli bölgeleri gezip işimize yarayacak değerli ne var diye bakıyoruz.” diye ısrar etti yabancı.
“Bugün seni bulduk.” dedikten sonra ihtiyar yüzüne yapay bir gülümseme getirdi.
“Kölecilere satabiliriz.” dedi yabancı. Cenk geriye çekilecek olsa da ihtiyar şiddetli bir şekilde araya girdi.
“Hayır! Kölecilerle bir işimiz olmaz. Hem bu gencin içinden çıktığı koza işimize daha çok yarayabilir.”
“Bunu sökmek, parçalarına ayırmak günlerimizi alır. Yanlış giden bir şey olursa da canı yanan biz oluruz.”
“Yardım edebilirim.” diye araya girdi Cenk. “Ben mühendisim.” dedi ve biraz durdu, gözleri yere kaydı. “En azından mühendistim. Burada yardımcı olabilirim. Köle olmaktan iyidir.”
“O zaman siz yaparsınız işi, ben girişte nöbet tutarım. Bunun için girmedim bu işe.” dedikten sonra da yine kayboldu teknolojik sığınağın içinde.
“Sevimli karakter değil mi?”
“Değil.” dedi Cenk.
“İyi bir insan, kötülüğünü görmedim. Sadece bu topraklar onu fazla zorladı, herkesi zorladığı gibi. Tam olarak ne mühendisiydin sen?”
“Özelleştiğim bir üst alan yok. Mühendislik Teorisi üzerine bir eğitim görüyordum.”
Yaşlı adamın gözleri bir anlığına heyecanla parlasa da duygularını hemen sakladı ve Cenk ile birlikte mekanizmaları sökmeye giriştiler.
“Bir asır boyunca ölüydün. Bir şeye ihtiyacın yok mu?” diye sordu yabancı.
“Hayır” dedi Cenk. “Uyandıktan birkaç saniye sonrasına kadar gerçekten çok kötüydüm ama vücuduma bir şey enjekte ettiler. Ne olduğunu bilmiyorum ama birden iyileştim. Geriye sadece baş ağrısı kaldı, o da muhtemelen fiziksel bir sorundan kaynaklanmıyor. Aklımı toplamam gerek sadece.”
“Anlıyorum.” diye onayladı ihtiyar, bir yandan bilgisayar parçalarını verimli ve hızlı bir şekilde sökerek.
“Neredeyiz biz?”
“Anadolu’dasın.”
“Anadolu’nun neresinde?”
“Yeni Anadolu denen bir yerde.”
“Hiç duymadım.”
“Çünkü daha önce yoktu. Anadolu’nun ortasında, Milli Güçler ile Fırka arasında bir yerde.”
“Kimler?”
“Senin bunları bilmediğini sık unutuyorum. Bizler için bunlar her gün konuşmayı alışkanlık edindiğimiz doğal şeyler artık. Nefes almak gibi, veya Arı kullanmak gibi.”
“Arı mı?”
“Evet, radyasyon için. Özel bir iğne.”
“Biliyorum.” dedi Cenk, gözlerini bir an için geçmişe çevirerek.
“Küldüşen’e döndüğümüzde daha fazlasını öğrenirsin.”
İkili birkaç saat boyunca birlikte hızlı bir şekilde çalışıp hiçbir kaza yaşamadan mekanizmayı parçalarına ayırdılar. İkisi de bu çalışmadan aldıkları verim karşısında şaşırıp birbirine baktı ama hemen kendilerine gelip oradan çıktılar. “Burası bir sığınak mı?” diye sordu Cenk koridorlardan geçerken.
“Sanmıyorum.” diye cevap verdi ihtiyar. “Yatacak bir yer yok, çalışacak bir yer yok. Sadece makinelere ve kaynaklara yer ayrılmış, ve de bunlar inşa edilirken ihtiyaç duyulan boşluklara.”
“İlginç.”
“İlginç olan nedir?”
“Böyle bir mekanizmanın bakımına, onarımına ve denetimine gerek duyulur. Bunları yapan insanlar da mı yok? Ama zorundalar, yani bunca yıl boyunca birileri ya buraya gelip bu yapıyı ayakta tutacak kadar bir şeyler yapmış, ya da benim bu anın içine, bu noktaya gelmem tamamen şans eseri. O kadar şanslı olamam.”
“Hâla bir tutarlılık, bir nedensellik arıyorsun değil mi?”
“Evet.”
“Bombaları attığımıza aklı ve mantığı da yok ettik Cenk. Geriye sadece küller ve kaos kaldı. Ölüm seni bir süre boyunca görmezden gelmiş, yetişeceği vakitte de bize denk gelmişsin. Bence yeni bulduğun bu yaşama dört koldan sarıl, çünkü dışarıdaki dünya onu senden almaya çalışacak.”
“Belki eski dünyada yok olan o aklın küçük bir kısmı o kozanın içinde sağ kalmıştır. Belki benimle birlikte o tutarlılık da bu dünyada yeniden doğar.”
İhtiyar bir anlığına Cenk’e baktı, sonra da önüne döndü. Çıkışa varmak üzereydiler.
“Bana Kılsız Joe diyorlar.” dedi ihtiyar. “Adımı söylememiştim, kabalık ettiğimi düşündüm.” dedikten sonra bir süre sessiz kaldı. Yüzümün bazı yerlerinde sakal çıkmıyor. Bu yüzden.”
“Bana da Karga derler.” dedi eli tüfekli figür. Sonra da eşiğinde durduğu yapının dışına, dış dünyaya çıktı. Onu arkasından ihtiyar Joe takip etti. Cenk birkaç saniye olduğu yerde durup dışarıdan gelen ve kapının çerçevesinden hücum eden ışığa baktı.
“Joe ve Karga. Tamam o zaman.” dedi ve kapıdan dışarıya adımını attı.
Yeryüzünü kavurmakta olan güneşin ışınları Cenk’in gözünü yeterince kör ettiğine karar verince Cenk de kendisini tek başına bir kırlığın üzerinde dikilmekte olan bir dağın eteğinde buldu. Dağın yakınlarında, eteğin indiği bir noktadan azıcık ileride Joe’nun Küldüşen diye bahsettiği köy duruyordu. Köyün üzerinde yer aldığı sonsuza uzanan düzlüğün üzerinde ise uzak noktalarda dikilen farklı kuleler, sütunlar, kalıntılar, yer şekilleri ve şehirler duruyordu. Cenk eski dünyada bir uykuya dalmıştı ve yüz yıl uyuduktan sonra gözlerini nükleer ateşin kavurduğu yeni dünyada açmıştı. Daha bilmediği ama kısa bir süre sonra öğreneceği şey ise kendisini bir savaşın tam ortasında bulacağıydı. Ve savaş…
Yorumlar
Yorum Gönder