Kara Küre Bölüm 16: Kale (Spooktober '25)



Tartışmalar uzun sürdü. Hamidiyeli’ye gelen o güruh kimdi? Meydandakilere ne söylemişlerdi? Mahalleyi neden genişletmeliydiler ve özellikle meydandaki insanları neden sığınağın genişletilmiş kısımlarına yerleştirmeliydiler? Cenk’in aklında, diğerlerinin kafalarına yatmayan bir sürü fikir vardı. Aslında herkes az çok benzer şeyler istiyordu ama bunların hepsini şu an yapmaya girişmeye herkes de çekiniyordu. Kafada döne döne yapay yavaş yapılacak işlermiş gibi geliyordu bütün bunlar. Dışarıdan insanlar getirmeye de herkes açıktı ama bir anda hiç tanımadıkları insanları hemen yanı başlarına sürüklemek konusunda hiç kimsenin içi rahat değildi. Öylece yapılabilecek bir hareket, öylece alınabilecek bir karar değildi bu.

Diğerlerini ikna edebilmek için genç adam yanına bir grup mahalleli alarak gidip meydandaki kalabalıkla konuşmayı, cadde güruhunun neden geldiğini, ne söylediklerini öğrenmeyi teklif etti. Böylece daha fazla bilgi alacaklar, meydandakilere güvenip güvenemeyeceklerini de tartacaklar ve de eğer dışarıdan gelen bu insan sürüsü hakkında tehlikeli olduklarına dair bir sonuca varırlarsa hem kendilerini, hem mahallelerini korumak isteyip daha korunaklı bölgeler inşa etmeleri gerekecekti. Bu bölgeleri hem inşa etmek, hem gözetleyebilmek hem de verimli bir şekilde kullanabilmek için daha fazla insan gerekirdi. Yabancı güruhundan onlar kadar rahatsız olmuş ve aynı ihtiyaçlar doğrultusunda hareket edebilecekleri en yakın kalabalıkta meydan halkıydı.

Böylece fazla kalabalık olup oradakileri ürkütmemek için de altı kişilik bir takım meydana gitti. Yolda neler soracaklarını, soru gelirse nasıl cevap vereceklerini, hangi konularda insanları ölçüp tartmaları gerekeceğini ve nasıl işaretlere dikkat etmeleri çok önemli, bunları konuştular. Caddenin meydanla buluşan noktasına geldiklerinde insanlar zaten ayakta birbirleriyle konuşuyorlar, meydandan çevreye yayılan bir uğultu çıkarıyorlardı. Hamidiyeliler’in yaklaştığını görünce yine bir toplandılar ama gelen kişilerin komşuları olduğunu fark edince bir rahatladılar. Yine de altı kişi bile belli ki bu insanları ürkütmek için fazlaydı çünkü her şeye rağmen bir on on beş kişi onların hemen yanında dikildi, meydana rahat rahat girebilmelerine izin verilmedi.

Hamidiyeliler’den epey kuşku duyuyorlardı. Kendilerinden bir şey istediklerini veya onlara bir şey yapacaklarını düşünüyor olmalıydılar ama söylenenleri duyunca aralarında yine bir tartışma döndü, meydanlılar büyük gruplar halinde birbirlerine konuşmaya döndüler. Altı kişilik Hamidiyeli ekibi aralarında pek konuşmadan öylece bekledi, bir iki tanesi bayağı umutsuzdu bu konuda. Bir tanesi de böyle bir şeyin hiç gerekli olmadığını savunuyordu. Sadece bir diğer kişi, Cenk ile birlikte cadde güruhunu gözleyen arkadaşı, buradaki insanlarla anlaşabileceklerini umuyordu. Zaten yabancı değillerdi, yollarda birbirlerini geçerken birçok kez görmüşler ve zarar duydukları, kırıcı davranışlar, hareketler ve eylemler görmemişlerdi. Çoğu sefer birbirlerinin işletmelerinden alışveriş yapmışlar, masalarına oturmuşlardı. Yine de bu mahşerin gerçekliği farklıydı ve kuşkuların yükselmesi, güneşin batması kadar doğal bir olaydı.

Meydanlılardan bir tanesi, genişletilmiş sığınakta hangi şartlarda yaşamaları gerektiği sorulduğunda Hamidiyeliler şaşırdı çünkü buradaki pek çok kişi sık sık barikatları geçer, mahallenin caddesinde ve sokaklarında alışverişini yapıp, işlerini görüp insanlarla sohbet muhabbet ettikten sonra ancak akşam çadırına geri dönerdi. Sığınakta inşa edilen hayat, dışarıda meydanlarda ve parklarda çadırlarda yaşayan insanların şartlarından çok daha iyiydi. Hangi kurallara bağlı kalınması gerektiği konusunda bir soru olduğunu varsaydı Cenk ve hemen atıldı.

“Daha önce nasıl kurallar vardıysa aynıları geçerlidir, herhalde.” diye cevap verdi ama herkesin yüzündeki şaşkınlığı görünce detaylandırdı. “Herkes kendi işini yürütmeye devam ediyor, eğer işini yapma şansın kalmadıysa etraftaki başka ihtiyaçları karşılamak üzere yeni görevler de verebiliyoruz. Kimsenin malını çalmayacaksın, hakkına girmeyeceksin, müdahale etmeyeceksin. Hiçbir yeri karanlıkta bırakmıyoruz, ışıklar gece saatleri olduğu gibi açık kalıyor. Eğer gündüz hava karanlık veya loşsa, yine ışıklar açılıyor. Karanlığa fırsat vermiyoruz. Sık sık dışarıya ekipler yolladığımız, ticaret hatları kurduğumuz, eşya ve kaynak topladığımız için de dış görevlere yine bol bol gönüllü arıyoruz. Benim işim artık geçerli olmadığı için ya mahalle içerisinde başkalarına yardım ediyorum, ya nöbet tutuyorum ya da dışarıya görevlere çıkıyorum. Ayrıca boş vaktimizde sesli kitap okuyoruz, film izliyoruz, bazen bol yemeğimiz varsa ve bozulmasını istemiyorsak ziyafetler düzenliyoruz, oyunlar da oynuyoruz.”

Ziyafet deyince oradakiler bir heyecanlandı. Düzenli olarak besin yetiştiren Hamidiye mahallesinin yanında ara sıra bulduklarını bölüştüren bir grup vardı meydanda. Ona ek olarak apaçık bir alanda, çadırların içinde yaşıyorlardı. Beton duvarlar ve onları çevreleyen çatma derme de olsa surların varlığı, insana güvenlik ve rahatlık hissi verirdi. Uzun zamandır o duygular hayatlarında yoktu. Geriye sadece kişisel güven meselesi kalıyordu ama zaten aşinalıkları biraz olduğu için azıcık ilerlemişlerdi. Buna rağmen birlikte çalışmaları, birbirlerinin arkasını kollamaları ve en önemlisi, herkes bakmazken hırsızlık, cinayet ve daha kötü suçların işlenmemesi gerekirdi. Tabii bir de yabancı güruhlar vardı ki bu teklifi bayağı cazip bir hale getiriyordu.

Her ne kadar büyük bir karar olsa da iki tarafta böyle bir birleşmenin herkesin yararına olacağına inandı ve meydandaki yüzlerce insan Hamidiyeli tepesine doğru ilerlemek üzere eşyalarını, çadırlarını ve birlikte kaldıkları mahşer dostlarını toplarlamaya koyuldu. Sığınaktan gelen ekip de büyük oranda ikna olmuştu. İçlerinden iki kişiyi diğerlerine haber vermek üzere mahalleye geri gönderdiler ve meydandakilere yardım ettiler. O esnada hâla bilgi alışverişi, işlerin nasıl ilerleyeceği yönünde tartışmalar, konuşmalar, soru cevaplar devam ediyordu. Aileler ve gruplar halinde boş binalara yerleşeceklerdi, gerekirse pek kullanılmayan binalar boşaltılacaktı ve de sığınağın ana caddeye ve meydana doğru genişlemesine, yeni korunakların inşa edilmesine yardımcı olacaklardı.

Konu tabii ki cadde üzerinden yanlarına gelen o garip güruha da vardı. Ne istediklerini, ne yapmaya çalıştıklarını sordu Cenk o yabancıların ama anlaşılan buradaki insanlar da bilmiyorlardı. “Onlara katılmalarını söylediler.” diye cevap verdi bir kişi çadırını toplarken. “Ama kim onlar, ne yapıyorlar, neden böyle bir kalabalıkla geldiler, katılınca ne olacak, nerede yaşıyorlar ve buna benzer yüz farklı sorunun hiç birine cevap vermediler.”

“Yani verdiler de…” diye düzeltti bir arkadaşı. “Bana kalırsa pek düzgün bir kafaları yoktu. Hasta gibiydiler, iyi gelmiyordu kulağa. Anlaşılmaz, deli saçması şeylerden bahsettiler, bazı kelimeleri ve cümleleri zaten hepten anlaşılmıyordu, sanki ses ağızlarından değil de karınlarından veya sırtlarından çıkıyordu.”

“Evet, çok garipti.” diye doğruladı bir diğeri.

Bunları duyan Cenk başka bir soru sormadan yardım etmeye devam etti. Aklında ise kalabalık hakkında aldığı bu tuhaf bilgilerden sonra onu ve arkadaşını hem caddenin gerisinde hem de meydanın yanında insanın içini ürperten bir havayla kuşatan o figürün bakışlarıydı. Bakıp bakmadığını bile tam olarak anlayamasalar da onlara baktığına yemin edebilirdi. Büyük kamp çantalarının içinde erzaklar, küçük çadırlar, sağda solda buldukları eşyalardan yaptıkları çatma derme uyku tulumları ve yataklar, araç gereç vardı, kocaman çantalardı bunlar. Bir çocuğum olsaydı, rahat rahat içine sığardı diye düşündü Cenk. Sonra şaşırdı. Çocuğu yoktu ve muhtemelen de olmayacaktı. Buradan sağ kurtulsa bile. Böyle dehşetlerle dolu bir dünyaya çocuk getirmek saf kötülük olurdu.

Birer ikişer oradan ayrıldılar. Büyük bir kalabalık halinde ilerlemediler, işi biten ve hazır hisseden sığınağa doğru yola koyuldu. Geride kalan dört mahalleliden her biri ara sıra bu konvoyların bir parçası oluyor ve kapıdakilere selam veriyordu, yanlış bir şey olmadığını, her şeyin yolunda gittiğini göstermek için. Zaten bir iki nöbetçi daha görevlendirdiler ve konvoyların geldiği yol üzerinde nöbet tutmayakoyuldular. Böylece hiç ummadıkları tehlikeli biri bu durumu fırsat bilip içeri sızmayacaktı. Her durumda kapıda isim ve bu isimlere kefil olacak başka kişiler not ediliyordu. İlkel düzeyde de olsa bir kimlik kontrolü yapılıyordu.

Sırf boş kalmasın diye depolara çevirilen birkaç bina ilk gün için iş gördü. Mallar ve kaynaklar daha dolu depolarda sıkı ve yoğun bir biçimde bekletildi, yeni gelen insanlar da, pek rahat olmasa da bu binalara alındı. İçeriye sığmayanlar veya binaların yeterince büyük olmadığını düşünenler sokaklarda, genelde de nöbetçi kulübelerine yakın yerlerde çadır içinde yattılar. Nöbetçiler yakındayken daha güvende hissediyorlardı. Tabii ki onların da her zaman ters hareketler yapmaları mümkündü ama çadırların sayısı fazlaydı ve dışarıda gördüklerine kıyasla Hamidiyeliler hiçbir şeydi. Bütün ışıklar yanar halde mahalle uykuya geçti, nöbetçiler görev başında kaldılar ve yerel sakinlerle meydanlılar ilk kez aynı çatı, kocaman bir çatı, altında uyudular bu gece. Bir kısmı daha huzursuzdu ama genel olarak hepsinin içi daha rahattı.

Ertesi gün plan yaptılar. Eğer genişleme yapılacaksa ve bütün mahalle, dış kısmıyla birlikte dolacaksa her şey bugün bitmeliydi. Tek sıkıntı arabaların olmamasıydı. El ile çekilen araçlar vardı tabii ki ama otomobillerin çoğunu tepeyi sıkı sıkıya kapatmak için kullanmışlardı. Yakından yeni arabalar mı çeksek diye düşünseler de bu durumu başka bir şekilde çözeceklerdi. Sonra bir kişi meydanın yanındaki polis karakolunu hatırladı. Çevresi polis barikatlarıyla çevriliydi. Araba veya kamyon kadar olmazdı tabii ama gayet işe yarayabilirdi. En azından surların bir omurgasını oluşturur ve iyi bir taslak sağlardı.

El arabalarını ittire kaktıra, çeke çeke meydana getirdiler ve penseler, bahçe makasları ile oradaki polis barikatlarını da birbirlerinden ayırıp teker teker arabalara yüklediler. Onları daha sonra tabii artık çok daha ağırlaşan arabaları zorla çekerek meydan tarafından başlayarak çevreyi kapatmaya tutuldular. Hamidiyeli’nin Kargatepe’ye bakan yokuş aşağı giden tarafına dokunmadılar, oraya doğru genişlemeyecekti bölge. Meydana ulaşım, şehrin geri kalanına da dokunabilmek ve de acil durumlarda alternatif rotalar oluşturabilmek adına önemliydi, bu yüzden yukarı kısmı halletseler yeterdi. O taraftan başlayarak kapata kapata içeriye doğru girdiler, en nihayetinde ana caddeye çıkan AVM ve hastane yolunun tam ağzını çevirdiler, alışveriş merkezinin bir diğer tarafını da hallettikten sonra zaten geriye polis barikatı da kalmadı.

Bu barikatları iki katmanlı bir şekilde dizidiler. Bir katman önde, bir katman arkada, uç kısımlar da birbirlerine yine teller, engeller ile bağlı durarak dar ve uzun bir dikdörtgen çiziyor, yolların kenar kısımlarında ise boşluklar bırakıyordu. Buralara bahçe kapıları getiriliyor, güçlendiriliyor ve kilitler konuluyordu. Dikdörtgenlerin ortası moloz yığınları, yapı malzemeleri, kırık camlar, çivi kasaları ve buna benzer bir sürü katı, sağlam, somut ve tehlikeli malzeme ile doldurulup zincirlerle, çimentoyla, halatlarla birleştiriliyordu. Maalesef akşam vakti gelince hâla binalara girip temizliklerini, bakımlarını yapmış değillerdi ama Hamidiyeli’nin tepesini ve caddeye bağlanan kısımlarını güvence altına almışlar, tamamen kapatmışlardı. Genişleme tamamlanmıştı. Aynı günde hem sayılarını artırmışlar, hem de topraklarını çoğaltmışlardı. Cenk gülümsedi ama aynı zamanda pek rahat da değildi çünkü iyi biliyordu, öyle hissediyordu, o güruh çok daha kalabalık bir şekilde ve çok daha başka art niyetlerle geri dönecekti.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Karanlık Perde

Sırık Bölüm 0 (Spooktober '24)

Kara Küre Bölüm 7: Zavallı Yaşayanlar (Spooktober '25)