Kara Küre Bölüm 18: Arayış (Spooktober '25)



Belirsiz figür ve genç adam bir süre birbirlerini tartarcasına bakıştılar ama korkusunu bu sefer daha bir dizginlemiş Cenk, hemen barikat kapısını çaldı. Bir süre kimse gelmeyince bu sefer kapıyı kendi açtı ve dışarıya çıkmalarını söyledi. Ne var ki nöbetçiler dışarıya çıktığında örtüler içindeki figür çoktan gitmişti.

“Ne gördün?”

“O gün meydanda karşılaştığımız yabancıydı. Buradaydı, caddenin aşağısında.”

“Onu gördüğüne emin misin?”

“Yani sanırım emin olamam, yüzünü cismini bir şeyini görmedim. Saklanmış, gizlenmiş durumdaydı her yeri ama en azından onlardandı biliyorum.”

“Belki de dışarıya haberciler göndermeliyiz, diğer gruplarla konuşup bir araştırma yapmalıyız.”

“Bunlar her kimse, her neyse çok kalabalık gruplar halinde dolaşıyorlar. Güvende olmak için tabur tabur mu dolaşacağız?”

“Hayır ama izlerimizi kapatarak gizlice ilerleyebiliriz, tabur olmasa da küçük müfrezeler olarak ilerleyebiliriz. Bir takım batıya gider, bir diğeri doğuya. Konuşabildiğimiz herkesle konuşur, gözleyip keşfedebileceğimiz her şeye bakar, sonra da geri dönüp sonuçları karşılaştırırız.”

“Riskli bir iş, burada çalışabilecek veya nöbet tutabilecek insanları dışarıya gönderelim diyorsun. Bilmediğimiz insanlara karşı tehdit altındayken hem de, hem içeride savunma hem de dışarıda keşif hareketlerinin hepsi büyük bir risk altında oluyor.”

“Hayır, asıl risk kim veya ne olduğunu bilmediğimiz bir tehlikeye karşı kendimizi buraya kapatmamız. Ertesi gün veya gece nereden, nasıl, ne kadar geleceklerini hiçbir zaman bilmeden öylece duracağız. Tabii ki önlemler alırız, savunma hatlarımızı güçlendiririz ama hiç beklemediğimiz bir yerden veya yöntemle saldırırlarsa hepsi boşa gider. Hayır, bilmemiz gerek, öğrenmemiz gerek, düşmanımızı kendimiz kadar iyi tanımamız gerek.”

Konuşma bir yarım saat daha hafif yükselen ama çoğunlukla sakin geçen bir tartışma olarak devam etti. Müfrezelerin boyutu düşürülerek birkaç kişilik ekiplere dönüştürüldü, tıpkı dışarıya yollanan toplayıcı takımlar gibi. Zaten ilelebet kendilerini dışarıya kapatacak halleri yoktu, dış gruplar ve yerleşimlerle halihazırda sürekli bir ticaret, iletişim, etkileşim içindeydiler. Mal ve kaynak toplamak için de sık sık öncü birlikler yolluyorlardı. Bunun da çok bir farkı olmayacaktı. Maddi getiriler yerine bilgi ve istihbarat getireceklerdi. E zaten diğer takımlar da eski görevleri için dışarıya çıkmayacak mıydı? Depremden hasar görmüş binalar, küçük meydana inşa edilen karakol, güçlendirilmiş tarlalar gibi bir sürü yapının işe ve malzemeye ihtiyacı vardı, içerideki her şeyi nihayet tüketmişlerdi.

Varılan bir diğer anlaşma da takım sayısının da düşürülmesiydi. Altı kişilik küçük bir takım bütün araştırmayı yürütmek zorundaydı ama hem eski işleri dolayısıyla hem de dışarıda geçirdikleri zamanın getirdiği deneyimden dolayı tam bu işe uygun insanlar seçilmişti. Bir gazeteci, bir polis memuru, iki amatör futbolcu, bir sokak serserisi, bir de Cenk vardı. Tabii bu mesleklerin hepsi geçmişte kalmıştı. Mahşerin eteklerinde herkes ya ölümün ya yaşamın kuluydu. Bu altılı ise ikisi arasında sallanıp duruyordu. Yine de hem fiziksel kuvvetleri hem de yetenekleri sayesinde dışarıda güvenli bir şekilde dolaşıp o garip güruhun ne olduğuna dair yapılacak bu araştırmayı yönetebilecek en iyi ekip onlardı.

Yanlarına sırt çantalarından başka bir şey almadılar. Sonuçta geri dönerken bir yığın dolu arabayla dönecek değillerdi. Çantalarına ve yanlarına aldıkları eşyaları kullanacaklar, yolda buldukları her şeyi de yine yanlarında taşıyabilecek bir şekilde düşüneceklerdi. Tek seferlik bir görev de değildi bu, mahallenin çevresinde veya yakınında bulunan bütün aklıselim gruplarla iletişim kuracaklar, bulabilirlerse hedeflerindeki kişilere dair izleri yakalamaya çalışacaklar, gece vakti olmadan geri döneceklerdi. Ertesi gün ise Hamidiyeli’nin çevresindeki bu yarıçapı artıra artıra işlerine devam edecekler, sonuç bulana kadar ilerleyeceklerdi. Tabii ki Kargatepe ve sahil kısımları gibi bölgelere gitme gibi bir niyetleri yoktu. Ne olursa olsun, dert yaşama derdiydi.

Bunu yapmaya karar verdikleri gün yola çıkmamışlardı. Önce bir gün beklediler, yanlarına alacakları silahları, erzakları belirlediler. Sağdan soldan buldukları zırh benzeri donanımlar varsa kuşandılar ama kendilerini ağırlaştıracak olanlara da yeltenmediler. Hızlı olmaları gerekiyordu. Doyacakları kadar değil, onları ayakta tutacak kadar yemek depoladılar. Birkaç değerli eşyayı da yanlarına aldılar ki gittikleri yerleşimlerde bunları takas edip karşılığında hem erzak hem de bilgi toplayabilsinler. Karşılaştıkları güruhun başkalarının başına da dadanmış olma ihtimalini es geçmediler. Bunlara inanan da olurdu, onlar gibi karşı çıkan da. Altı kişilik grup bu olasılıkla ikiye bölünecekti. Yerleşimlere yaklaştıklarında üç kişi topluluklara yaklaşıp iletişime geçecek, üç kişi de ne olur ne olmaz diye geride kalacaktı. Kayıp verme ihtimaline odaklanmak istemiyorlardı ama bunu görmezden de gelmiyorlardı.

Uğurlanırken herkesin yüzünde ciddi bir ifade vardı. Vatanı savunmak, bu uğurda can vermeyi kabul etmiş bir halde orduya katılan, askerliğe uğurlanan insanlar bile çok daha bir şenlik havasında gönderilirdi ama bu sefer herkesin kalbi donuktu. Uğurladıkları sevdiklerini düşündükleri, onlardan kaygı duydukları kadar kendilerini de düşünüyor, kendi başına gelebilecek olaylardan da kaygı duyuyorlardı. Afet herkesin aklıyla oynamıştı, hâla da oynamaya devam ediyordu. Kelimeler alçak seslerle söylendi, eller ellere, omuzlar omuzlara kararlı, inançlı ama soğuk bir şekilde dokundu. Nihayet altı kişilik araştırma takımı dışarı çıktığında ise kapılar kapatıldı, nöbetçiler ellerinde silahlar, yüzlerinde hissiz düşüncesiz soğuk ifadelerle heykel gibi dikildiler.

Önce güruhun geldiği yöne ilerlenecek, izler aranacaktı. Bu taraf aslında Cenk’in de o gün sahilden yukarı çıktığı bulvar kısmıydı. Sahilden çıkan bulvar bir noktada ana caddeyle buluşuyor ve meydana ilerliyordu. Buluştuğu bu kısım işte Nehirbaşı semtinin bir ucuydu. Şimdi ekibin ilk hedefi ise bu semti diğer ucuna kadar gözetlemek, bulabilirlerse insanlarla konuşmak, bulamazlarsa bir iz aramak, o da yoksa geldikleri yönden sahile doğru dönüp, çok da ilerlemeden meydanın diğer tarafını, Manolya mahallesini keşfetmekti. Bir sonuca varana kadar bu doğrultuyu takip edecekler, Hamidiyeli’nin bir diğer tarafında, biraz uzağında kalan Feriye mahallesine kadar gidecekler, hiçbir sonuç alınamazsa eve döneceklerdi.

Cenk her nedense Nehirbaşı’ndan umutluydu. Bir sürü plaza, gökdelen ve AVM’nin olduğu bir yerdi. Caddeleri genişti, evlerin bir kısmı tamamen duvarlar ve parmaklıklarla çevrili olduğundan insanlar burada belki güvende kalmışlardı. Yok öyle değilse alışveriş merkezleri gibi büyük yapılarda toplanmış olmalıydılar. Yokuşlu veya tepeli bir coğrafyaya sahip olmadığı için Hamidiyeli gibi devasa kaleler kurulduğundan şüpheliydi ama burada illa ki birileriyle karşılacak olmalıydılar. Hem kalabalık bir nüfusa sahipti. İşi matematiğe vurunca, insanların az bir bölümü bile sağ kalıp bir düzen kurmayı başarmışsa o güruhla karşılaşıp üstlerinden gelmiş olabilirlerdi. Buna inanıyor ama ondan da ötesi, biraz da bunun hayalini kurup buna bel bağlıyordu.

Ne var ki burada da, şehrin her yerinde olduğu gibi hayal kırıklığına uğradı. Zaten tüm bunlar başladığından beridir hangi umut ışığı bir yanılgı değildi ki? Mucizevi çözümler, insanların içine güneş gibi doğan günler veya ufuk çizgisinden kalkıp gelen kurtarıcılar yoktu. Sadece ufuk çizgisinde beliren bir kara küre ve onun beraberinde getirdiği bu baskın, mide bulandırıcı, karanlık bir illet vardı. Yolunda giden, yaşamını olabildiğince makul şartlarda devam ettirmesini sağlayan, içinde bir hayat ışığı zerresini ışıldar halde tutan yegane şeyleri da kendi elleriyle, kazıya kazıya, yara bere içinde inşa etmişti bu insanlar.

Beklentileri doğru çıktı Cenk’in. Evet Nehirbaşı’nda onlara benzer topluluklar ve yerleşimler vardı. Bir kısmı mahalle içlerinde birkaç düzeni evin ve konağın bir araya gelmesiyle oluşmuş küçük gruplar, dayanışma ağlarıydı. Bazıları da gerçekten plaza, AVM veya gökdelen gibi devasa binaların içine sığınan insanlardı. Tabii ki Hamidiyeli gibi başka bir yer yoktu burada. Nehirbaşılılar bahsettikleri o yabancı güruhu hiç görmemişlerdi. Araştırma ekibi buna epey şaşırmıştı çünkü bulvar tarafından gelmiş olmalıydılar. O yol da doğrudan buraya, Nehirbaşı semtine çıkıyordu. Eğer durum düşündükleri gibi değilse o zaman tam tersi geçerli olmalıydı. Yabancı güruh, Nehirbaşı’ndan bulvar tarafına geçmemişti, bulvarın aşağısından meydana doğru ilerlemişlerdi. Bu da ikinci duraklarını epey tehlikeli bir yer kılıyordu.

Burada çevreyle alakalı daha fazla bilgi edindiler, doğuya ve kuzeye doğru yayılmış başka tarafları tanıdılar, gerekli alış verişlerini yaptılar. Araştırmalarına konu olan tuhaf sürüyü buradakilere de anlattılar ve de üzerine çevrelerindeki diğer topluluklarda sıkı temaslar halinde kalmalarının epey işlerine geleceğini söylediler. Hemen ardından da vakit kaybetmeden bulvar yoluna koyuldular.

Hamidiyeliler her yeri boş bırakmayıp aydınlatmışlar ve sürekli bir işleve sahip bir halde, sürekli kullanır bir vaziyette tutmuşlardı. Burada ise durum böyle değildi. Büyük binaların içi boştu, pencereler karanlıktı. Kocaman yapıların arasında mutlak hiçlik ve sessizlik hakimdi. Bu durum Cenk’i geriyordu. Bulvarın aşağısındaki yokuş tırmanışında yaşadıkları demirden yapılmış kozmik boyutlarda bir yumruk sürekli ve sürekli karnına iniyoruşçasına kafasında yankılanıp duruyordu. Kalp atışı hızlanınca ve aldığı nefesler düzensizleşince bu sefer derin derin soluk alıp vermeye başladı. Sakinleşmeye çabalıyordu. Kontrolü kaybetmemeliydi, hele böyle bir görevde, hele böyle bir tehlikenin karşısında. Ellerini yumruk yaptı, acıyıp kızarana, yer yer kanayana kadar sıktı. Kendini öyle kasıyordu ki çenesi ve başı ağrıyatutmuştu. Henüz fark etmemişti ama titremeye başlamıştı ve yürüyüşü dengesizleşmişti. Adım atmayı bile beceremez bir hale gelmişti ve ayakları yerde sürünüyordu. Alnından boncuk boncuk ter damlaları toplanıp kaşlarına akıyor, orada birikip şakaklarından aşağıya süzülüyordu.

“İyi misin?” diye sordu ekip arkadaşı.

“İyiyim.” diye yalan söyledi Cenk, hiç kimse inanmadı. Genç adam da kaçıncı kere bu sorunun kendisine sorulduğuna ve kaçıncı kere aynı cevabı verdiğine inanamamıştı. “Hayır.” diye düzeltti. “Ama iyi olacağım. Devam.”

Arkadaşları durumu iyice anlayınca durakladılar ama Cenk yürümeye devam etti. Diğerlerinin durması onu daha da rahatsız etti.

“Ya bu korkunun üstesinden geliriz ya da bu korkunun altında kalırız. İyi değilim, hiçbirimiz iyi değiliz ama iyi olacağız. Aksi halde yaşayacaklarımız zaten bizde öyle bir hal bırakmayacak.” diye tekrar etti niyetini ve araştırma ekibi yürümeye devam etti. Sahile inmeyeceklerdi ama tepenin hemen arka kısmına, Manolya Mahallesi’ne doğru yürürken güneş tepedeki tahtına oturmaya birkaç adım daha yaklaşmıştı. Yokuşun tepe noktasında ise sahil önlerinde uzanıyordu, ve de kara kürenin bir zamanlar onları bin bir kötü niyetle izlediği o berbat körfez ve o berbat ufuk çizgisi.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Karanlık Perde

Sırık Bölüm 0 (Spooktober '24)

Kara Küre Bölüm 7: Zavallı Yaşayanlar (Spooktober '25)