1- Garip Köy (Spooktober '23)
Yahya Karaca adlı bir arkadaşımın daveti üzerine yola çıkmıştım. Çok acil ve azami önem taşıyan bir durum olduğunu, bu vaka için benim yardımıma ihtiyaç duyduğunu yazmıştı. Kendisi çok sık iletişim kurduğum birisi olmamasına rağmen vefa borcumun da bulunduğu yakın bir dostumdu. Yüzyüze gelmeden hiç açıklayamadığı bir konu için benden bu kadar açık ve çaresiz bir şekilde yardım istediği için hiç tereddüt etmeden hazırlıklarımı yapıp evden ayrılmıştım.
Karabolu’ya doğru yaptığım uzun yolculukta artık memleketimden bir hayli uzaklaştığım bir noktadaydım. Saatlerdir otobüste oturuyorduk ve dışarıya çıkıp temiz hava almak, azıcık yürüyüş yapmak ve bir şeyler yemek en öncelikli gerekliliğimiz durumuna gelmişti. Ne var ki en yakın mola noktasını geçeli saatler olmuş ve sonraki dinlenme tesisine de varabilmek için de yine bir o kadar gitmemiz gerekecekti. Yolculukta yalnız başımaydım, benim gibi sorunlar yaşayan başka yolcular yoktu veya benim kadar büyük bir şekilde dert etmiyorlardı. Onlar ya rahat bir şekilde yollarına devam edeceklerdi ya da acıya katlanarak dinlenme tesisini bekleyeceklerdi. Ben dur demesem durmak yoktu, şehre varana kadar bu aracın içinde rezil olacaktım. Ayağa kalkıp şoförün ve muavinin yanına gidince beni yerime geri oturtmak isteseler de kalktığım yerden dönmedim. Otobüs bir yerde duracaktı ve ben inecektim. Otobüsün yolda duramayacağını, durup indirseler de geri alamayıp yola devam etmeleri gerektiğini söylediler. Orta yolu ise Uzköy diye yakın bir yerleşimde beni indirmelerinde bulduk. Yoldan geçen başka bir otobüs beni geri alırdı, gerekirse bilet parasını yeniden verirdim.
Uzköy’e vardık ve ben durakta indim. Durakta indim diyorum ama orasının bir durak olduğunu belirten bir tabela dışında ne insanların otobüs bekleyeceği bir yer vardı, ne de bir otobüsün park edebileceği bir park alanı. Köyün ortasındaki bir yolda koca araç durmuş, ben de inmiştim. Otobüs benim durduğum noktadan da bir u çizerek geri dönmüştü. Yol bundan sonra ikiye ayrılıyor, birisi yukarıya tepelere doğru, bir diğeri de aşağıya sahile doğru gidiyordu. Otobüsün dönüp gittiği yol da yokuş yukarı uzanmıştı, yani burası biraz da çukurda kalıyordu. Yolun karşısında başka bir tabela görünmediğinden buraya gelen her aracın köye girip aynı şekilde geri çıktığını varsaymıştım. Köye tek giriş çıkış olması beni nedense biraz germişti. Durağın olduğu tam bu nokta heryerden de iyice gözlemlenebilecek bir yerdi. Bunun farkına varmak içimi hiç de rahat ettirmemişti. Ayak bastığım yere hemen bir otobüsün gelmesini ve gelir gelmez ona binip gitmeyi diledi bir yanım ama vücudumda inanılmaz bir yorgunluk vardı. Betondan yapılmış bir gülle gibi üzerime çöküyordu.
Yürümek istemiştim, böylece yürüyüşe geçip kafamdaki düşünceleri dağıtakoyuldum. Sokaklar o kadar dardı ki iki tane arabanın yan yana oradan geçmesi söz konusu değildi. Evlerin çoğu yıpranmış, eskimiş ve bakımsız kalmıştı. Bahçe duvarlarının yıkıldığı veya çatladığı noktaları balıkçı ağlarıyla kapatmışlardı. Evlerin kalanı ise terk edilmiş durumdaydı, bir sahil yerleşimi için bu olağanüstü bir durumdu çünkü mülklerin bedelleri iyice göklere çıkmıştı. İnsanlar evlerini öylece bırakıp gitmişler miydi? Kıyı şeridini doğuya doğru biraz daha takip edecek olsam iki üç katlı yazlık evlerine tatile gelen ünlülerle, siyasetçilerle, sporcularla, sanatçılarla tanışacaktım. Burası neden böyleydi? Hiçkimse evini yok olmaya bırakarak satmadan, yenilemeden, kiraya vermeden öylece gitmezdi. Sokaklarda da kimse yoktu. Altyapı o kadar eskiydi ki kanalizasyon sistemi yolların yanlarına kazılan kanallardan oluşuyordu hâla. Bu kanalların üstünü kapatmak yerine üzerlerine sadece kalın metal ızgaralar konulmuştu. Sanki köy insanı kendisinden itmek üzere var oluyordu. Kalanların ise kalmaya devam etmek için çok absürt sebepleri olmalıydı.
Yürüyerek kafamı dağıtmak istemişsem de bu pek de öyle gerçekleşmedi. Köyün içinde yaptığım küçük yolculuk içimi endişe ile doldurdu, paranoyamı besledi, beni zihnimin daha karanlık ve derin çukurlarına ittirdi. İçimde büyüyen bu rahatsızlığı dağıtıp atmak için bu sefer sahile inmeye çalıştım. Yokuş aşağıya gidiyordum, yani dönüşte geri yukarı tırmanmam gerekecekti. İstemsizce böyle düşüncelerin içine daha fazla gömülerek girmek istediğim ruh halinin tersi yönde ilerliyordum. Köyün dibine doğru alçalırken içimdeki korkuların da derinliklerine çöküyordum. Ben böyle düşünürken güneş de benim duygularımla birlikte batış faslına geçecekti. Gece burada hükmünü ilan ettiğinde hiç bu köyde kalmayı istemiyordum. Yine de sonraki otobüsün gelişine daha vardı, öyle varsaymıştım. Şehirler arası iki otobüsün birbiri ardına gelmesi pek olasılıksızdı. Buna rağmen almamam gereken bir riski almışım gibi hissediyordum. Kendimden hiç emin olmayarak yine de indim sahile.
Sahil dediğim yer on beş adımda bir ucundan bir diğerine varabileceğiniz çok küçük bir alandı. İki tarafında iki farklı balıkçı kurulmuştu, pek de çekici ve hoş yerlere de benzemiyorlardı. Restoranlardan hatta meyhanelerden çok kahvehaneyi andıran mekanlardı. Bu balıkçıların hemen yanlarından iki farklı tepe yükseliyordu ve tepelerin üstlerinde ise hem köyün gerisini hem de sahili olduğu gibi gören adeta iki tane gözlem kulesini andıran farklı yapılar vardı. Onlar da bu küçük ve tekinsiz yerleşimin geri kalanındaki binalar gibi bakımdan mahrum kalan eski, çürümüş, çirkin şeylerdi. Oradan beni gözleyen artniyetli gözler olduğuna yemin edebilirdim. Karayı denizden kesen beton set yer yer yıkılmış ve suyun derinliklerine gömülmüştü. Tepeler ise bu su kütlesini iki yandan sarmış veya kuşatma altında tutmuş gibiydi. Kuzeydeki büyük körfezin içinde bu köy de kendi küçük koyuna sahipti. Balıkçı tekneleri suyun üzerinde uzakta salınıyor gibi görünüyordu ama içlerinde kimseyi göremiyor, seçemiyordum.
Ben karanlık suların derinliklerinde bekleyen tekinsiz gizemlere bakıp dururken zaman da farkında olmadan geçip gitmiş ve güneş çoktan batmıştı. “Eyvah” dedim kendi kendime ve olduğum yerden geri döndüm. Durağa dönmeliydim, diğer otobüs gelmeden yetişmeliydim. Hızlı hızlı yokuş yukarı yürürken bir yandan ciğerlerim zorlanıyor, bir yandan damaklarım kuruyor, bir yandan da bilincimin bazı kısımları bilincimin diğer kısımlarına lanetler okuyordu. Çekinerek, kaygılanarak, korkarak bu kadar durduğum köyde zamanın akışını böylesine bir tutarsızlık ve umursamazlıkla nasıl kaçırırdım? Burada bir gece daha kalamazdım, kalmamalıydım. Köyün üzerinden süzülen bulutlar benimle dalga geçiyorlardı, onların arasından nadiren seçebildiğim yıldızlar bile yanlış bir şekilde dizilmişlerdi. Hayır, yanlıştı. Her şey yanlıştı. Bu köyde durmamalıydık. Otobüsten inmemeliydim. Daha yüzüme karşı doğrudan dikilen bir tehlike görmemiştim ama bunun en kısa sürede gerçekleşeceğini iliklerime kadar hissediyordum. Buradan kaçmalıydım.
Köyün loşluğunda kayboldukça daha fazla detay gözüme çarpıyordu. Bu binaların bir kısmı çok sade ve gösterişsiz bir şekilde yapılmış olsalar da insanların kaldığı ev değillerdi. Vaazhane veya tapınak gibi bir yapının farklı farklı parçaları, aynı binalar olarak köyün etrafına saçılmış durumdaydı. Bir kısmında insanlar ibadetlerini gerçekleştirirken, bir kısmı hijyenik gerekliliklere, bazıları da görevlilerin ihtiyaç duyduğu araçlar ve alanlar için ayrılmıştı. Biraz daha dikkat edince, bu dini yapıların insanların yaşadığı evlerden çok daha eskiye uzandığını görebildim. Hatta bütün bu köy, gizemli eski külliyenin çevresinde şekillenmiş gibiydi. Etrafa biraz daha göz atınca şüphelerim doğrulandı. Köydeki yollar bu yapıların etrafında dolaşıyor ve bu yapıların çevresine doğru açılıyordu. Bütün yerleşimin omurgası bu külliyeydi. Belki gündüz vakti buraya turistik sebepler için gelen bir ziyaretçinin hoşuna giden bir ayrıntı olabilirdi bu ama nedense benim içimde katran katmanları arasına sıkışmış kötü duyguları daha da aşağıya itti.
Ben meraklı ve korkmuş bir şekilde köydeki eski yapıları izleye izleye geri dönmeye çalışırken insanlar bu hareketlerimden ve tavırlarımdan rahatsız olmuş olacaklar ki gecenin karanlığının içinden beni izleyen gözlerin iyice arttığını hissettim. Artık sayısız tehditkâr bakış benim üzerime çevrilmişti veya belki de benim bir tehdit olduğumu düşünüp buna tepki veriyorlardı ama iki olasılık da kötü bir yazgının göstergesiydi. Kendimi “Acaba buradan hiç kaçabilecek miyim?” diye sorular sorarken bulduğumda yerimde öylece durakaldım.
Beni izleyen görünmez gözleri taraya taraya bakışlarımı çevrede gezdirirken geldiğim yönden birkaç tane gölgenin tam seçemeyeceğim kadar uzakta ama orada olduklarını anlayacak kadar da yakında olduğunu fark ettim. Demek ki sadece izlenmiyordum, takip de ediliyordum. Bİr süre ne olduklarını bilmediğim takipçilerime baktıktan sonra güçlü bir ürpertinin beni kendime getirmesiyle geri döndüm ve daha hızlı adımlarla yokuştan yukarı tırmanışa geçtim. Yanından geçtiğim sokaklara baktığımda orada da arkamdaki gibi puslu biçimler vardı. Sadece bir yönden takip etmiyorlardı, her yerdeydiler. Önümde olmadıklarını çaresizce umarak tırmanışıma devam ettim. Dönerken yol bu kadar kısa hissettirmemişti veya belki bu köyün önüme serdiği tuzaklardan birisiydi bu.
Sağ kalım güdümün ruhumu ateşe vermesiyle bir anda yürümeyi bıraktım ve koşmaya başladım. Bir yandan da çok korkuyordum, ben koşunca arkamdan takip eden yabancıları da harekete geçireceğimden kaygılanmıştım. Hem durağa çıkar çıkmaz otobüs ile buluşabilecek miydim? Bugün başka bir otobüs hiç gelecek miydi ki? Bilmiyordum ama önemli değildi. Gerekirse köyün dışına doğru koşa koşa gider, oradan da Karabolu’ya yürüyerek ulaşırdım. Yaşamak istiyordum.
Neyse ki ben durağa vardığımda otobüsün ışıklarını da karşıdan gördüm. Saatin farkında değildim ama hayatımdaki bütün talihi o an o durakta kullanmış olmalıydım. Zaten bundan sonra talihsizliklerden başka bir şey de yaşamayacaktım. Köyün yolları yıpranmış ve dar olunca otobüs de hızlıca yaklaşamıyordu. Benim aracın yanına gidip binmem de imkansıza yakındı. Manevra yapabileceği bu alana gelmesi ve buradan araca binmem gerekti. Fakat arkamı dönüp baktığımda ışığın giremediği karanlık yerlerde beni burada istemeyen köylüleri görebiliyordum hâla. Benim kalan vaktimden daha fazla sabırlarının olmasını umabildim sadece, otobüs gelince de hızlıca bindim. Sürücüye durumları anlatamadım, sadece çok acil olduğunu söyledim. Bu esnada para vermeyi de unuttuğumdan araç bir süre hareket etmeyince iyice telaş yapıp bilet meselesini şoför hatırlatana kadar hepten unuttum ama ben ödemeyi yapar yapmaz otobüs harekete geçti.
Ben iç koltuklardan birinde otururken köyün yıkık, harap evlerinden bana bakan gözleri hâla hissedebiliyordum. Köylüler sanki köyden ayrıldığımdan emin olmak istiyorlardı. Köyden çıkınca anladım ancak, şu ana kadar yaşadığım tüm sorunları ve köy hakkında kendime sorduğum tüm soruların cevabını.
Krallar Denizi’nin kıyılarını kaplayan tepelikler ve onların üstünü örten her an yürümeye başlayacak dev yaratıklarmış gibi hissettiren uzun boylu ağaçlar, bir şeyleri saklıyordu. Köyde neden o kadar yıkık ve terk edilmiş ev olduğunu, neden başka kimsenin köye gelmek istemediğini, terk edenlerin neden ayrılıp gittiğini ve köylülerin inatla neden hâla öyle bir köyde kalmayı seçtiğini saklıyordu. Altında tekinsiz bir gölgenin hüküm sürdüğü uzun boylu ağaçların arasında daha fazla göz gördüm. Bu sefer köyün ve ağaçların karanlığından uzak olduğumdan ancak görebildim bu gözlerin efendilerinin biçimlerini. O evler terk edilmiş değillerdi, o evlerden bana bakan gözlerin üzerine oturduğu bedenler de insan bedenleri değildi. Köy hiçbir zaman ölmek üzere olan terk edilmiş bir köy değildi, sadece insanlarla birlikte başka şeylerin de yerleştiği ve öyle kaldığı bir yerdi.
Yorumlar
Yorum Gönder