Kara Küre Bölüm 9: Kargatepe (Spooktober '25)
Kargatepe’nin eğik bükük binaları, binaları kuşatan loş ara sokaklar, sokakları her daim işgal eden ve dallarıyla yapraklarını oradan geçen insanları çekip alacakmışçasına pençelermiş gibi yollara doğru sarkıtan ağaçlar ve o ağaçların arasından, pencerelerinden izleyip duran endişeli, yabancı, meraklı ve sinirli gözlerle karşı karşıyaydı artık. Burada istenmiyordu ve aynı zamanda buraya da hapsedilmek isteniyordu, bundan hiç şüphesi yoktu.
Buradan çıkmalıydı ama nasıl çıkacağı hakkında hiçbir fikri yoktu. Uğultuyu takip ede ede telefonuna ulaşmıştı, telefonuna ulaşacağını bilse hiç takip de etmeyecekti zaten. Ama şu an önündeydi cihaz, olamayacak kadar sağlam görünüyordu. Yerden alıp cebine koydu. Kargatepe’nin birbirine dolanan, imkansız açılardan olasılıksız çizgiler çizen, algılanamayacak şekiller, bloklar oluşturan yollarını izleyerek bir yerlere ulaşmak ancak en ahmak zihinlerin en saf hayallerinde varolabilecek bir şeydi. Zaten uzaklarda dolaşan gölge öbeklerini görebiliyordu. Anlaşılan Cenk’e şimdilik yaklaşmıyorlar, ötede bekleyip sokakların çıkışında nöbet tutuyorlardı. Belli ki bir yol bulsa da bu insanımsılar o umudu da öldüreceklerdi.
Genç adam kararını verdi, burada gereğinden bir saniye daha fazla kalmayacaktı. Yolu yürümeye başladı, nereye çıkarsa çıksın buradan ayrılacak, gittiği yerde yeniden yolunu bulacaktı. O ilerledikçe karşısındaki gölge öbekleri de geri çekildiler ama mesafelerini asla bozmuyorlardı. Aynı anda sokak aralarından ve yan yollardan da başka karartılar takibe almışlardı. Zayıf bir anını yakalayıp saldıracaklar mıydı? Cenk’in yapabileceği en ufak bir şey yoktu, o tek kişiydi ve karşısındakiler, görünüşe bakılırsa, sayı olarak çok, çok fazlaydılar. Karartılar onun etrafını sarıp sürekli takip halindeyken, evlerin pencerelerindeki gölgeler ise olan biteni izliyordu. Bu sefer heyecan veya merakla değil, yoldan geçen arabaya dikkat kesilen bir hayvan gibi genç adamın başına gelecekleri bekliyorlardı.
En sonunda dayanamayıp yolun sonunda bekleye gölgelerin üstüne koştu Cenk ama karartılar anında dağıldılar. Arkasındakiler hâla oradalardı, yan taraflardan da takip edildiğinden epey emindi ama buna aldırmadı. Önü açıldıysa hareket etmeye devam edebilir ve çıkışa doğru hareketini sürdürebilirdi. Yürüyüş hızını artırdı, yer yer yavaş tempoda koştu. Yol uzayıp kıvrılıp duruyordu. Asla aynı konumlara geri dönmüyordu ama bir yanlışlık vardı. Evet şehrin yolları kötü tasarlanmıştı, hatta ortada makul bir tasarının olduğu bile tartışma konusuydu. Yine de bir yolun bu kadar uzayabilip, yer yer böylesine kıvrımlar yaratabilip de hâla mahallenin dışına çıkamıyor oluşu bir geometrik olasılıksızlıktı. Ara sokaklar hâla oradaydılar, takip ettiği yol da başka caddeden kırma patikalarla kesişiyordu. Acaba bütün yerleşimin bu tepe etrafında şekillenmesi mi bu garip hatları oluşturuyordu? Eğer gerçekten de bu yolun şekli biçimi mantık çerçevesindeyse, o zaman mahallenin büyüklüğü nasıl bu kadar fazla olabilirdi? Sınırlarına internetten bakmıştı, nerede başlayıp nerede bittiğine hakimdi ama şu an sanki bir köyden bozma bir yerleşimin içinde değil, bambaşka bir şehrin hiçliğinde kaybolmuştu. Böyle düşüne düşüne biraz daha gerildi, gerile gerile de hızını artırdı, en sonunda koşturuyordu. Cenk bu koşuya başlayınca onu saran gölgeler, binalar, karartılar, ağaçlar da hareketlendi. Karanlığın kendisi can ve kan kazandı ve yaraladığı avının peşinden büyük bir iştahla koşturdu. Çok katlı bir labirentin içinde canı pahasına koşturan Cenk, yeri geldi yokuş yukarı elleriyle tırmandı, yeri geldi yokuş aşağı yuvarlandı. Her yere düşüşünde ve önündeki yolu her yeniden görüşünde kaybolduğu gerçeği bir kez daha zihninde yankılandı. Her yankı bir diğerinden daha sertçe surlara vuran dalgalar gibi geliyor ve her bir darbe onu biraz daha yorup yılmaya zorluyordu. En nihayetinde bırakacakken aklına, bir seferinde ormanda arkadaşlarıyla dolaşırken yaptıkları bir konuşma geldi. Olur da kaybolurlarsa bir yön belirleyip zikzaklar çizerek ilerlemeleri gerekiyordu. Her yön kırımında daha uzak bir yol gidip gerekirse ormanı başından sonuna taraya taraya bulacaklardı çıkışı. Böylece ormanın sonunu en kısa zamanda olmasa da en olası bir şekilde getirebiliyorlardı. Bu senaryoda nasıl işe yarayacaktı bilmiyordu ama genç adam da o yöntemi benimsemeye karar verdi. Hemen sağ tarafına dönen bir yola sapıp sonunu getirdi, ne var ki burası bir çıkmaz yoldu. Ana yola dönmek isteyince de bu kez karşısında karartılardan oluşan devasa bir kalabalık gördü. EĞer kalabalığın üstüne yürürse, geçen sefer olduğu gibi dağılacaklarından bir hayli kuşku duyuyordu. Çıkmaz yolun sağını solunu kontrol etti. Çöpler çöp kutusunun içinde birikip taşmış, her yana dağılmış vaziyetteydi. İnsanın içini dışına çıkartan iğrenç bir manzaraydı, burada yaşayanlar gerçekten büyük ızdıraplar çekiyorlardı ama bu durum şu an Cenk’in işine yarayacaktı.
Çöplerin üzerinden tırmandı, çöp kutusunun üstüne çıktı, onun da üzerine gelen yığınlardan destek alıp en sonunda neye ait olduğunu bilmediği duvarın ardına atlayabildi. Böylece bütün bir kalabalığı da arkasında bırakmış oluyordu. Şu an içinde bulunduğu yer de aslında bir ev gibi durmuyordu çünkü öncelikle bir çatısı yoktu ama bir şekilde dört duvar arasında kalmış gibiydi. Her yerde çöp vardı, zeminin bazı noktalarında ise kan mı yoksa başka bir şey mi olduğunu kestiremediği lekeler mevcuttu. Fiziksel sağlığı da kesinlikle kirlenmişti artık burada. Eğer olur da bu mahalleden kurtulabilirse üzerinde bıraktığı kiri atmak çok zor olacaktı.
Güneş doğmuştu doğmasına fakat çok loş bir yerdeydi. Gözlerini kısa kısa onu çevreleyen yapıyı inceledi, eskiden bir kapının olduğu boşluğu kestirince oradan ilerledi. Olmayan çatıdan içeri giren sönük ışık bir iki küçük odaya açılan başka boşlukları da aydınlatıyordu ama anladığı kadarıyla mevcut bir dış kapı yoktu. Duvarların yıkık kısımları derme çatma barikatlarla kapanmıştı, hangisinin kapı boşluğu olduğu belli değildi. Barikatları sökmeye çalışmak da hiç kuşkusuz birtakım hastalıkları beraberinde getirecekti. Yine de buraya sığınamazdı, burada da oyalanamazdı. Art niyetli kalabalığın peşinden ne zaman geleceğini kestiremiyordu, böyle bir tahmin yürütmek de istemezdi, tahmininin haklı ya da haksız çıktığını görmek de.
Yarım yamalak duvarların üzerinden atlamaya karar verdi. Kesinlikle ayaklarını koyacağı boşluklar vardı ama asıl kaygısı elleriyle nereye tutunacağıydı. Nereye elini atsa berbat bir geri dönüşü olacağı kesindi. Üzerindeki kazağın kolluklarını iyice ileriye doğru sündürdü, esnetti ve bu kısımları eldiven niyetine kullanarak duvarların üst kısımlarına tutundu. Evde bir şeyler yiyebildiği için enerjisi biraz olsun yerine gelebilmişti fakat uykusuz kaldığından da vücudu üzerinde çok iyi bir kontrolü yoktu. Titreye titreye yukarı çekti kendini ama kayacak gibi olunca hemen geriye doğru zıplayıp ayaklarının üstüne kondu. İçeriye zıpladığı duvara baktı, ne zaman yetişecekleri konusunda endişelendi ve bu sefer evin dışına çıkan duvara baştan asıldı. Kendini yukarı çekti, kollarıyla üst kısımlara can havliyle asıldı, bacaklarının bütün gücüyle bedenini yukarı ittirdi ve sonunda diğer tarafa, yine çöplerin doldurduğu, sarmaşıkların ve yabani otların işgali altındaki, bir zamanlar bahçe olduğu zar zor anlaşılan bir araziye düştü.
Parazit bitkilerin ve iğrenç çöp yığınlarının arasından çekine çekine geçip nihayet bir sokağa çıkan genç adam, biraz daha şehir ortamını andırır bir bölgeye vardı. Kargatepe’nin gölgesinin hâla sırtına vurduğun biliyordu, bu yüzden kaçışına devam etmeliydi. Koşmadı, yavaş yavaş yürüdü. Etrafını gözleyerek dikkatli dikkatli ilerledi. Hem kaybolduğu bu mahalleden kaçmak, hem de peşinden gelenlerden saklanmak için kendini kaybettirmek istiyordu. Yolları boylu boyunca takip etmedi. Çıkmaz sokaklara dikkat ederek bir o bir bu sokağa saptı. Köşelere varınca hep sokak uçlarını gözledi, ancak kimsenin orada durmadığına emin olduğunda hareketlendi. Pencerelerden bakan insanların dikkatini çekmemek için saklana saklana yürüdü, ses çıkarmamaya çabaladı. Tıpkı bulvarda olduğu gibi buradaki hiçbir binanın da bir yıkıma uğramadığı gerçeğine, pencerelerdeki bu insanlardan sakınmaya çabalarken kafası dank etti. Bu kadar fazla gözden, bu kadar fazla pencereden saklanması gerekiyorsa, demek ki herkes evdeydi. Hiç kimse depremden korkmuyordu. Korkacak daha kötü kaderleri mi bekliyorlardı? Yoksa hiçlikten, yokluktan o kadar çekmişlerdi ki bütün bir şehri dünyanın kalanından ayrık bırakan bu felaket onlara hiçbir şey ifade etmemiş miydi?
Cenk sokakta gizlene gizlene kaçtıkça onu takip eden veya pencerelerden izleyen kimseyi bulamadı. Kalabalık sanki ortadan kaybolmuştu ama her nedense yalnız hissetmiyordu. Engin bir çölün ortasında tek başına atılsa veya evinin içinde kalıp koca şehirde ondan başka hiç kimse veya hiçbir varlık olmadığını bilse daha huzurlu olacaktı. Eski binaların arasında, sinsi ağaçların dallarının altında, gölgelerin ve loş ışığın içinde saklanan başka birinin şu an kendisini tek başına takip ettiğinden endişeleniyordu. İşin kötüsü ise bu kişinin ve varlığın, Cenk’in onu sezdiğinden gayet haberi vardı. Peşine düşen yırtıcı, pençelerinin ucunda can korkusuyla debelenen avıyla hiç acımadan oynuyordu.
Sürekli arkasını döne döne, çevresine, duvarların dibine, pencerelere, ağaçların etrafına baka baka kaygı içinde ilerledi genç adam. Şehrin içinde zikzak çizme yönteminden de vazgeçmedi. Buradan çıkabilmesi için gereken yol oydu, hem kurtulmaya bir adım daha yaklaşmamış olsaydı arkasından kovalayan bu sinsi varlık da vitesi artırmaz, o bariz kalabalıktan sonra tek başına bambaşka bir biçim almazdı. Onu kuşatan mahalleye dikkatlice göz atan hareket halindeki zavallı av, sonunda avcısıyla da göz göze geldi. “O mu acaba?” diye düşündü, çünkü yine insan biçimine beceriksizce yeltenen bir karartıya bakıyordu. Her ne olursa olsun, verdiği his benzerdi. Umursamaz bir acımasızlıkla, insan varlığını küçücük görev bir alaycılıkla bakıyordu ona, olmayan gözleriyle.
Cenk artık hiç durmadan, hiç düşünmeden koşturuyordu. Arkasından gelen koşuşturma sesleri bazen tek kişinin ayağından gelirmiş gibi oluyor, bazen bir kalabalığın marşına dönüşüyor, bazen de ne ayak, ne koşuşturma, ne de bir kalabalığa ait oluyordu. Öyle anlar vardı ki Cenk sanki bir fırtına tarafından kovalanıyordu. Gece boyunca tırmanıp duran, kaçıp duran, koşturup duran genç adam mahalleden çıkmak için canını dişine taktı, ciğerleri yanana kadar zorladı kendini. Bir caddeye, muhtemelen ana caddeye varacağını düşünerek bir oraya bir buraya kaçtı, en sonunda ise bir alt tünele varınca duraklayıp arkasını döndü fakat peşinden gelen o yabancı hâla oradaydı. Gidecek başka bir yeri olmadığını bilerek tünelin karanlığına daldı.
Yorumlar
Yorum Gönder