Kara Küre Bölüm 11: Sel (Spooktober '25)

Önceki gece sahilden iç kesimlere gitmek için kullanabileceği ama bir diğerini seçtiği caddelerden birinden aynı kıyılara geri iniyordu Cenk. O gece yaşananlara kıyasla şu an kabullenen sıradanlık yarım aklını kemiriyordu. Her zaman doğal bir tepkiydi, insanların bir şoktan sonra her şey doğal akışındaymış gibi davranmaları ama bu bambaşka bir seviyeydi. Evlerine girip çıkıyorlar, sokaklarda hiçbir dertleri yokmuş gibi yürüyorlar, hala çalışır olan iş yerlerine girip alışveriş yapıyorlar, yolda başkalarıyla sohbet muhabbet ediyorlar ve dışarıdaki bütün meşguliyetleri bittiğinde nihayet eve dönüyorlardı. Konuşmalarında deprem gerçeğini unutmuş değillerdi ama ona bir biçimde uyum sağlamış görünüyorlardı.

Çatlamış duvarların üzerinde zar zor duran bir zamanlar süslü püslü binaların yanından gezisini sürdürdü. Geceleri bu caddede yürüyüşler yapmak pek keyifli olurdu, binalar geçen yüzyıldan kalma, zevk ve ruh barındıran, ışıklandırıldığı zaman karanlıkta çok güzel görünen yapılardı. Tek sıkıntıları zemin katlarından sokağa açılan can sıkıcı, iç daraltıcı mağaza zincirleriydi. Belki bir kırk yıl önce bu mağazaların hepsi küçük aile şirketlerine, esnaflara ve zanaatkarlara aitti. Şimdi ise binaların zevkli ve güzel yapılarına aykırı bir halde ruhsuz bir duruşları vardı. Kaldırımlar genişti ve ağaçlarla donatılmıştı. Yol boyunca şehrin eski zamanlarından kalma tarihi nişanları, anıtları ve dekorları rahatça görebiliyordu herkes.

Tabii bu binaların bir kısmı artık tamamen boştu, sarsıntılarla birlikte insanlar bir daha girmemişti içeri. Böyle boş binalar Cenk’i hiç rahatlatmıyordu, tamamen yıkılsalar veya içeriye birileri girip yaşıyor olsa çok daha huzurlu olacaktı. Bulvardan yukarı çıkarken neler yaşadığını çok iyi hatırlıyordu. Dimdik ayakta duran eski, harap yapılar, birbirine giren görüntüler ve sesler, sokakları bilinen geometriyi ihlal eden mahalleler ve haritasının çizilmesi olasılıksız olan tüneller, sarsılan sadece şehir değildi, yaşadıkları hayatın temel kuralları kökten değişmiş, yerle bir olmuştu. Tren üzerine gelirken ve o ters yöne doğru koşarken nasıl çıkışa varabilmişti? Arkasından gelen ışığın kaynağına nasıl ulaşabilmişti? Sağ kalmak istiyorsa bunu sadece bükülmez bir irade, bitmek bilmez bir hayata tutunma güdüsü ve bir an önce oradan uzaklaşmasını her fırsatta söyleyen bilişsel katmanlarını kullanarak yapacaktı.

Caddenin aşağı kısımlarında ise insanların sohbet konusunun merkezi değişmişti. Yukarıda depremin geneli, binaların sağlamlığı, ulaşım yolları ve iletişim hatları gündemdeyken aşağıdaki konuşmalar çok daha tekinsiz özneleri barındırıyordu. Anlaşılan o ki sahile yakın yerlerde oturan, oralarda çalışan veya bulunan insanlar ilk gece denizin ötesinde gördükleri kara küreyi dillerinden düşüremiyorlardı. Onun hakkında kendini insanların zihninden bıraktırmayan bir şey vardı, her şeyi ve herkesi kendine çekiyordu. Bilişsel bir hapishane gibiydi ve duvarlarını kırıp özgür kalmak, bu tutsaklıktan kaçmak insan sınırlarını aşan bir gün gerektiriyordu.

Daha da aşağıya inince Cenk bu durumun da değiştiğini gördü. İnsanlar artık kara küreyi konuşmuyorlardı ama ağızlarını da başka bir konu için açmıyorlardı, hatta ağızlarını hiç açmıyorlardı. Hiçbir şey söylemeden, hiçbir hareket etmeden gözlerini ufuk çizgisine dikmiş o şeye bakıyorlardı. Bu insanların nefes almadığını söylemek bile mümkün olabilirdi, ölü olabilirlerd. Tabii canlılardı, bazıları titriyordu, bir kısmının tiklerini gözlemlemek mümkündü. Daha sıradan olanların sadece nefes alış verişleri hızlanmıştı. Heyecanlanıp gerilen bir kedi veya köpek gibi, bu insanlar da karınlarını ve göğüslerini kontrolsüzce şişire şişire zorlukla nefes alıyorlar ve kıyının ötesindeki bu uğursuz nesneye, eğer böyle bir şey denilenilirse, bakıp donakalıyorlardı.

Onların arasından insanlık dahilindeki bir dehşetle sıyrılıp kıyıya varan Cenk, kendini yine o berbat göz ile göz göze gelmiş bir halde buldu. İstemsizce o da yaklaştı. Yavaş yavaş yürüyordu, dengesizce hareket ediyordu. Vücudunu kontrol edebilmek epey bedel ödeten bir eylem haline gelmişti, eğer vücudunu kendi kontrol ediyorsa. Tüneller, mahalle sokakları ve yokuş boyuncaki bütün kaçışında tökezleyip düşse de şu anki hareketi dengesiz de olsa bir şekilde ilerliyordu. Hiçbir şekilde yerde oturup ay ışığına bakar gibi bu kara cisme bakan insanlara çarpmadı, yerdeki çatlaklara takılmadı, yorgun ve güçten düşmüş bacakları da hiçbir zaman kendini bırakmadı. Adeta bir deli doktorunun hipnoz altına aldığı hastası gibi kıyıya doğru ilerlemeye devam etti. Ta ki…

“Dikkat et düşeceksin”

Sesin geldiği yere baktı, Melin oradaydı. Sahile, betonun üstüne oturup ayaklarını suya doğru uzatmıştı. Cenk önüne döndüğünde betonun kıyısında olduğunu ve sonraki adımda körfezin soğuk ve karanlık sularının içine dalacağını fark etti. İlk şok birkaç saniye sürse de geri çekildi arkasına, yürüdüğü mesafeye baktı, baştan önüne dönüp denizin bütün dehşetiyle yüz yüze geldi, en nihayetinde de bakışları bir kez daha o kara küreyle buluştu. Önce o uğuştuyu takip ede ede Kargatepe’nin derinliklerine kadar gelmesi, sonra da caddenin ucundan denize düşekalana kadar yaptığı yürüyüş ona tek bir şeyi anlatıyordu, kontrolü kaybediyordu ve kontrolü bu şeye karşı kaybediyordu.

“İyi misin?” diye sordu Melin ve genç adamın düşünceleri baştan şu ana döndü.

“Evet” dedi hâla şoku atlatmaya çalışarak. “Sanırım. En azından oraya düşeceğim durumdan daha iyiyim.”

“O hâla kesin değil” dedi Melin ve Cenk önce şaka yaptığını sanarak gülümsedi fakat genç kadın şaka yapmıyordu, yüzü gayet ciddiydi ve hâla oraya bakıyordu.

“Nereye baktığını sormamın bir amacı olur mu?”

“Hayır.”

“Nereye bakıyorsun?”

“İçine.”

“Neyin içine?”

“Onun” diye cevap verdi baştan ve eliyle uzaktan onları izleyen kapkaranlık gözü gösterdi. Cenk neler olduğundan emin değildi ama sanki o küre artık birazcık daha aşağıdaydı, sanki ufuk çizgisine doğru ağır ağır alçalıyordu. O da Melin’in yanına oturdu.

“Emin misin?” diye sordu ama Melin cevap vermedi, genç adam da bir cevap beklemiyordu zaten. Bir süre sessizce o küreyi izlediler.

“Neyden?”

“Bence yanılıyorsun.”

“Küreye baktığımdan epey eminim. Orada siyah bir küre var ve içinde bir şey saklıyormuş gibi, içinde çok önemli bir şey saklıyor ve bütün gücüyle ona tutunuyormuş gibi geliyor bana. Ona bakıyorum, içine, onun ne olduğunu görmeye çalışıyorum. Sanki onu görürsem her şey daha anlamlı gelecekmiş gibi. O bilgiye bir şekilde, herhangi bir şekilde ulaşırsam bu insanlara, bu şehre, bu depreme, sana, bana bir anlam yüklenecekmiş ve bütün bu tutarsızlıklardan kurtulacakmışız gibi geliyor.”

“Ben değilim yani sadece.”

“Ne değilsin.”

“Deli”

“Yo hayır. Yani kesinlikle öylesin, ilk başta da öyle düşünmüştüm ama her şey, gördüğümüz, duyduğumuz, dokunduğumuz, hatırladığımız her şey sünüyor, uzuyor, çarpıtılıyor ve kendi üstüne bükülüyor gibi. Sanki bütün bir şehir bir gemi de, müthiş bir girdapın içine çekiliyoruz, döne döne, sallana sallana. Bİr oraya bir buraya sallanıyoruz, her defasında başka şeyler kaybediyoruz ama bir noktada onlarla yeniden buluşuyoruz ve hiç bitmiyor. Ne zaman girdapın gözüne geldiğimizi düşünsek, nihayet bitti desek, her defasında daha derin bir merkez çıkıyor, girdapın onu gördüğümüzden bildiğimizden daha büyük olduğunu keşfediyoruz. Korkunç bir keşif gerçekten.”

“Peki bütün bu girdapın içinde o kürenin işi ney?”

“Uzakta kilitli bir sandık veya kasa gibi, içinde bir şey saklıyor. Ona ulaşabilirsem, bir ulaşabilirsem ne olduğunu anlayacağım. Kürenin içini görebilmem gerekiyor.

“Bence yanılıyorsun” dedi Cenk baştan.

“Ne konuda?” diye sordu Melin yine.

“İçine baktığın şey bir küre değil ve o şeyin de içine bakmıyorsun.”

Genç kadın Cenk’in söylediği sözler karşısında ona bakakaldı. Verdiği cevabı kafasında tartıyor ama bütün diğer bilgiler gibi bu cümle de bir spiralin içine girip savrula savrula dönüyordu. Buna rağmen her şeyin aksine Melin’in sorduğu bu soru ve Cenk’in verdiği bu cevap sanki spiralin içinde döne döne çarpıtılırken çok daha doğal, çok daha oraya aitmiş gibi duruyordu. O Cenk’e bakarken muazzam bir sessizlik oldu, kürenin kendisi herkesin susması ve her sesin kesilmesi yönünde bir emir vermişte bütün bir şehir var oluşu buna itaat etmişçesine. Öyle ki genç adam nefes almakta bile tereddüt ediyor, eğer böyle bir şey yaparsa ortaya konan kuralları ihlal edip bunun zavallı insan türünün aklının almayacağı sonuçlarıyla yüzleşeceğini düşünüyordu. İnsanlar heykel gibi, canlarını esen rüzgara teslim etmişler gibi sessizce, hareketsizce kıyıda beklerken denizin dalgaları da durdu. Bütün bir deniz artık en tekinsiz çöllerin en ulaşılmaz kumlarından yapılmış bir cam zemindi, ufuk çizgisine kadar uzanan.

“YAPMA!” diye bağırdı birisi arkadan. Cenk ve Melin yavaşça başlarını çevirip geriye baktılar ve biri bir diğerinin peşinden koşturup çekiştirip bağırıp çağıran iki kişi gördüler. Bir tanesi hiçbir şeye aldırmadan yavaş yavaş, hiçbir ses çıkarmaksızın, bunun için inşa edilmiş bir otomotonmuşçasına mekanik ve umursamaz adımlarla, ardına kadar açılıp kanlanmış ve nemlenmiş, asla kapakları inmez gözlerle kıyıya doğru yürüyordu. Bir diğer kişi de gerek kolundan, gerek giysilerinden arkadaşını geriye çekiyor, gözyaşları içinde çaresizlik dolu haykırışlarla onu geri çağırıyor ama hiçbir işe yaramıyordu. İki kişi yavaş yavaş herkesin arasından yürüdüler, bütün gözler onların üzerindeydi. Melin ve Cenk’in yanına yaklaştılar ve de birinci kişinin kendini körfezin soğuk sularına atması üzerine ikinci kişi de inat ve kararlılıkla onun arkasından çekiştirdiği kollarının peşinden denize düştü. Suyun hareketlenmesi dışında hiçbir ses gelmedi, başka hiçbir hareket olmadı. Mutlak bir sessizlik bir kez daha sahilin üzerine çöktü ama Cenk artık fevkalade huzursuz ve kaygılıydı.

“Yanlış” dedi içinden. “Çok yanlış, bir şeyler çok yanlış!”

“HAYIR!” diye ikinci bir haykırış geldi arkadan ve bir başka kişinin daha, bu sefer öncekinden biraz daha hızlı bir şekilde körfeze doğru ilerlediğini gördü Cenk ve Melin. O da doğrudan denize atladı ve arkadaşları arkasından koşmadı, belki de bir öncekilerin kaderine bizzat şahit olarak.

Hemen ardından bir insanlar seli o cadde ve meydandan çok gür bir şekilde akıp beton zemini aşıp denizle buluştular. İnsanlar insan olmayı, kalabalık da kalabalık olmayı bırakıp, devasa bir sıvı kütlesine dönüşmüşler, birbirleri ardına sağladıkları akışla körfezin sularına ulaşıyorlardı. Cenk o korkuyla ayaklarını aşağıdan çekti, yeniden betonla buluştu ve bir kez daha cenin biçimini alarak kendisini korumaya çabaladı. Ara sıra bir kaç kez insanların bacaklarını vücudunda hissediyordu, hemen sonra ise ön kısmından gelen bir ses aynı bacakların denizin dibine doğru o yolculuğa çıktığını söylüyordu. Cenk’in tek yapabildiği ise muazzam bir kalabalık üzerinden geçerken ezilerek ölmemek için dua etmek, ummaktı.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Karanlık Perde

Sırık Bölüm 0 (Spooktober '24)

Kara Küre Bölüm 7: Zavallı Yaşayanlar (Spooktober '25)