Kara Küre BÖlüm 10: Tünel (Spooktober '25)
Tünel dar ve alçaktı. Düzenli bir yapısı da yoktu, yılların çarpıtması veya en baştan yapılan özensiz işle yer yer alçalıyor, yer yer yükseliyordu. Duvarlar bazen içeriye doğru uzanıyor, bazen de az ötede bekleyen bir tuzağa çekermiş gibi açılıyordu. İçerideki ışık her metrede azalmaktaydı, Cenk de artık aklında hiçbir tekin yer edinmeyen telefonunun gönülsüz ve sönük ışığına başvurdu. Tünelin karanlığında el yordamıyla ilerlemek kesinlikle insanı geren bir şeydi ama telefon ışığıyla aydınlanan duvarların eğilip bükülmesi, herhangi bir doğal düzenden yoksun olmalarının gözle görülmesi de pek yardımcı olmuyordu. Tünelde ilerlerken eğik bükük duvarlar sadece biçimsiz kalmakla durmuyor, adeta uğursuz bir can kazanıp hareketleniyordu. Bir yılanın karnında ilerliyordu Cenk, sindirilmeden çıkmalıydı. Zaten son yirmi dört saattir sadece bir yerlerden kaçıyordu. Bundan sonra da hayatı böyle mi devam edecek mi diye sorguladı ve berbat yaratığın içinde ilerlemeyi sürdürdü. Attığı adımların yarısı yerden fırlayan tümseklere, çıkıntılara veya resmen onun için ayarlanmış çukurlara takılıyordu fakat düşerken de her zaman yere düşmüyor, yere düşemiyordu. Öyle anlar oluyordu ki tünelin duvarları daralıyor, tavanı alçalıyor, Cenk yere düşeceği yerde içeriye sıkışıyordu. İnsanın kapalı alan korkusu olmasa da bu yılan bu korkuyu illa ki yaratırdı. Sıkışa sıkışa, düşe düşe ilerledi tünelden, hiçbir ışık görmedi, hiçbir zaman yüzeye varamadı ama yerlere takılmadığı, duvarlar tarafından sıkıştırılmadığı, tavanın aşağıya basmadığı bir noktaya geldiğinde yılanın ağzından çıktığını ve bambaşka, çok daha muazzam bir canavarın midesine vardığını anladı.
Geniş bir alana, odaya varmıştı. Zemin çoğunlukla düzdü ama arada doğrultular halinde tümsekler ve hendekler de vardı. Duvarlar ve tavan yarım daireler şeklinde gidiyordu. Telefonun ışığı pek bir şey gösteremiyordu, ışınlar ancak bir noktaya kadar ulaşabiliyordu. Duvarları takip etti, başka bir tüneli gördü ama karşı duvardan ters yöne ilerleyince bambaşka bir tünel ile karşılaştı. Bu büyük oda farklı tünellerin birleştiği bir kesişim noktasıydı. Işığı yere çevirdi ve tüneller boyunca uzanan rayları gördü. Önce biraz şüphelendi fakat metro tünellerinde olduğundan emin oldu. Yine de bu büyük oda bir istasyon değildi, Gidiş ve geliş yönlerini birleştiren bir kavşak olmalıydı. Mahalle içinden metro kanallarına uzanan o küçük tünel nasıl var olabilirdi? Bu kadar önemli çalışmaların yapıldığı ve de kritik çalışmaların yapılabileceği böyle bir yere mahallenin rastgele bir yerinden, kapısı kilidi olmayan bir tünelden nasıl erişim sağlanabiliyordu? Pek olası da görünmüyordu. Bütün şehri büküp çarpıtan geometrik kırılım, şehrin altına da nüfuz etmiş gibiydi. Tabii yerin altından hortlayan bir felaketin yine şehrin altyapısını bu derecede çarpıtabilmesi kabusun kurbanları için hiç şaşırtıcı değildi.
Nereye gitmesi gerektiği konusunda hiçbir fikri yoktu, o yüzden dar tünelden çıktığı noktanın soluna döndü ve dümdüz yürüdü. Telefonu en son ne zaman şarj ettiğini hatırlamıyordu fakat ne zaman güç düzeyine baksa hep aynı yüzdelikte olduğunu görüyordu. Bir süredir de karanlık tünellerde cihazın ışığını açarak ilerlediği için aslında bu seviyenin çok altında olması lazımdı. Elinde tuttuğu bu nesneyi kullanmak kesinlikle içine sinmese de başka bir seçeneği yoktu. Ayağı raylara takılıyordu, tünellerdeki tümseklere çarpıyordu ama kesinlikle dar tünelde hissettiği rahatsızlık yoktu üzerinde. Yorgunluk ve uykusuzluk o yürüdükçe ağırlaşıyordu. Bacaklarını hareket ettirmek zorlaşıyor, sırtını dik tutmak imkansız hale geliyordu ama burada uyuyakalmak içinde kalmak isteyeceği son şeydi.
Tünelin kıvrımlı duvarlarından güç alarak ilerlemeyi sürdürdü. Duvarlar yine görece düzdü ama pürüzsüz değildi ve avuçlarıyla parmakları sürekli küçük çıkıntılara batıyor, elinde hafif yaralar ve kesikler açılıyordu. Artık bunu sürdüremem dediği anda da ellerini duvarlardan çekti ve metro tünellerinin yüksek kala düzlüklerinde kendini ortalayarak öne arkaya sağa sola sallana sallana yürüdü. Ayak tabanı yerde sürünüyordu, yeraltının basık, nemli ve kapalı havası ciğerlerini boğuyordu, loş ışık ve onu iki yandan abluka altına alan mutlak karanlık da gözlerine zulüm etmeye başlamıştı. Bir noktada durup yere oturup dinlense mi diye düşünmüşse de karanlığın içinde, bütün dünyadan ayrık kalmış bu zindanlarda ondan başka nelerin olabileceği sorgusu bu düşünceyi bertaraf etti.
Yorgunluk ve yılgınlığın getirdiği yükü taşıyarak en nihayetinde vardı varacağı yere, ki orası da yine dar tünelden çıkıp sola dönerek başladığı yerdi. Yürümeye koyulduğu noktaya duvarları yoklaya yoklaya ilerleyerek yürümeye koyulduğu yönden geri gelmişti. Arkasına baktı, önüne baktı, dar tünele baktı. Geldiği yönden baştan yürümeye çalıştı ama bir iki dakika sonra bu yolun aynı yol olduğuna kanaat getirip vazgeçti. Oturup ölene kadar orada bekleyecek oldu ama son anda yine sağ kalım güdüsü ona müsaade etmedi. Derin bir nefes aldı, yılmaktan yılıp, ellerini dizlerine koydu. Ardından yine başlangıç noktasına dönmeye koyuldu.
Ne kadar yürürse yürüsün bu sefer başlangıç noktasına da ulaşamıyordu. Bilinen şekiller ve çizgiler, hacimler ve açılar, şu an her neredeyse burada işlemiyordu. Bilinen evrenin içinden, bilinen yasaların, teorilerin, tutarlılıkların ve mantığın olduğu evrenden çıkıp bambaşka, yabancı bir yere gelmişti. İçinde bulunduğu daracık alanlar ve hacimler kendi dahilinde Cenk’e fazla bir şey göstermiyordu ama çok fazla uyarı veriyor, en art niyetli hikayeleri anlatıyordu. İleriye gitse çıkamıyordu, geriye gitse çıkamıyordu. Öyle bir durumdaydı ki sanki olduğu yerde durdukça da bu kabusun merkezine gidiyor, kabusun merkezine bile isteye yürüse de kabusun merkezine gidiyor, oradan can havliyle uzaklaşmaya çalışsa da kabusun merkezine gidiyordu. Bilinmezin ve dehşetin tekilliğine kapılmıştı. Gidecek tek bir yön vardı.
Bunun farkına vardığında Cenk kararını verdi. Zaten perişan olmuştu, zaten delirmişti, zaten yorulmuştu. Beklese de aynı kaderi yaşayacaktı, yürüse de. Madem bu berbat kadere kurban gidecem, bari bir şeyler yaparak düşeyim diyerek hiç bıkmadan, bitmeden yürümeyi tercih etti. Birilerinin veya bir şeylerin kendisine pusu kurmasına, yavaş yavaş yaklaşmasına, tuzağa davet etmesine izin vermeyecekti. Bu dehşet her neyse onun beklentilerine ve fısıltılarına kulak asmayacak, sonunu kendi hareketleriyle kendi getirecekti, kendi yolunu yürüyecekti. Dizleri titriyordu, bacakları sallanıyordu, ayakları yerde sürünüyordu. Vücudu dik duramıyor, tek bir doğrultuyu takip edemiyordu ama umursamadı.
Hangi yöne doğru gittiğini kestiremediği, sadece kendi mahşerine doğru yol aldığını bildiği tünelde zar zor yürürken, arkasından gelen sesler onun ağır ağır attığı adımları hızlandırdı. Kendinde bulduğu güven bu takiple birden kırılmış ve çevresini saran tehdit ve tehlike, Cenk’in üzerine baştan çökmüştü. Sesleri takip eden hafif ışık onu biraz daha kaygılandırmıştı. Metro tünellerinin içinde herhalde bu ışık insanlara ait değildi? Eğer öyleyse Kargatepeliler peşinden geliyordu, yok öyle değilse bu tünellerde gezmesi beklenen tek bir şey vardı, o da metro trenleriydi. Toplu taşıma çalışır durumda mıydı hâla? Öyle olsa bile burada beklediği şey bir metro treni mi olurdu? Bunu düşünmedi, sadece koştu. Ölüm ve yok oluşun yarattığı ateş onu yine canlandırdı ve hiçliğin içinden bulduğu güçlü canı pahasına koşturdu.
Işık giderek yaklaştı, karanlık tüneller epey aydınlandı. Arkasından gelen sesler yükseldikçe tünelin duvarlarında yankılandı ve her ayrı dalga genç adamın bedeninden geçerken onun direncinden başka bir parça söküp aldı. Tren yaklaştıkça sarsıntılar arttı, sarsıntılar arttıkça kabus, bütün uzantılarıyla Cenk’in hafızasından hortlayıp çıktı. Genç adam artık geriye kalan bütün gücüyle kendini tünelden dışarı atmaya çalışıyordu, burada gömülüp kalmak onun için ölümden beter bir korkuydu ama çıkış hiçbir yerde görünmüyordu. Cenk koşuyordu ama ne var ki arkasından gelen canavar ondan daha hızlı, daha güçlü ve daha baskındı.
Bu mücadeleyi kaybetti genç adam, ışık ona yetişti tren onu geçti. Canavarın ışığı Cenk’in gözlerini ondan aldı, geçici bir körlük yaşadı. Sarsıntılar öyle bir şiddet seviyesine ulaştı ki bu sefer ayakta duracak gücü kendinde bulamayıp yere kapaklandı. Zor nefes alıyordu ve bir kez daha kollarından güç alarak hareket edebiliyordu ama nereye gittiğini bilmiyordu. Ayağa kalkabilse bile dengesini tutamayacaktı, sallantılar buna izin vermeyecekti. Duvarları yoklamaya meyil etmişse de onları da bulamadı. Sanki geometri bir kez daha değiştirmişti kurallarını. Düz olan zemin bu düzenini de kaybetmiş, yeniden eğik bükük olmuş ve sahip olduğu dokusunu da olduğu gibi unutmuştu. Sanki artık bir canavarın teni üzerinde hareket ediyordu.
Yavaş yavaş Cenk’in görüşü kendine geldi ama kör edici ışık bir yere gitmemişti. Sallantılar azala azala devam ediyordu ama bitecek gibi duruyordu. Yine de ayağa kalkamadı, olduğu yerde oturakaldı. Uykusu giderek bastırıyordu, direnilemez bir duruma geliyordu. Düşe düşe, baştan deneyerek ayağa kalktı. Işığın kör edici etkisi geçerken, gözüne dar ve kıvrılan duvarlar, alçalan tavanlar, tümsekli, hendekli zeminler değil, modern binalar, yeşil parklar ve büyük caddeler oldu. Şehrin ortasındaki bir tünel çıkışındaki bir parktaydı şu an fakat içinden çıktığı tünele bakınca yine kendisiyle dalga geçen bu şehrin acımasız mizahıyla karşı karşıya kaldı, çünkü o tünel bir metro tüneli değildi, ortada bir demiryolu yoktu.
Ruhunda yeni filizlenip çok hızlı büyüyen kapalı alan korkusu bir nebze olsun sönmüştü. Gün boyunca başına musallat olan metropole geri dönmüştü. Nerede olduğunu ise hâla bilmiyordu ama yükselen güneş ona bir fikir vermişti. Tepeye epey yaklaşmıştı güneş ama doğuya dönük bir tünelden çıktığını ve caddenin de güneye doğru indiğini kestirebiliyordu. Demek ki sahil tarafına dönmüştü. Biraz uzaktı hâla denize, yaklaşık on dakikalık bir yürüyüş mesafesi vardı. Buna rağmen buradaki insanların davranışlarının gayet sıradanlaştığını gözlemledi. Caddelerin ortasında kamp yapıp oturan pek fazla insan kalmamıştı. Çoğu evlerine dönmüş, bir kısmı ise iş yerlerine geçmişti. Şehirde sanki hiçbir şey olmamış gibi herkes günlük yaşamına devam ediyordu.
Caddenin ortasından yürümeye devam etti Cenk, yürüyebildiği kadar. Kargatepe’de onu takip eden karartılar gibi hareket ediyor, onlar gibi bir vücut duruşu sergiliyordu artık. Acaba onlara da böyle mi oldu, ben de eninde sonunda onlar gibi mi olacağım diye sorguladı kendisini bir an ama sonra hemen vazgeçti. Aşağıya iniş yaptığı cadde yokuşu doğrudan körfeze bakıyordu, bu yüzden yürüyüş boyunca aynı deniz manzarasına sahipti. Dolayısıyla gece esnasında gördüğü o kara küreyle şu an gözleri yeniden bakıyordu. Her nedense daha da alaycı bir şekilde baktığını hissetti Cenk o tek gözün şu an, daha alaycı, daha iştahlı ve daha tekinsiz biçimde.
Yorumlar
Yorum Gönder