Kara Küre Bölüm 20: Kara Düş (Spooktober '25)



Korku içinde ilerleyen iki arkadaş nihayet köşeye varıp bir görüş yakaladıklarında seslerin biraz daha öteden, sokağın tam ortasındaki metal ve büyük site kapısından geldiğini anladılar. “Mantıklı.” diye fısıldadı gazeteci. “Eğer burada yaşıyorlarsa adeta küçük bir kale olan bu yeri benimsemeleri çok doğal. Hem doğalarına da uyuyor.” dedikten sonra çok daha yavaş ve sessiz adımlarla devam ettirdiler. Seslere yaklaştıkça şakaklarından süzülen ter damlalarının sayısı artıyordu, kalp ritimleri hızlanıyor, dizleri ve dirsekleri biraz daha çözülüyordu. Adım adım giderek duvarın sonuna geldiler, artık metal kapının önündelerdi. Ne yapacaklarına karar vermeleri gerekiyordu. Kapı kapalı olduğu için bir şey göremiyor, kimlerle karşı karşıya olduklarını doğrulayamıyorlardı. İçeriyi göz atmaları gerekti ama bunun için ya kapıyı açmaları lazımdı, ya da duvarın üstünden bakmaları gerekiyordu.

“Ne yapacağız?” diyerek bir panikle fısıldadı Cenk ama sesi gerekenden azıcık daha fazla çıkmıştı. Mutlak bir sessizlik bütün sokağın üstüne düştü. İçeride hiç kimse konuşmuyordu artık. Gazeteci ekip arkadaşı ona sinirli gözlerle bakıyordu. Bu sıkıntıdan öyle bir dönmek istiyorlardı ki daha fazla ses çıkarmayıp, belirti göstermeyip neredeyse nefes bile almıyorlardı. Gözleri korku ve kaygıdan dolmuş bir halde, ciğerleri tuttukları nefeslerden yana yana kafalarını çevrede gezindiler, hiçbir hareket hiçbir değişiklik yoktu. Bunu da sevmedi araştırmacılar. Tüm bu sessizliği ve hiçliği ise metal kapının gıcırdayarak ağır ağır açılması bozdu.

Dehşet içinde kapıdan kimin çıkacağını görmek üzere beklediler. Hareket edemiyorlardı, bir şey söyleyemiyorlardı. Korku böyle bir şeydi işte. Gerçek dehşet insanı deliler gibi titreyerek, manyaklık halinde bir oraya bir buraya savrulur halde bırakmazdı. İlk dalga kocaman bir hiçlik olurdu. İnsanın beynini dondurur, bütün hislerini, duygularını, algılarını, karar alma, harekete geçme mekanizmalarını durdurur, bastırır, uyuştururdu. Şok, gerçek anlamda şok işte buydu. Ne olacaksa bu şoktan sonra gelirdi ama bundan kurtulması da kolay değildi. Ne zaman her şeyin normal düzenine, algılanmış sıradanlığına döndüğünü düşündüğünüzde dehşetin sonraki dalgası vururdu. Tam olarak o zaman yaşardı insan deliliği, kontrolsüzlüğü, bedeni üzerinde kaybettiği hakimiyeti.

Kapı açıldı ve dışarıya çıkan her bir figürden sonra delilik biraz daha belirginleşti araştırmacıların ruhunda. Kaçmak istiyorlardı ama kaçamıyorlardı, bedenleri izin vermiyordu. Savaşmak istiyorlardı ama bu sefer de kaçma refleksi üstün geliyordu. Tutarsızlık ve ilkellik arasında sallanıp duran bu zavallı insanlar, yenmeyi bekleyen bir av gibi çaresizce oldukları yerde apaçık bir halde artık iyice kısalmış varoluşlarını sürdürüyorlardı, sonlanacağını bildikleri bir varoluşu. Beyinleri donmuştu, bedenleri bir köşeye atılmış içecek tenekesinden, kağıt parçasından farksızdı. Sessizliğin ve tekinsizliğin egemen olduğu bu sokakta, onlar da bu sessizliğin ve tekinsizliğin bir parçası oluyorlardı.

Görüşleri bulanmış, gözleri kanlanmıştı. Gözlerinin önündeki manzara titreşiyor, kararıyor, anlık netliklere kavuşup sonra yeniden belirsizleşiyordu. Sessizlik uğursuz bir uğultuya dönüşmüş ve bütün bu tekinsizlik dalgası, baştan ve baştan kulaklarına vurmaya başlamıştı. “Kaçmıştık, başarmıştık, güvendeydik.” diye düşünüyordu Cenk. Kendince hesaplar, pazarlıklar yapıyor, belki doğru cevabı bulursa buradan çıkabileceğini düşünüyordu. Berbat bir inlemeyle açılan metalik kapı gıcırdaya gıcırdaya içerideki illetleri dışarıya bırakırken, araştırmacı ekibin yanına da belli belirsiz biçimlere, çizgilere, seslere ve renklere sahip karartılar adım adım yaklaşıyor, gözlerini onların üzerine dikiyor, ellerini onlara uzatıyorlardı. Zaman gelmişti, demek son burası diye düşündü Cenk ama bu mahşerin henüz onlarla işi bitmemişti. Henüz onların bu zavallılığıyla oynayacak daha çok zamanı vardı.

Karanlık ellerden bir tanesi Cenk’in, bir diğeri de arkadaşının omzuna dokundu. Başka eller onları kollarından tutup ayağa kaldırdı, sarsıp durmaya başladı. Söyledikleri şeyler kulaklarda uğultular olarak yankılanıyor, eller bedeni sarstıkça sesler de ikilinin ruh dünyasını yerle bir ediyordu. Görüşleri karardı geldi, karardı geldi. Bilinçleri, uyku diyarının kıyıları, ötesindeki engin hiçlik denizi ve bilinç üstü arasında mekik dokudu. O kan o damardan o kadar hızlı pompalanıyordu ki o gece başlayan depremin hiç bitmediğini, günler ve gecelerdir azgın bir şekilde devam ettiğini düşündüler ve en nihayetin de bilinç de hiçlik ve dehşete karşı verdiği mücadeleyi kaybetti, iki kişi karanlığa teslim oldu.

Uyku diyarı Cenk’e merhametli davranmadı. Sahildeki kıyıma, bulvardaki koşuşturmaya, Kargatepe’nin dehşetine, tünellerin olasılıksızlığına ve mahşerin bütün yıkımına baştan ve baştan tanık olup durdu. Arkadaşlarının sesini takip ede ede Hamidiyeli’nin yokuşlarını çıktı, meydanın her tarafına baktı, Manolya’yı sokak sokak kontrol ederek aştı, yukarı tırmandığı bulvarı bu sefer ters yönden indi, peşindeki karartıları atlata atlata, her beş on dakikada bir kendisini silkelemeye çalışan toprağın sarsıntıları karşısında her defasına ayağa kalka kalka sürdürdü arayışını. En nihayetinde depreme ilk yakalandığı yere döndü, o dar sokağa. Kalabalığın arasında boğularak, nefes darlığı çekerek, sıkışarak ilerledi ve o kuvvet, o ısrarla o insan kütlesinin içinden fırladığında kendisini kıyıda, betondan platformun üstünde, engin körfezle karşı karşıya buldu.

“Hayır.” dedi. “Burası çökecek, burada olamam.”

Kan içinde kalmış ellerini betondan çekti, yara bere içindeki dizlerini tuttu ve ayağa kalktı. İnsan kütlesini aşmıştı aşmasına ama sonu gelmez, karanlık, yoğun bir su kütlesine varmıştı. Cenk’in gözlerini kendisine kilitleyen bu deniz, insanı derin transa sokan bir hokkabaz, bir büyücüydü. Baktıkça baktı oraya, baktıkça düşünceleri, duyguları, algıları ve rüyaları bir bir silind. Kafası içi boş bir kabuğa dönüşmüştü. Bir sonsuzluk boyunca oraya baktı, sonsuzluğun sonunu ise bu düşgezerin ayaklarının hemen altından gelen çatırtılar getirdi.

Bütün ruhu, aklı, varlığı anında yeniden uyku diyarında gezen bedenine döndü ve bakışları nihayet aşağıya, üstünde durduğu beton zemine kaydı. Bir çatırtı daha geldi. Bu ses her patladığında, Cenk’in kulağının dibinde ve midesinin içinde devasa davullar ve gonglar çalınıyordu. Kemikleri ve tendonları titreşiyor, çatırdıyor, genç adama muazzam ızdıraplar yaşatıyordu ama vücudu adrenalinle doluydu. Acılarının tamamını hissediyor, tamamını biliyor ama bunu sadece bir bilgi olarak geçiyordu beyninde. Çatırdamalar arttı, yaklaştı. Deliğinden çıkan bir örümcek, bir yılan gibi adım adım yukarıya tırmandı. İlk önce tam Cenk’in ayaklarının altından fırladı ilk çatlak, ardından açlıktan yaşadığı çaresizlikle yüzeyde her şeyi ve herkesi tüketmek üzere fırlayan bir böcek sürüsü gibi platformun her tarafından fırladı.

Ayaklarını nereye atsa farklı bir çatlak peydah oluyordu. Sağa sola savruluyor ama her yeri bir ağ gibi saran bu çatlaklardan bir türlü kurtulamıyordu. O kadar hareketliydi ki yer sallanıyor mu sallanmıyor mu kestiremiyordu. Diğer yandan bu platform kesinlikle yıkılmak, çökmek üzereydi ve dengesizliğinin, sarsıntılarının sebebi gayet bu durum olabilirdi. Kaçarak içeri girmesi gerekiyordu ama kıyının etrafından dolanıp iç kesimle sınırı çizen sahil yolu, şu an arasından ancak çıkabildiği o kalabalıkla doluydu. O taraftan da kurtulamayacağını anladığında tek yapabildiği çatlaklardan kaçmak oldu fakat dengesini kaybedince de yere kapaklandı. Buna rağmen kaçışını sürdürdü, yerde sürüne sürüne çatlaklardan uzaklaştı. Yanlış yöne gidiyordu ama bir şekilde bu tuzaktan kurtulması gerekirdi. Yüzü içeriye, insanlara, yola ve çatlaklara dönük bir halde elleri ve ayaklarıyla kendini geri ite ite kaçtı, uzaklaştı fakat bu şekilde de kıyının kıyısına, denizin hemen dibine varmıştı. Bir hamle daha yapsa körfezi boylayacaktı. Çatlamalar durdu, Cenk ayağa kalktı. Hızlı ve derin nefesler alıyordu, arkasını döndü ve ufuk çizgisinde yükselen yine o berbat göz ile göz göze geldi, hemen orada, denizin bittiği yerde uzay kadar kara, uzay kadar sonsuz, uzay kadar boş ve uzay kadar dehşet verici bir küre, çizginin üstünde süzülüyor, bütün art niyeti, açlığı ve acımasız bir tarafsızlığıyla ona bakıyordu.

Hemen yere çöktü ve gözlerini aşağıya çevirdi. Kara küreyle göz göze gelmeyecek, onun bakışlarına maruz kalmayacaktı. Düş dünyayı büküp çarpıttığı kadar kendi iç dünyasını da çarpıtamayacaktı. Ne olursa olsun başını kaldırmıyor, gözleri dola dola aşağıya bakıyordu ama şu an da körfezin koyu, soğuk, merhametsiz sularına bakıyordu. Arkasını dönerse o muazzam kalabalık orada olacaktı, oraya varmak için de çatlakları geçecekti. Kalabalığı aşsa yokuşları çıkması lazımdı ve oradan da kurtulması ancak çevresini saran eski ve karanlıkla dolu binaların içini doldurmuş karartılardan kaçınmasıyla mümkündü. Burada vazgeçebilirdi, bunu tekrar düşündü. Sadece teslim olabilirdi ama olmadı. Burada teslim olsa, ileride daha beter olacaktı, bunu çok iyi biliyordu.

Çaresizdi, aynı şeyleri baştan yaşamak istemiyor ama buradaki kaderin de kurbanı olmak istemiyordu. Kapan kapanmış, olduğu gibi kuşatılmış ve düşman çemberi hareket edemeyeceği kadar daralmıştı. Gözleri doldu, gözyaşları önce yanaklarından süzüldü, sonra da dudakları ve çenesinden damla damla aşağıdaki soğuk, berbat sulara karıştı. Gözyaşları denize döküldükçe yüzeyde de çeşitli şekilde, olmadık biçimler oluştu. Bu çizgiler ve tonlar belirdikçe Cenk hem çok özlediği hem de hiç görmek istemediği yüzleri gördü. Kaybettiği arkadaşlarına aitti şimdi bu yüzeydeki simalar. Simalar somut yüzlere dönüştü, yüzler bedenlere sahip oldu. Genç adam denizin üzerine çökmüş ağlarken denizin içinden de karartılar halinde eller ve kollar ona uzanmaya başlamıştı.

Bırakacaktı Cenk, çok az kalmıştı. Aklından iki kelime daha geçirse kendini oraya bırakacaktı ama ani bir kararla, beklenmedik bir güdünün canlanmasıyla vücudunu geriye attı, çatlakların üzerine düştü. Yere kapaklanır kapaklanmaz çatlaklar büyüdü, hareketlendi. Yeryüzü baştan kendini silkeledi, bu esnada Cenk’in tam karşısında ise eski arkadaşlarının biçimsiz ve renksiz bedenleri çatlayıp parçalanan betonlara tutunup yukarı çıkıyordu. Ayağa kalktı zavallı adam, ayağa kalkıp koşmaya başladı. Nereye koştuğunu bilmiyordu, sadece koşuyordu. Bağırarak koşuyordu, ağlayarak koşuyordu. Çaresizce, sonuçsuzca, niyetsizce isyan ediyor, isyanı bir yere ulaşamayınca, onu kurtaramayınca yeniden isyan edip çığırıyordu.

Kalabalığı aşamayacağını düşünüp yolun kenarından kıyı boyunca koşturdu. Arkasından tanıdığı, tanıdığını düşündüğü simalar kovalıyordu onu, onlar koşturdukça ayaklarını bastıkları beton zeminde parçalanıp körfezin bir parçası oluyordu. Cenk bütün varlığını bu sağkalım mücadelesine koyarak koşturuyordu ama yorulmuştu, bacakları tutmuyordu, dengede duramıyordu. Çatlaklara ve engellere, gittikçe yoldan uzaklaşıp körfeze yaklaşan insanlara çarptıkça sendeliyor, düşüyor, sonra yeniden ayağa kalkıp yeniden koşuyordu ama yetmiyordu. En nihayetinde arkadaşları ona yetişti, ayağından yakaladılar. İğrenç, ıslak, soğuk ve berbat eller onu tutup denize doğru çekiyorlardı, kimse yardım etmiyordu, tutunabileceği hiçbir yer de yoktu. Kıyı tamamen çöktüğünde Cenk de körfezin dondurucu, boğuk ve koyu sularına karıştı. İnsanımsı biçime sahip insan olmayan eller onu çektikçe körfezin derinliklerine gömüldü. En sonunda ise o eller boynuna, yüzüne ve başına geldiğinde zaten her şey bitmişti.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Karanlık Perde

Sırık Bölüm 0 (Spooktober '24)

Kara Küre Bölüm 7: Zavallı Yaşayanlar (Spooktober '25)