Kara Küre Bölüm 21: Anlaşma (Spooktober '25)



Eller ve parmaklar yüzünde gezerken gözlerini zar zor açtı. Karnının hemen üzerinden başlayıp bütün vücuduna soğuk, ekşi bir zehir olarak yayılan alarm verici bir his, onu bütün gücüyle ayağa kalkıp direnmeye zorluyordu ama üzerine çöken kozmik bir ağırlık, ne bedeninin ne zihninin ayağa kalkmasına izin vermiyordu. Kalbi yeni uyanmasına rağmen öyle hızlı ve güçlü atıyordu ki öleceğini sandı fakat ölmesine de bir türlü izin verilmiyordu. Ne bu mahşeri şehir, ne de yaşamakta inat eden bedeni, ölüm diye bir kavramı bir türlü kabul etmiyordu.

Uyuşuk çenesini varolan kuvvetiyle harekete geçirdi, dilini ısırdı. Parmaklarını yokluktan azıcık ötede duran bir güçle avucuna doğru bastırdı. Acı çekip kendisine gelmesi mümkündü ama bun yapacak ne enerjisi ne de kontrolü kalmamış olabilirdi. Ona bir asırmış gibi gelen bir süre boyunca bu uyanış mücadelesini sürdürdü, uyku diyarının bütün baskınlığına, şehvetine ve arzusuna rağmen. Daha büyük bir güç onu sürüklüyordu, bitmek bilmeyen bir ısrar, asla sönmeyen bir inat. Yaşama inadı, yaşama ısrarı. Buna tutundu, zaten tutunacak başka hiçbir şeyi de yoktu. Çoğu zaman mesaisini bitirdikten sonra oradan kalkacak gücü bulamadığı bilgisayar koltuklarında kaybettiği günler bir yana, göz kapaklarını açmak için şu an ortaya koyduğu çaba insan iradesini aşan bir muazzamlıktaydı.

Gözlerini nihayet açınca karşısında gördüğü titreşen çizgilerden, bozun ruhsuz, huzursuz, soğuk tonlarından ve de herhangi bir anlam veremediği biçimlerden oluşan karartıları görünce daha da ilkel bir kuvvet uyandı içinde. Kupkuru boğazına can, ses tellerine başka dünyacıl bir ihtişam geldi. Yardım mı istiyordu yoksa karşısındakini korkutmaya mı çalışıyordu, ikisinden herhangi birinin baskın gelemediği inanılmaz bir çığlık bastı ve bunu yapar yapmaz aynı berbat eller ağzına yapıştı, sesini kesti. O anda elleri ve kolları da çıkardığı bu çığırıdan ilham aldı, kuvvet kazandı, mucizevi bir şekilde bir anda bir sığır gücüyle tepinmeye, oradan kaçmak üzere kalkmaya çalıştı fakat nafile, onu hareketsiz bir halde tutmaya kararlı eller ve kollar çok fazlaydı, çok güçlüydü ve çok inatçılardı.

Çaresizce, hiçbir şey yapamadan, herhangi bir amacı veya sonucu olmayan gözyaşlarını akıta akıta karşısındaki bu kimlikten, kişilikten yoksun karartıların onu yattığı yerde sabit ve herhangi bir tepki veremeyecek bir durumda tutuşlarını izliyordu. Ses çıkarmaya çalıştıysa da ağzını kapayan el de buna izin vermiyordu. Pes etti, hiçbir şey yapmadı, hiçbir şeye girişmedi. Öylece olduğu yerde durdu. Dışarıdan bakan bir insan öldüğünü sanabilirdi ama ölmemişti. Beyni bu durumda sadece ölü taklidi yapıyordu. İlkel insan türünün geliştirdiği fevkalade zavallı ve berbat ama aynı zamanda da çok dahiyane olan bir özellikti bu.

Cenk, sakin ol!” diye bir ses duydu. Doğru muydu bu? Ona bir oyun mu oynanıyordu yoksa gerçekten de karşısındaki bu varlıklar ciddi miydi? “SAKİN OL!” diye bağırdı bu ses şimdi, bütün ciddiyetiyle. “Sakin ol” diye baştan uyardı başka bir ses, sakince, tanıdık bir ses. Takım arkadaşlarına aitti bu sesler, anlam veremiyordu. O esnada içeriye başka karartılar girdi. Diğerleriyle kim bilir neyin konuşmasını yapan bu şeylerin çıkardığı uğultular ona tamamen deprem mahşerinin yaşattığı bütün bu kabus boyunca başına dadanan bütün diğer uğultuları hatırlattı ama saniyeler geçtikçe, uğultular kelimelere, seslere, ses tonları ve en nihayetinde sıradan cümlelere dönüştü. Bu uğultular da takım arkadaşlarına aitti, bundan belki birkaç saat önce aradıkları takım arkadaşlarına.

Bundan bir saat sonra hatırlamayacağı cümleler kuruldu, çoğunlukla birbirlerine. Arada sırada birileri Cenk’e bir şeyler söylüyordu ama bir anlamı yoktu. Sakin kalmasını, başına bir şey gelmediğini, her şeyin yolunda gittiğini söyleyen seslerdi bunlar. Ona anlatılan şeyler de zaten bu döngüde dolaşıp duruyordu. Karartılar yatakta uzanmış genç adamın etrafında dolandılar, ellerini boynuna, alnına, karnına koyarak nabzını, ateşini ve sağlık durumlarını kontrol ettiler ama çoğunlukla bir şey çıkmamıştı. Zaten bu sürede Cenk’in de bilinci iyice yerine gelmiş, sakinleşmiş ve sadece geriye kalanların onun halinden emin olmalarını beklemişti. En nihayetinde oturmasına, kalkmasına izin verdiklerinde durumu anlatmaya başladılar.

“Duyduğumuz ses Manolyalılar’ınmış. Bitişik binalarla çevrili bu siteyi sığınak olarak bellemişler ve buna göre hazırlık yapmışlar. Yine de Manolyalılar dediğime bakma, çoğu ortadan kaybolmuş. Bunu onlar daha iyi anlatırlar ama burada birkaç binden fazla kişi yaşamıyor şu an. Önlemlerini iyi almışlar, en azından bu kesim. Diğerlerinin yaşadıklarından ayrı durmuşlar ve de mahallenin geri kalanının düştüğü tuzağa, veya artık buna tuzak demek yanlış olur herhalde, her ne haltsa, ona düşmeyenler de buraya koşup sığınmış. Ben de bayağı korkmuştum ama kendime gelmem çok sürmedi fakat sen epey baygın kaldın. Berbat bir kabus görüyor gibiydin. Ne gördün?”

“Ne gördün?” cümlesi Cenk’in kafasında kırk saniyeye yakın bir sürede yankılanınca arkadaşları yine endişeli bakışlarla onu denetliyordu ama genç adam bu sarmaldan kurtulmayı başardı.

“Hiçbir şey, ara sıra oluyor böyle fakat üstesinden bir şekilde geliyorum.”

“Pek öyle görünmüyordun.”

“Hayattayım değil mi?”

“Şu an için.”

Şu an için… Cenk şu an için hayattaydı ama oradaki herkes de şu an için hayattaydı. Tek yapabildikleri verebildikleri bütün çabayı, gösterebildikleri bütün özeni gösterip yaşama şanslarını artırmaktı. Günün sonunda her bir olasılık, her bir karar şansa, kaosa, muazazam bir rastgelelikler kümesine bağlanıyordu. Henüz bunun farkında değillerdi demek.

“Durumumuz nedir?”

“Güruh buraya gelmiş. Dışarıda gördüğümüz bütün ev sakinleri oradaymış. Ne konuştuklarını bilmiyoruz, tanıklar da bu konuda hiç konuşmuyor. Biraz zorlamaya çalıştık ama sitenin sakinleri bizi uyardı. Onlar da zorlamışlar ama sonuç alamamışlar, beyhude bir uğraş yani. Tuhaf ziyaretçiler insanların çoğunu ikna etmişler, nasıl bilmiyoruz. Bir şey mi vaat ettiler, neyle tehdit ettiler, ne söylediler veya verdiler hiçbir fikrimiz yok ama konuşmalarının sonunda halkın çoğu mahalleden öylece çıkmış. Hiçbir şey söylemeden, geride kalanlar hiç yokmuş, hiç var olmamış veya en ufak bir önemleri mevcut değilmiş gibi. Kalanlar siteye gelmişler, sığınmak istemişler. Sitedekiler pek anlamamış. Gelenler de sadece yüzeysel olarak bahsetmişler. Elimizdeki her şey bu şimdilik.”

“Peki buradakiler, onların durumları ne?”

Doktor bu noktada sözü alacakken araya bir site sakini girdi ve kendisi bahsetmeye başladı. Henüz hikayelerini başkalarının anlatmasına hazır değildi, güven ilişkisi yoktu ortada.

“Güvendeyiz ama rahat değiliz. İçeriye girmeleri mümkün değil. Hiçbir binanın arasında boşluk yok, bir santim bile. Bütün pencereler metal plakalar ile kapalı ve o plakaların önüne de dolaplar, kütüphaneler, dikey hale getirilmiş ne varsa çektik. Dışarıdakiler bu yüzden bizden günlerce korktular çekindiler. Kapımıza dayandıklarında bizi dışarıya atmaya yeltenecekler sandık. Atamayacaklardı ama bunu deneyeceklerini düşündük. Halbuki sığınmaya gelmişler, diğerlerinden.”

“Güvendeyiz ama rahat değiliz dedin. Neden?”

“Güvendeyiz çünkü kırılması veya sızılması imkansız bir kalede yaşıyoruz. Rahat değiliz çünkü bu kalenin içinde çok fazla kişi yaşıyoruz. Yanlış anlamayın, o kadar sıkışık değiliz ama elimizde bol miktarda yiyecek içecek yok. Sürekli dışarı çıkmamız lazım, hep başkalarıyla ticaret yapmamız lazım ama o da her zaman mümkün olmuyor. Elimizdekileri düzenli bir şekilde ve sadece ve sadece hayatta kalmamıza yetecek seviyede kullanıyoruz. Depremde tesisatlarımız da biraz hasar gördüğünden her şeyi tamir etmeye yetecek ne zamanımız ne de imkanımız oluyor. Su yok, elektrik yok. Sürekli üşüyoruz, üşüyerek yatıyoruz, üşüyerek uyanıyoruz. Bütün bunlar yüzünden hijyenik şartlarda da yaşayamıyoruz, yani yaşıyoruz da kıt kanaat, zar zor.”

“Bizim orada epey rahatız aslında” diye araya girdi futbolculardan bir tanesi.

“Evet oradakilerle konuşursak Hamidiyeli’nde yer ayırabiliriz size ama bayağı da kalabalıksınız.”

“Belki yeni yer açarız, yine genişleriz.”

Tam doktor itiraz edecekti ki buna gerek kalmadığını gösterir gibi cevap verdi mahalleli.

“Çok cömert bir teklif, teşekkür ederiz ve sizler de medeni kişilere benziyorsunuz. En azından artık ne kadar medeniyet kalmışsa geriye ama bunu yapamayız. Size güveniyoruz ama yine de burada kalırsak, buradaki sorunları çözersek daha güvende hissederiz. Güvenmediğimizden değil, burası bizim evimiz, sığınağımız, sağ kaldığımız, yaşama tutunduğumuz, yaşama inandığımız yer.”

“Hayır hayır, onu anlıyoruz, sorun yok.”

“Peki başka bir çözüm bulsak?”

“Ne gibi?”

“Belki yanımıza yerleşmezsiniz ama sizlere yardımcı olabiliriz. Su ve elektrik sorunlarınızı çözecek kişiler ve donanımlar getirebiliriz. Orada kullandığımız yöntemleri sizlere gösterebiliriz. Dışarıya açılmaya pek gönüllü değilsiniz, öyle olsaydı mahalleyi nasıl kapatıp her yeri kullanıma açtığımızı anlatacaktık fakat pek yararı yok şu an burada. Ticaret de yapabiliriz. eksik ne varsa sağlayabiliriz, hatta bizim yerleşimimizi ve karakollarımızı bir istasyon olarak kullanıp başka topluluklara da ulaşabilirsiniz. Bir ticaret ağı kurabiliriz. Böylece herkes istediğine, ihtiyacı olan her şeye kavuşur.”

“Evet ama…” diye itiraz etti yeniden bölge sakini. “Bu şeyler etrafta dolanıp varlığımızı tehdit ederken ticaret yapmak için bile, gereksinimlerimizin, acil gereksinimlerimizin ticaretini yapmak için bile dışarıya çıkmak çok riskli.”

“Evet. Yine de bunun üzerine gidebiliriz.”

“Gideriz fakat zor olur.”

“Neden?”

“Buradan sığınağımıza ulaşmak için küçük sokaklardan geçmek gerekiyor. Denetim yok, gözetleyen yok, pusu olasılığı yüksek. Birinin başına bir şey gelse ne bir haberimiz olur, ne de haberimiz olduğunda başına ne geldiğinin, kimin veya neyin sorun çıkardığının bilgisine ulaşırız.”

“Yol boyunca karakollar kuramaz mıyız?”

“Meydandan sahile inen yollar yine geniş. Bir cadde kadar geniş değil ama gözleyebileceğimiz kadar geniş. Buna rağmen o yollar yetmiyor. Mesela kapının hemen dışından dümdüz sağ tarafa doğru yürümeye başlasanız yine o yollardan birine çıkarsınız fakat bu yürüyüş on dakikaya kadar tutabiliyor. Normalde hiçbir şey gibi gelebilir ama bu şartlarda on dakika hayatta kalacak mıyım kalamayacak mıyım diye düşünen bir insan için, haklı olarak, çok haklı olarak fazla uzun bir süre.”

“Meydandaki karakolumuzun tam çaprazında, meydanın ta öbür ucunda yer alan bir kafe var. Karakol görevi görebilir zaten birebir aynı özellikleri taşıyor. Sürekli bir gözümüz üzerinde durabilir, görüşümüzü engelleyen bir şey de yok, meydan bomboş. Oradan hem meydanı, hem diğer caddeleri hem de buraya gelen yolun girişini gözleyebiliriz.”

“Evet, evet” diye heyecanlandı yerel sakin. “Biz de çatıya insanlar koyarız. Kapıda da her zaman hazır kişiler bekletiriz, müdahale edebilecek durumda olurlar. Böylece aradaki bağlantıyı koparmamış oluruz. Ne olur ne olmaz diye burası ile sokağın sonunun tam arasındaki binalardan birini de biz bir karakola çeviririz.”

“Öyle uygun bir bina var mı?”

“Var. Eski polis binası, etrafı duvarlarla çevrili ve önünde kulübeler var. Kulübeleri siper eder, biraz da biz güçlendiririz. Camlardan zaten giremezler metal örüntüler var. Demir kapı da epey güçlü, burası gibi.”

“O zaman bu iş tamam” dedi Cenk. “Gelin, gidip bizimkilere anlatalım. Sonrasına onlar bakarlar, biz de o esnada hem araştırmamıza devam eder, hem de karşılaştığımız diğer yerleşimlere yeni kurduğumuz ticaret ağından bahsederiz.”

Altı kişi huzur içinde sığınağa doğru eve dönerken, Cenk depremden sonra mahallenin aldığı kararlardan bu yana ilk kez bu kadar güçlü, ilk kez bu kadar emin hissediyordu kendinden. Mahşere ve bu kabusa karşı direniş gösteriyorlardı, daha birkaç saat önce öleceğini, belki de daha beter bir kadere kurban gittiğini düşünen birisi için haddiden fazla büyük duygulardı bunlar.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Karanlık Perde

Sırık Bölüm 0 (Spooktober '24)

Kara Küre Bölüm 7: Zavallı Yaşayanlar (Spooktober '25)