6 - Toplantı (Spooktober '23)

 Hepimiz üniversitede tanışmıştık. Ben psikoloji bölümünü yeni bitirmiştim. Sanat derslerinde tarih bölümünde doktorasını bitiren Ahmet Bahadır Işık ile sanat derslerinde tanışmıştık, Oksana Yelbozan ise yine aynı bölümdeki bir araştırma görevlisiydi. Fütursuzca birbirimize hakaretler yağdırdığımız batak oyunları vasıtasıyla samimi olmuştuk ve yine aynı oyunlarda geliştirmiştik artık düzenli bir şekilde yaptığımız bilimsel muhabbetlerimizi. Fakat bugün öncekiler gibi değildi. Son bir iki hafta içinde bilinmeyen bir gerilim her birimizin içinde yükselmişti. Bugün buluşurken ise artık bunu patlayacağını, bugün konuşulan meselelerin çok daha farklı olacağını biliyorduk.
Herkes suskundu. Gözler birbirine bakıyor, dudaklar titriyordu. Dillerde anlatılmak istenen hikayeler vardı ama ağızlar oynamıyordu. Bir şeyler söylemediğimiz sürece aklımıza kazınan bu görüler ve yaşantılar birer sanrı olarak kalacaktı. Cahillik bazen böylesine güzel yanılgıları doğuruyordu. Kimse bir şey söylemezse birbirimizin kötü anılarını doğrulayamayacak, belki de hafızalarımızdan silinmesini sağlayacaktık. Tabii bunun gerçekleşmeyeceğinin hepimiz farkındaydık. Ben sopsoğuk bir heykelmiş gibi oturuyordum, Oksana dizlerini huzursuzca oynatmaktan duramıyordu, Ahmet ise viskisini her defasında daha fazlasını içmeyecekmiş gibi belki yarım santim ya koyuyor ya koymuyor sonra onu bir dikişte bitirip aynı iddiayla yenisini koyuyordu. Üç bilimci rasyonal düşünceden olabildiğince uzak içeriklerin doldurduğu beyinlerimizle küçük odanın içinde zamanın ağır akışında öylece bekliyorduk. Bu böyle devam edemezdi.
“Değerli insanlar, sanırım hepimiz neden böyle bir toplantıyı düzenlemek istediğimizin gayet iyi farkındayız.” diye bozdu sessizliği Oksana. “Çok ama çok garip zamanlarda yaşıyoruz ve bundan da maalesef nasibimizi almış durumdayız. Kimse başlamak istemiyor mu?”
İster istemez itiraz ettim.
“Ne olayı? Neyi konuşmak üzere buradayız? Buradayız çünkü her hafta buraya geliyoruz. Bu küçük odaya tıkılıyor ve kendi aramızda anlamsız muhabbetler yapıyoruz. Bir hafta da böyle sessize oturalım.”
“İyi o zaman ben başlarım.” dedi Oksana. Ben huzursuzlukla ona bakarken Ahmet’in yüzünde çaresizlikten kaynaklanan bir onay vardı. Ben de teslim oldum. “Büyük babam…” diye başladı. “Büyük babam geçimini tuhaf yollardan sağlıyormuş. Yakın zamana kadar ben de bilmiyordum ama işte, başıma gelenlerden dolayı öğrenmek zorunda kaldım. Nesillerdir bu şehirde hayatımızı sürdürdüğümüzden bir sınır yerleşiminin getirdiği her türlü zorluğu ailem yaşamış. Bu zorlukların bazen çıkaranı olmuşlar, çoğu zaman da yaşayanı. Soyumuza leke süren insanlar da olduğundan maalesef böyle berbat kişilerin toplumun içinde var olduğundan da gayet haberdarız. Bu yüzden genelde çoğu duruma karşı da hazırlıklıyızdır. Bazıları bunu delilik olarak yorabilir, haklılar da. Yine de böyle bir yerde uzun süreli yaşamak isteyen bir insanın hazırlıklı olması gerekir. Küçük ama yerlisinin keskin sezgileri, sert tepkileri olmasını talep eden bir yer. Kendisinden neredeyse hiç bahsetmediğimiz büyük babam da işte bunlardan birisi, kötü olanlardan.
İşinin ne olduğuna gelirsek… O bir avcı, en azından hem avcılık yapıyor hem de insanları ava çıkarıyor. Onlara rehberlik ediyor. Hepimiz nehirlerin nasıl kaydığını biliriz. Akçaçam ile Doruklar akarsularının gittikçe açılarak sınırları nasıl kaydırdığını ve bunların arasında kalan bataklığın nasıl zaman içinde ülkere arasına sıkışan kanunsuz bir bölge olduğunu. Yönetimler buna müdahale etmiyor çünkü pek kazanç sağlayan bir yer değil. Hatta tamamen zararı var. Nöbetçiler kayboluyor, yapılar hemen çürüyor ve bölgeye sürekli dadanan delice doğa olayları var. Bazen seller, bazen hastalıklar, bazen fırtınalar… Kimse orası üzerinde hak iddia etmiyor. Bu açıdan Afrika’da çölde kalan bazı bölgelere benziyor. Hiçbir ülkenin sahiplenmediği çorak araziler. Bu bölgeler aynı zamanda kaçakların ve çaresiz insanların dertlerinden uzaklaşmak veya umutlarını başka yerlerde aramak üzere geçmeyi düşündükleri ilk yer.
Büyük babam da burada devreye giriyor. Ava çıktığı veya insanları ava getirdiği yer burası. Avlar ise yine insanlar. Buraya gelen kaçaklar, mülteciler ve hatta diğer avcılar. Korkunç bir lay ama işte aile tarihimizde var olan bir şey. Lütfen bunu başkasına açmayın, bunu sadece hikayemi bütün açılarıyla anlatmak için söylüyorum. 
Bu avların birisi büyük babamın işi bırakmasıyla sonuçlanıyor. Bunu da onun günlüğünden öğreniyorum. Müşteriyle bir gün yine bataklığa geliyorlar ama hava çok kötü, yağmur çok fena, su seviiyeleri yukarıda ve göz gözü görmüyor. Tabii bu durum bölgeye girmek isteyen birisi için ideal. Sonuçta takip edilmek veya sınırda bekleyenlere yakalanmak istemiyorlar. Avcı takımı fırtınanın içinde dolana dolana sonunda birisini görüyorlar. Bütün detaylarıyla seçemiyorlar ama peşine düşecek kadar görmüşler. Her kimse yetenekli ve sinsi birisiymiş çünkü onları iyice bataklığın iç kısımlarına çekmiş. Adam o yabancıyı en az birkaç kez vurduklarını ve karartının suya düştüğünü yazmış ama bedenini bulmaya çalıştıklarında elleri boş kalmış. Müşteriler gitmek istememiş, avlarını görmeye çok isteklilermiş, bunda başarılı da olmuşlar. 
Yağmurun çamurun rüzgarın içinde avlarını ararken bir tanesi pat diye suyun içine çekilmiş. Bunun yaşandığını birebir görmemişler ama kaybolduğu yere bakınca suda şapkasını ve eşyalarını bulmuşlar. Böyle bir şey yaşayınca iyice sinirlenmişler, avlarını tamamen bitirmek istemişler. Gözü dönmüş avcılar bataklığın içinde biraz daha ilerleyince bu sefer kızıl-karanlık bir birikinti bulmuşlar. İğrenç mi iğrenç bir koku varmış. Kaybolan müşterilerinin kıyafetleri de oradaymış. Böyle olunca ürküp geri dönmek istemişler ama bir tanesi daha anında ortadan kaybolmuş. Yine aynı şey.
 Avcı takımı av konumuna düşünce çamurun içinde zar zor adım ata ata olabildiğince hızlı bir şekilde geri dönmeye çalışmışlar. Orayı en iyi bilen yine büyük babam olduğundan herkes onu takip ediyormuş. Adam ne zaman arkaya baksa bir kişi daha eksiliyormuş. Dizleri eklemleri ağrıya ağrıya, bacak kasları yana yana koşturuyorlarmış artık. Büyük babam tam bataklıktan çıkıp aracına dönmüş bir bir bakmış geriye, çamurlu suyun içinde yükselen bir karartı var. Fırtınanın içinde kim olduğunu anlayamamış ama zaten müşterilerinin kaderinin doğasını gayet iyi anladığı için nasıl bir varlığa baktığını da iyi bellemiş. Kente dönene kadar çok zorlanmış, eve vardığında da inme geçirip yatalak kalmış.
Ailemiz genelde batıl inançları kuvvetli olan bir ailedir ama büyük babam öyle değilmiş. Buna rağmen o günden beridir şehrin geneline hakim olan hikayeler konusunda çok hassas. İşte büyük babam bundan iki hafta içinde öldü. Resimlerden gördüğüm kadarıyla hep sert yüz hatları olan birisiymiş ama öldüğünde suratına düşen dehşet bambaşkaydı. O halini görene kadar ecelinin geldiğini düşünmüştüm ama apayrı bir şeyin, yıllar öncesinden yarım kalan işi olan bir şeyin buna sebep olduğu ortada.
Ama her nedense bu lanet olasıcanın işi bitmiş değil. Nedir ne değildir bilmiyorum ama alinenin geri kalanına da musallat oldu. Önce büyük annem öldü, yüzünde aynı ifade ile. Sonra da babam. Dün kardeşim arayıp tehlikede olduğunu söyledi. Bir ‘karartı’ görüp duruyor. Bütün bunları şüphe kırıntılarıyla dinledim hep. Kanun güçlerine haber verelim, birlikte duralım, aman dikkatli ve hazırlıklı olalım dedim ama bu böyle bir şey değil. Kardeşimin yanına gidince aynı şeyi ben de gördüm. Hepimizin peşinden geliyor.”
“Neye benziyor?” diye sordum.
“Uzun boylu insanımsı bir biçimi var ama pek çok hattı çarpıtılmış oranlarda. Ancak dış çizgisini çıkarabildim, kendisini aydınlık bir ortamda göremedim. Kambur durduğunu düşünüyorsun bir süre ama öyle değil, duruşu birden değişiyor. Bazen dik duruyor ve o anlarda gerçekten çok uzun boylu olduğunu anlıyorsun. Gözleri ya yok ya da ben göremedim. Kollarınında fazladan uzuvlar var, sanki bileği ile dirseğinin arası katlanıp uzamış gibi. Görebildiğim kadarıyla ayakları da öyle ama bu durum ayak bilekleri ile sınırlı, hayvanlarda olduğu gibi. Üzerine yapışmış gibi duran bitkiler, çamur kütleleri ve dikenler var, veya bunlar dümdüz kendi biçiminin bir parçası. Hayal gücüm biraz daha gelişmiş olsaydı bu detayların onun kürkü olduğunu söylerdim.”
“İnsan ile hayvan türleri arasına oturmuş bir yaratık gibi mi?”
“Evet.” dedi Oksana, gözlerinde kabullenilmiş bir çaresizlik vardı.
“Kendisini gösterdiğinde şu güne kadar duyularına hiç girmemiş saldırgan bir koku var mıydı?”
“Evet.” dedi baştan aynı bakışlarla.
“Benim büyük babam da hep şehrin dışında yaşayan hayvanımsı insanlardan bahsedermiş. Tarihten eski bir lanetin etkisi ile insan biçimini çoktan unutmuş acımasız varlıklar. Ezelden beridir bu şehre dadanmış eski illetler… Bunlardan birisini avlamak istediğini söylermiş. Sonra bir gün bir işi olduğunu, birkaç gün içinde döneceğini söyleyip dışarı çıkmış. Kimse bir daha onu görmemiş.” diye ekledim. Benim şu an yaşadığım duygular onun günlerdir başa çıkmaya çalıştığı bela olmalıydı ama o kabullenme aşamasına geçmişti, ben ise bağıra bağıra inkâr etmek istiyordum. Ahmet beni bundan kurtarmıştı.
“OLUR MU ÖYLE ŞEY!” diye bağırdı. Benim yerime isyan etmişti ama bununla birlikte o sessizlik yine çökmüştü. Biliyorduk ki bu da bir onaylamaydı. “Bunun hesabı nedir? Bizi aynı masaya oturtan da mı bahsettiğiniz şeytan? Hadi diyelim gerçek, olasılıkların bizim bu odada bulunmamıza çıkması o kadar kuvvetli değil.”
“Senin hikayen neydi?” diye sordum.
Ahmet önce bana baktı birkaç saniye boyunca, sonra da belki bir can simidi gelir umuduyla Oksana’ya baktı ama o benden daha da katı bir ruh haline girmişti. Bunu anlayınca merhamet dilermiş gibi bana geri baktı ama durum belliydi. Gözleri yere devrildi, bardağını yarısına kadar doldurdu ve koca, acele yudumlarla dikti. Eliyle de boş bardağı çevirip çevirip durdu.
“Çok daha eskiye uzanıyor ama olayların hep kurmaca, abartı veya cahillik diye yorardım. Bir paşa ile başlıyor. Savaşlarda kıtadan çekilen birliklerin başını çeken paşalardan bu ama inat ediyor. Kazanılacak yerde kaybedilen savaşlardan bahsediyor. Her şeyindaha iyi yönetilebileceğini söylüyor. İkna edebildiği bütün askerlerle geride kalıyorlar ama haydut muamelesi görüyorlar. Barış dönemi bittiğinde yine devreye giriyor, bu sefer devlet paşadan yardım istiyor. Paşa ise tüm o zamanlar boyunca daha gaddarlaşıyor, değişiyor, yozlaşıyor. Düşman ne kadar kötü şey yaparsa bu daha kötüsünü yapıyor. Bütün şovenizmiyle yanlış kişilere denk geliyor. Bir kısmı dağların ormanların kötü üne sahip eski asilzadelerinden, durum fena. Haddini aşan güçlere bulaşıyor, baş edemiyor. Savaş bitene dek geri çekiliyorlar, Akçaçam’a gelene kadar. Orada köprüyü tutuyor ama nasibini alıyor. Anlatılana göre bir hastalık kapıyor. Asla doymuyor, asla iyileşemiyor. Adeta ölü gibi görünüyor. 
Mutlak yenilgiden sonra sadık adamlarıyla nehir boyu gidip geliyorlar. Yıllar boyunca. Öyle ki adamları ölüyor, kendisi ölmüyor. Eninde sonunda kendi başına nöbet tutuyor nehirde. Bazen köprülerde görüldüğü söylenir, hâla kaybettiği savaş alanlarına binbir kıskançlık ile bakarken.”
“Az önce bahsettiklerimizle ne alakası var bunun?”
“Anlattığınız uzun boylu garip biçimli yaratık bu asilzadelerden birisi işte. Dünya modernleşirken canlı cansız bütün soyları kırıp geçti. Bir zamanların lanetli kralları da artık derin denizlerde, çöllerde, ormanlarda, dağlarda ve bataklıklarda hüküm sürer oldu. Aralarında bir kan davası var ve her nesilde en az birkaç kişiyi ne olduğu anlaşılamaz kazalarda kaybederiz. Nedeni şimdi anlaşıldı. Daha kötüsü, paşanın kendisini de son günlerde görür gibi oldum ama paranoyadır, toplu histerinin bir parçasıdır, işimden kaynaklanan baskılardır dedim. Öyle değilmiş.”
Üçümüz de artık üstümüze çöken mutlak çaresizlikle kaldık. Sonra kapı çaldı. Başkasını beklemiyorduk.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Karanlık Perde

Sırık Bölüm 1: Sarıbolu (Spooktober '24)

Sırık Bölüm 0 (Spooktober '24)