Kara Küre Bölüm 19: Manolya (Spooktober '25)



Nasıl bir mahşerle karşılaşacaklarını bilemezken araştırmacılar kendilerini hiçliğin ortasında buldular. Bulvarın ardında, meydanın hemen sahile bakan yönünde kalan Manolya mahallesi ilk bakışta derli toplu, yerleşilmiş bir durumda görünürken gerçeklikte burada kimse yoktu. Eşyalar ve nesneler her yerdeydi, dağınık halde değildi, belli bir düzenleri vardı ve konumlandırılmışlardı ama onları kullanan, onların çevresinde tek bir kişi dahi yoktu. Burası bir hayalet şehirdi.

“Korkup kaçtılar mı acaba?” diye sordu futbolcu ama kimse cevap vermedi. “Gelen kalabalığı görüp kaçmış olabilirler. Ben olsam öyle yapardım.”

“Gelirlerse kaçacak mısın?” diye çıkıştı diğer futbolcu arkadaşı.

“Hayır, bizimki kadar korunaklı bir yerde yaşamasaydım, çok büyük bir kalabalık olmasaydık ve onların geldiklerini görseydim, ve de bizden çok daha fazlalarsa tabii, kaçma fikri çok cazip gelirdi.”

“Kaçsalardı geride bütün bunları bırakmazlardı.” diye araya girdi doktor, bir masanın üstünde duran küçük araç gereçleri, kabloları ve de doğaçlama yapılan silahları eliyle inceleyerek. “Kaçsalardı bir panik havası görürdün, her şey dağılırdı, yanına alabilecekleri hafif herşeyi yanlarına alırlardı. Bu daha çok… Sanki bir yere gidip bir daha geri dönmemişler gibi.”

“Nereye?” diye sordu Cenk.

“Bilmiyorum.” diye cevap verdi doktor, gergin bakışları ve sabırsız tavrıyla. “Öylesine söyledim, geri döneceklerini düşünerek bir yere gidip oradan gelememiş gibiler. Öyle olduğunu söylemiyorum, zaten herkesin aynı anda kalkıp gitmesi, geride kimseyi bırakmamaları, yanlarına pek bir şey almamaları bana çok olası gözükmüyor.” dedikten sonra masadaki eşyaları, özellikle de silahları elleriyle yeniden inceledi şaşkın gözlerle. “Baksana şunlara, neden öylece bırakasın bunları?”

“Belki ellerinde yeterince vardır.” diye cevap verdi Cenk ama o da çok ikna olmuş gibi görünmüyordu.

“Şu evlerden birine girelim, bir bakalım durum nedir, daha fazlasını öğreniriz.” diye önerdi gazeteci ve ikişer kişilik gruplar halinde evlere girdiler. Futbolcular bir eve, gazeteci ve Cenk bir eve, eski polis ve sokak serserisi başka bir eve girdi. Kapıları çalsalar da kimse cevap vermedi, bu sefer yükses seslerle seslendiler ama herhangi bir yanıt da gelmedi. Kapıları açmayı denediklerinde hiçbir zorlukla karşılaşmadılar ve anında evin içine girdiler. Cenk’in girdiği evde her şey yerli yerindeydi, öyle ki mutfak dolapları bile dolu olmasa da hâla içinde besin ürünleri barındırıyordu.

“Bunları bile geride bırakmışlar.” dedi Cenk.

“Gidip gitmediklerini hâla bilmiyoruz.” diye cevap verdi gazeteci. “Geride bırakmışlar demek şu an bir varsayım olur. Yaşam ve ölüm barındıran konularda varsayımda bulunmak da bir taraftan vazgeçmiş olur. Ne var ki ölüm hep orada, azıcık kaçabileceğimiz kadar yakın bir mesafede duruyor ve üzerine koşturduğumuz şey de yaşam kırıntılarının kendisi. Vazgeçme gibi lüksümüz yok maalesef.”

“Ne oldu o zaman? Neredeler?”

“Belki bir yere saklanmışlardır, belki kendi küçük sığınakları vardır. Fakat her şey yerli yerinde duruyor, bir dağınıklık yok, kimse telaş yapmamış. Kendi istekleriyle ayrılmışlar gibi duruyor.”

“Yiyeceklerde bir sorun yok gibi, gitmişlerse bile çok olmamış.”

“Evet, bu da doğru. Nasıl bir bilinmezin içinde olduğumuzu anlamaya çalışıyoruz. İşin vahim yanı ise bir bilinmezin peşinde koşarken daha fazlasıyla karşılaşıyoruz. Sonrakinde sırtımızda bir sürü soru olacak ve bu yükleri kaldıracak hiçbir cevabımız olmayacak diye korkuyorum.”

“O kalabalık buradan gelmiş olamaz mı? Yani buraya gelmelerinden ziyade, buradakiler kalkıp oraya gitmiş olamazlar mı?”

“Evet ama şimdi neredeler ki? Nehirbaşı tarafında yoklar, bulvarın aşağısında da yoklar, diğer türlü görürdük. Bizim orada da değiller, yoksa illa ki sesleri gelirdi. Şehir bu aralar sessiz, en ufak bir gürültü tepelerden, bina duvarlarından ve sokaklarından yankılana yankılana bize geliyor.”

“Evet” dedi Cenk. “Ne yazık ki.”

“Kargatepe’ye doğru yolun devamında onlardan birini gördüğünü söylemiştin.”

“Evet, o gün meydanda ve öncesinde caddede gördüğümüz yabancıydı.”

“Peki her tarafı örtülüyse nereden anladın aynısı olduğunu?”

“Çok iyi tanıdığın bir insanı yürüyüşünden ve vücut duruşundan bile anlarsın ya? O olduğunu? Onun gibi bir şey işte ama çok daha keskin, soğuk ve baskın bir hali.”

“Aylar önce bana böyle şeyler söyleseydin sana sövüp yanından ayrılırdım, belki yüzüne bir yumruk, tokat bir şey atıp öyle giderdim. Hayır işi olsun diye, belki kendine gelirdin. Keşke şu an biri bana şöyle sağlam bir tokat atsa da uyansam.”

“Uyansam…” diye yankılandı kelime Cenk’in kafasında yeniden.

“Evet, uyansam, keşke.” diye tekrarladı gazeteci. “Burada güvende olduklarını düşündüler muhtemelen, güvenli bir mahalleydi. İşi gücü yerinde olanlar kalıyordu, kalanlar da zaten taşkınlık çıkarmadan, mütevazı hayatlar süren insanlardı. Önlem almayı, hazırlıklı olmalı düşünememişler. Yani düşünmüşler de, yeteri kadar değil.”

“Neler olduğunu bilmiyoruz yani hâla?”

“Hayır, hadi buradan çıkalım.”

Onlar dışarı çıkmışken, diğerleri daha önce davranmış, girdikleri evleri incelemeyi bitirip daha ileri konumlara geçmişlerdi ve şimdi ortalıkta görünmüyorlardı. İki araştırmacının içinden berbat alarmlar yükseldi, çok kötü bir şekilde yakalanmış olabilirler miydi? Cenk takım arkadaşlarına seslenecek oldu ama gazeteci onu susturdu.

“Bölgede istenmeyen kişiler varsa onların dikkatini çekmeyelim boşu boşuna, hele bizimkilere bir şeyler yapmış birileri varsa.”

Silahlarını çıkardılar, fenerlerini bellerinde hazır bulundurdular. Ses çıkarmadan yavaş adımlarla aramaya koyuldular. Yabancı grubun peşinden giderek başlattıkları bu sefer, kendi takım arkadaşlarını bulmaya yönelmişti artık.

Takımın geri kalan üyelerini aramaya yönelik çabalarında önce onların girdikleri evlere baktılar. Tıpkı kendilerinin baktıkları yer gibi, burada da yiyecekler gayet iyi durumdaydı, hatta tazeliğini henüz kaybetmiş olanlar bile vardı. “Birkaç gün, var veya yok.” diye yorum yaptı arkadaşı. Durumdan endişelenen Cenk, duygularını sessizliği ve kafa hareketleriyle saklamaya çalışsa da pek başarılı olamıyordu. Yine dışarıda olduğu gibi, burada da her şey yerli yerindeydi. Gidenler geride sahip olduklarının çoğunu bırakarak gitmişlerdi. Odalarda el fenerleri, dolu çantalar ve bazı yerlerde suyla dolu bardaklar vardı. Genç adam bu bardakları acaba içmek için mi oraya koyduklarını yoksa kendisi gibi hiç yoktan sarsıntılar mı hissettiklerini merak etti. Fark etmiyordu, günün sonunda ortadan kaybolmuşlardı. “Burada bir şey yok.” diye cevap verdi takım arkadaşı, dışarı çıktılar.

Sonraki ev bir öncekinden daha farklı bir durumdaydı. Pencereler tahtalar ve kartonlarla kapatılıp örtülmüştü. Her bir odada, kapıya dönük bir şekilde siperler inşa edilmişti. Her bir siperin arkasında ise farklı bir çanta ve farklı yataklar, uyku tulumları vardı. “Burada birkaç farklı aile kalıyor olmalı” diye düşündü Cenk, burada yaşayanların diğerlerine güvenmediğini düşündü. Manolya hakkında bir fikir veriyordu bu durum. Belki de burası o kadar güvenilir bir yer değildi. Belki de sadece deprem sonrası doğan bu mahşer ortamında bu insanlar da tıpkı onun gibi akıllarını yitirmişlerdi.

İkili o evden de çıkıp teker teker diğerlerine baktılar. Detaylar ve renkler değişse de genel durum hep aynıydı. Uzun bir yoldan yorgun, çaresiz ve yılmak üzere gelen birisi buraya denk gelseydi, herhalde bunun ilahi bir müdahale olduğunu düşünüp anında evlerden birine yerleşir, rahat hissederdi. Araştırmaya gelen Hamidiyeliler de aslında eğer o güruh ile karşılaşmış olmasalar ve bu haliyle Manolya’ya gelselerdi olasılıkla bütün kullanışlı eşyaları ve besinleri buradan alır, her yeri yağmalayıp evlerine dönerlerdi. En sonunda korkmuş ve pes etmiş bir şekilde ikili baştan dışarıya çıktı. Mahalleye dönüp diğerlerine haber vermek istediler ama o noktada pek de uzak olmayan gelen mırıldanmalar, fısıltılar araştırmacıları hemen savaş haline soktu. Yere eğildiler, ayağa kalkmadan, ses çıkarmadan ilerlediler. Silahları elindeydi, gözleri bir öne bir arkaya bakıyor, kendilerine yaklaşan başka bir sürpriz olmamasını umuyorlardı.

Ağırca yaklaştılar, ses çıkmaması için bütün sınırlarını zorluyorlardı. Ses kaynağının birbirine bitişik lüks apartmanlarla çevrili bir bloğun yan tarafından geldiğini saptadılar ama saklanacak bir yer yoktu. Duvarın dibine sırtlarını dayayarak çevreyi dört bir taraftan kontrol ede ede ilerlediler. Bir yandanda elleri sürekli silahlarında, mücadele etmeye veya gerekirse kaçmaya hazır bir halde bekliyorlardı. Adım adım giderken Cenk’in kalbi güm güm atıyordu, uzun zamandır ilk kez böylesine bir tehlikeyle karşı karşıyaydı. Tabii ki caddedeki o kalabalığı görünce de aynı tehdit kendini göstermişti, ve de ardından Kargatepe barikatlarının önünde, yolun aşağısında ama şu an hiçbir şekilde yanlarında onlarla birlikte hareket edecek başka insanlar yoktu, onları koruyup kollayacak takımlar, siper alacakları barikatlar, içine sığınacakları mahalleleri yoktu. Kaynaklarından ve savunmalarından çok uzaktalardı. Eğer ki aynı tehlikeye doğru yaklaşıyorlardı, büyük bir kalabalığa doğru ilerliyorlardı. İki kişinin böyle bir şeyle başa çıkması mümkün değildi. Tabii ki bir yandan da aslında görevleri buydu. Altı kişi mahalleden çıkarken az sayıda bir insanın, dikkat çekmeden ve yavaş gitmeden araştırma yapması ve güruhun en azından bir izini bulması gerekiyordu. İz bulmayı bırak, kendilerini bulmak, yerlerini saptamak bir başarıdan da öteydi ama o başarı şu an Cenk’e hiç de iyi hissettirmiyordu. Hiç kuşkusuz hemen onun önünde ilerleyen gazeteci de pek rahat hissetmiyordu. Onun da içini dehşet kaplıyor olmalıydı. Genç adamdan on on beş yıl daha yaşlıydı ama hâla dinçti, algıları, refleksleri ve kuvveti yerindeydi. Tabii bütün bir tabur insana karşı bunun bir önemi olmayacaktı. Dehşete düşüyor olmalıydı, bütün o deneyimine rağmen.

Elini yaşlıca adamın omzuna koydu Cenk. Bir saniyelik bir tereddütün dışa vurumuydu bu, hemen ardından da vazgeçti. Bir iki saniye gergin, kaygılı ve sinirli bir şekilde bakıştıktan sonra duvarın dibinden sürdürdükleri takibi sürdürdüler. Yolun karşısında bütün bu binalar, evler, yapılar boştu. Hiçbir pencerenin ardında mahalle sakinleri yoktu. Eğer gündüz değil de gece vakti olsaydı Cenk üzerinde tekinsiz gözlerin olduğunu hissederdi ama şu an her yer aydınlıktı. Buna rağmen içinde bir rahatsızlık tabii ki vardı. İçeriye ışığın girdiğini bilmek yetmiyordu, bu yüzden Hamidiyeli’deki bütün binaları ve odaları çeşitli işlere ve görevlere ayırmışlardı. Her yerin üzerinde gözleri olsun, boşta ve denetimsiz tek bir oda bile bırakmasın istemişlerdi. Şimdi mahallenin bu kadar dışında bu bomboş bölgenin bomboş evlerinde, pencerelerin ardında duran hiçlik bile onu geriyor, her an o boşluğun içinden birilerinin ve bir şeylerinin çıkabileceğini düşünüyordu. Haklıydı da, çünkü birazdan bekledikleri kadar büyük bir kalabalıkla karşılaşacaklardı.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Karanlık Perde

Sırık Bölüm 0 (Spooktober '24)

Kara Küre Bölüm 7: Zavallı Yaşayanlar (Spooktober '25)