Fallout: Anatolia Bölüm 2 - Küldüşen
Dağ eteklerinden kırlığın ortasındaki kasabaya giden yol boyunca Kılsız Joe denen yabancı sürekli bir şeyler anlatıp durmuştu ama Cenk bunların hiçbirini dinlememiş, kendi iç dünyasının tekinsiz sessizliğini sindirerek yürümüştü. Kozadan çıkarken mekanizmaların ona verdiği kimyasallar Cenk’i fiziksel ve ruhsal bir sarsıntıya karşı hazırlamış veya uyuşturmuş olmalıydı. Gökyüzünün rengini gördükçe, havanın kokusu ciğerlerini doldurdukça, ayaklarının altındaki toprağı hissettikçe geçirmesi gereken şok yavaş yavaş kendini gösteriyordu. Evini özlüyordu. Temellerini bile savaşın küle çevirdiği, yerinde sadece kocaman bir hiçlik ve hiçliği saran bir mahşerin durduğu evini. Her adımında bu özlem biraz daha artıyor, sadece birkaç saat önce yaşadığını hissettiği hayatı biraz daha arkada kalıyordu. Gözlerini kapatmadan önceki varlığının tamamen silindiğini hâla kabullenemiyordu. Evren de dalga geçercesine onu, Küldüşen diye bir köyün yanında uyandırmıştı.
“İşte geldik.” dedi Joe.
Cenk ne beklediğini bilmiyordu ama burası eski zamanların mütevazı kasabalarına benziyordu. Dağdan indikleri patika, güneyden gelen bir yola bağlanmıştı, o yol da kasabaya çıkmıştı. Kasaba da bu yolun iki yanına doğru genişleyecek şekilde kurulmuştu. “Şurası fırın” diye eliyle gösterdi Joe, sonra da parmaklarını diğer yapıların üzerinde gezdirdi. “Kahvehane, sağlık ocağı, kendi küçük karakolumuz, zanaathane ve değirmen.” dedikten sonra da parmağıyla daha da uzakta bir yeri gösterdi. “Azıcık ileride, köyün hemen dışında da enstitü var. Belki oradan daha fazla şey öğrenebilirsin, öğretmenler daha fazla şey bilir.”
Cenk gözlerini önce Joe’nun işaret ettiği yapılarda gezdirdi, enstitüye baktı, en nihayetinde de bakışları güneye giden yolda durdu. “Güneyde ne var?”
“Emin değilimi, yol bir süre gidiyor. Katırın veya aracın yoksa yolculuk biraz zor. Daha fazla köy ve daha fazla dağ vardır diye düşünüyorum. Daha ötesinde büyük bir şehir var mıdır bilmiyorum. Yine de o taraftan insanlar geliyor buraya. Genelde pazar yeri veya Dörtyol’a geçmek için.”
“Dörtyol büyük bir şehir mi?” dedi Cenk ve gözlerini yeniden kuzeye çekti.
“Büyük bir kasaba veya mütevazı bir şehir demek daha doğru olur. Yine de ulaşabilir çevredeki en büyük ve en merkezi yerleşim.”
“Köyün gereksinimlerini oradan mı karşılıyorsunuz?”
“Evet. Zanaathane ve değirmendeki araçlar eski zamanlardan sağ kalan aygıtlar. Bu yüzden ulaşabileceğimiz tüm kalıntılara girip bu aygıtlar için yedek parçalar bulmaya çalışıyoruz. Uzun zamandır çalışır durumdalar ama yavaşlamaya başladılar, bazen de öylece duruyorlar. Onları kaybedersek geçimimizi de kaybederiz, en azından işlerimiz zorlaşır.”
“Bunlar yardımcı olacak mı ki?” diye ellerinde tuttukları çantaları gösterdi Cenk. Hızlı ve verimli çalışmışlardı ancak mekanik mezarlıktan alabildikleri parçaların çoğu daha basit yapılardı.
“Bilmiyorum, bunu senin açıklayabileceğini umuyordum.”
“Doğru mühendisi buldu mu emin değilim.”
“Anadolu’da mühendisleri sadece mühendis olarak biliyoruz. Daha fazlasını gerektirecek ihtiyaç duymadık hiç, açıkçası o kadar bilgi birikimimiz de yok. Elimizdeki tek mühendis sensin.”
“Ne yapabileceğime bir bakarım.” dedikten sonra Cenk’in bakışları bir kez daha güneye giden yola döndü. “Yani kimse güneye gitmedi mi?” Birkaç saat öncesine kadar uzun bir süredir kapalı duran gözleri artık içinden çıktıkları dağın gölgesini aşmış, çok uzaktaki karanlık ufuk çizgisini rahatsız eden dağ zincirine yönelmişti.
“Enstitüdeki öğretmen o dağların ardında denizin olduğunu söyledi. Denizin kıyısındaki topraklara radyasyon fırtınaları vurup duruyormuş. Sular da aynı şekilde radyasyonla doluymuş. Bir keresinde o taraftan, dağların ardından, denizin içinden bir adam gelmişti. Bir adadan yola çıktığını iddia ediyordu. Giyiminden ve elindeki silahlardan anladığımız kadarıyla ordudan gelmiş birisiydi. Ağır zırhlarını dağları geçince geride bırakmış.”
“Ne dedi başka?”
“Bir şey diyemedi, dediyse de biz anlayamadık. Toprağın üzerine silahının namlusuyla bir şeyler karaladı, beceriksizce çizdiği bir harita. O zamanki öğretmen ona dilimizi öğretmeye çalıştı ama zavallı adam iyice hastalanmıştı. Radyasyon mu vurdu, yorgunluk mu yoksa susuzluk mu bilmiyorum. Birkaç gün sağlık ocağında kaldıktan sonra öldü.”
“Yazık olmuş, o tarafta kullanabileceğimiz şeyler olsaydı öğrenebilirdik.”
“Hiçbir şey yok orada. O adamın gelişinden sonra cesaretlenip yola çıkan bazı köylüler ve maceracılar oldu. Bazıları yolda öleceklerini düşündükleri noktada geri geldiler. Bazıları hiç dönmedi.”
“Yani orada hâla ulaşamadığımız yerlerin olması sizi rahatsız etmiyor mu? Yaşamınızı güzelleştirecek, değiştirecek olasılıklar orada bekliyor olamaz mı? Belki de buna göre bir hazırlık yapmamız gerekiyordur.”
“Bu olasılıklar bizler gibi sade insanlar için masrafı karşılanamaz bir lüks. İnsanların ulaşamadığı yerler belki de insandan başka varlıklar için bir yuva görevi görüyor olabilirler.”
“Nasıl varlıklar?”
“İnsan varlığını hoş karşılamayacak olanlar. İçine uyandığın Anadolu böyle varlıklar ve onların dolaştığı yerlerle dolu.”
“Bildiğim iyi oldu.” dedi Cenk.
Ellerindeki çantaları zanaathaneye bıraktıktan sonra Karga kahvehaneye kaçtı, Joe da Cenk’i köy enstitüsüne götürdü. Okulun duvarları, orada okuyan daha büyük çocuklar tarafından onarılıyordu, daha küçükleri ise içeride kitapları karıştırıyorlardı. Görünüşe göre eğitim bitmişti ve geriye enstitünün işleri kalmıştı. Ziyaretçilerin geldiğini gören öğretmen hemen onları karşılamak üzere yanlarına gitti. Joe ile anında gözleri buluştu, bakışları ciddiydi. “Göksu Hanım, beklenmedik konuğumuz bu.”
“Cenk” dedi Cenk, elini yavaş yavaş tereddütle uzatarak.
“Memnun oldum Cenk Bey.” dedi Göksu Hanım.
Joe, Göksu’ya bakarak kafasını onaylar biçimde salladı ve köy merkezine geri dönmek üzere harekete geçti. “Ben sizi bırakayım. Geride bir takım işlerim var ve siz de önemli konuları tartışacak gibisiniz. Sıradan köy insanının anlayacağı veya karışacağı meseleler değil bunlar. Sonra görüşürüz.” dedi ve elini sallayıp hızlıca arkasını dönüp yürüyerek uzaklaştı. Cenk tüm bu kusursuz samimiyeti oldukça şüpheli bulsa da hemen bir tepki vermedi. Burada tam olarak çözemediği bir sorun vardı ve bu sorun içinde giderek daha fazla büyüyen bir kaşıntıya dönüyordu. Göksu Hanım da bunu biraz sezmiş olacak ki hemen onun dikkatini dağıtmak için konuya girdi.
“Cenk Bey, konuyu gereğinden basit bir duruma indirgemek gerekirse, beni oldukça şaşırttınız. Sadece var olarak bile.”
“Bir de bana sor.”
“Sana soracağım çok soru var.”
“Eminim vardır. Benim de öyle.” dedi ve kendini duvara yasladı. “Bir yere oturabilir miyim önce?”
“Tabii ki” dedi öğretmen ve hemen bir sandalye ona, bir de kendisine çekti.
“Tuhaf.” dedi Cenk.
“Anlayabiliyorum.”
“Hayır. En son böyle bir sandalyeye oturduğumda bana bir iğne saplamışlardı. Beni o iğneyle uyuttular. Sonrasında ise buradayım.”
“Hekimimizin de bir iki iğne yapacağından eminim. Radyasyon düzeylerini görmek isteyecektir, hemen ardından da onları temizler.”
“Arı ile mi?”
“Evet arı ile, aşina mısınız?”
“Aşina mıyım? Girişimde görev aldım. Bir parçasında en azından. Geliştirme sürecinde bir noktada çözüm dökümlerini gözden geçirmemi istediler.”
“Bu… büyüleyici. Sanırım yaşamamızı biraz da size borçluyuz.”
“Evet büyüleyici. Berlin’deki bir iş insanı Bağdat’tan geçen petrolü istediği için İstanbul bombalanıyor. Bu yüzden arı kullanmak zorunda kalıyoruz.” dedikten sonra Cenk, bir süre sessizlik oldu. “Özür dilerim, duruma alışmakta hâla biraz zorlanıyorum. Vücudumdaki kimyasallar çekildikçe biraz daha kendime gelmem gerekiyor. Daha doğrusu kendimi tutmak gerekiyor diyeyim.”
“Olabildiği kadar yardımcı olmak isterim Cenk Bey.”
“Teşekkür ederim.” dedi Cenk. Enstitünün penceresinden dışarıda duran köye baktı, köyün ardındaki yalnız dağa, uzak güneydeki zincir dağların çizgilerine ve çevresini saran engin düzlüğe. “Neredeyiz biz?” diye sordu.
“Genç Anadolu’dayız.”
“Anadolu’yu biliyorum ama Genç Anadolu’ya aşina değilim.”
“Ankara ve Eskişehir dikeylerinin arasında bir yerdeki bir bölgedeyiz. En batımızda Irmakocak var, en doğumuzda da Çapakent.”
“Onlardan bahsedildiğini duymuştum ama benim… geldiğim zamanda öyle yerler yoktu. En azından ben tanımıyordum.”
“Eski isimlerini bilmiyoruz ama şu an böyle anılıyorlar. İkisi de büyük yerler, en az Dörtyol kadar büyük.”
Cenk anladığını belirterek kafasını salladı. Gözleri hâla güneydeki dağları izliyordu. “Orası…” diye soracaktı ki öğretmen hemen cevapladı.
“Dağlar insanlar için güvenli değil. Vahşi yaşam bu yüz yıl içinde fazla… değişti. Bazı topluluklar dağ eteklerine kurularak avcılık yapmaya çalıştı ama çoğu sağ kalmadı. Kalanlar da daha ayrık kalmayı tercih ediyor. Ara sıra oradan gelen avcılarla karşılaşıyoruz. Dağ yaratıklarının etlerini, kemiklerini, derilerini getiriyorlar. Yine de neye benzediklerini bilmiyoruz. Her taraflarını kaplayan giysiler giyiyorlar, başlarını da olduğu gibi maskelerle sarıyorlar.”
“Ürkütücü.”
“Öyle, özellikle konuştuklarında. Ses tellerine bir şey olmuş. Sesleri çok çatlak ve tıslayarak çıkıyor. Bazı söylentilere göre oraya yerleşen insanları dağlardaki diğer şeyler yok etmiş ve onların yerine geçmiş. Şimdi de insan kılığında bizlerle ticaret yapıyorlar.”
“Radyasyonun insan üzerinde farklı etkileri olabiliyor.”
“Ne gibi?”
“Hiçbir şey, hiçbir şey, sadece zamanımdaki bazı çalışmaları düşündüm. Şu bahsettiğin diğer şehirler nasıl?”
“Büyük şehirler, oldukça zenginler ve insan güçleri yüksek. Ne yazık ki onlara giriş şu an yasak ve zaten kaynakları da savaş yüzünden kilitlenmiş halde.”
“Savaş?”
“Daha sıcak çatışmalar yaşanmadı ama gerilim her gün biraz daha artıyor. Doğuda Çapakent’te Milli Kuvvetler askerlerini yığıyor, batıda da Fırka kendi güçlerini bir araya getiriyor. Halk Cephesi güçlerini toplamaya çalışıyorlar. İki taraf da kesinlikle yaşanacağını düşündükleri bir savaşa hazırlanıyorlar.”
“İnsanlığın aptallığı sağ kalmış.”
“Sanırım değiştiremeyeceğimiz pek az şeyden birisi.”
Sonsuz düzlükten başlayan hareket, kurak zemindeki tozları havaya kaldırıp enstitüye doğru sürükledi, gösterişsiz pencereyi açtı ve içeri doldurdu. Esinti Cenk’in tenine dokundu. Nazik, yumuşak, hafif bir fısıltı Cenk’in kulağına seslendi, onu dışarıya çağırdı. Güneş ışığı içeriye giremiyordu ama dışarıdaki açık renkli toprağın ışıltısı genç mühendisin gözlerini kısmasına yetti.
“Ne yapacaksın şimdi? Planın ney?” diye sordu öğretmen.
Cenk derin bir nefes aldı, yumruklarını sıkıp içindeki bunaltıcı duyguyu bastırmaya çalıştı. Aynı zamanda zihninin köşesinden bir yerden bir merak da yükseliyordu. Cumhuriyete ne olmuştu? Şirketlere, halklara, şehirlere ve kurumlara? Ayrıca içinde olduğu bu durum da şüphe uyandırıcıydı. Joe çok uyumlu davranmıştı, Göksu Hanım da onunla önceden haberleşmiş gibiydi. Geldiklerinden beri öğretmen bu duruma hazırlık yapmış gibi davranıyordu.
Cenk hemen o an kafasında bir plan yaptı. Bir süre kasaba da kalacak, çevresine uyum sağlayacak ve kendine gelecekti. Bu sürede hem kendisine bazı kaynaklar ayırabilirdi hem de ilerisi için daha kapsamlı, ayrıntılı bir rota çizebilirdi. Buradaki okul için öğretmene anlatabileceği çok fazla şey olmalıydı, aynı şekilde köyün cihazlarına da en azından şöyle bir bakabilir, en kötü ihtimalde diğer köylülerden daha iyi bir iş çıkarabilirdi.
Elindeki kozları en iyi, en verimli bir şekilde kullanacak ve bu savaş sonrası mahşer dünyasında kendisine bir isim kazıyacaktı.
Yorumlar
Yorum Gönder