18 - Tuncalıların Çöküşü (Spooktober '23)
Kapalı ve boğucu bir gündü. Herkes ıslak halleriyle koşa koşa evlerine dönmeye çalışıyordu. Bu telaşın arasında iki üç kimsesiz bir çözüm bulamadıkları hallerini yüklenerek umursamadan bir rota yön belirlemeden rastgele yürüyordu. Bazıları denk geldikleri mekanlara gelip insanlardan yardım isteseler de genelde pek tepki almıyorlardı. Bir tanesi yine bu mekanlardan birinde dışarıdaki yağmuru izleye izleye gergin bir şekilde bekleyen iki müşteriyle konuşmak istedi ama cevap bile alamayınca hemen bir alt masadaki bir başkasını gözüne kestirdi. Bu sefer başarılı olmuştu, ondan bir para koparamasa da müşteri ona yiyecek içecek bir şeyler ısmarlamış ve hızırdan meydana gelen bu tanışma vesilesiyle bir sohbete başlamışlardı. Onlar muhabbet ederken önceki masaya konulan iki çay ile birlikte donuk gözlü müşterilerin dikkati yine içinde var oldukları somut duruma geri döndü. Bir süre yine pek konuşmayıp çaylarından yudumlandılar, içmedikleri zamanda içine şeker atmadıkları bardakları kaşıklarla karıştıradurdular. En sonunda açık renkli dalgalı saçlara ve gri ile mavi arasında bir tona bürünen gözleri ile genç olanı anlatmaya başladı.
“Bizimkilerin soyu çok eskiye gider. Aslında imparatorluğu kuran eski göçebe boylarından biridir ama zaman içinde göç ede ede, küçüle küçüle, kayıp vere vere ancak köy ağalığına kadar inen bir hale geldiler. Bu bahsettiğim ta Tapınak günlerine gidiyor, cumhuriyetten ve savaşlardan öncesine. Tapınak toprakları kaybedilince bir süre orada kalmak konusunda diretseler de devrimden sonra yapılan anlaşma gereğince Karabolu’ya göç ettiler. Aslında önceden sahip olduklarından çok daha fazla toprak verilmişti bizlere ama insandan, topraktan veya paradon çok gururlarını kaybetmişlerdi. Zaten sert mizaçlı son derece muhafazakar ve kimlikleri ile inatlarından asla ödün vermeyen bizimkiler için bu gurur zedelenmesi herkesin iyice katılaşmasına, keskinleşmesine yol açtı. Soyumun Tapınak zamanlarında mücadele ettiği sorunlardan biri de o yıllarda hütün Kıta’ya yayılan toplu histeri oldu. Mezar hırsızlarından sorguculara, komitacılardan çetecilere kadar her türlü bela ile baş etmeyi kendilerine görev bildiler. Kendi kendilerini yönettikleri zamanlardan kalma bir alışkanlıktır bu ama işte her sorunun kaynağı da insan olmuyor. Beşeriyet dahilinden uzak olan belalara karşı nasıl savaşacaklarını da yine o memlekette iyi öğrenmişlerdi.
Biraz sonra dillendireceğim olaylar yaşanmadığı zaman soyumuzun üyeleri çok uzun ve güçlü bir yaşam sürerler. O günlerde bile yüz yaşına dayananlar vardır ve o insanlarla bir tanışmış olsanız o kuvveti ve gençliği nereden buldu dersiniz. Sıradan hayat beklentisini ikiye katlayıp hâla güreş yapabilen, ava çıkabilen ve hatta savaşlara katılabilen insanlar bunlar. Bahçe duvarı devrildiği zaman bacağım, belime kadar gelen büyük bir taş ile duvar arasında sıkışık kalmıştı, ben de yardım için bağırmıştım. Bir kırılma, çatlama olmamıştı ki bu da muhtemelen yine ailemizin kalıtsal özelliklerinden kaynaklanıyordur ama yine de bir çocuktum ve korkmuştum. Dedem geldi yardıma, koca taşı iki elinin arasına alarak kaldırdı, bir kenara attı. Tabii sonra da suratıma bir tokat çakarak beni azarladı ama bir damla bile gözyaşı dökmedim çünkü böylesine yaşlı bir adamın öyle bir kuvveti nereden bulabildiğini düşünerek şaşkınlık yaşıyordum. Biz hastalanmayız, kemiklerimiz erimez, dizlerimiz sorun çıkarmaz. Muazzam bir gücü damarlarımızda, ve de kollarımızda taşırız. Gelin görün ki seksen yaşına gelip bütün gün tarlada bir saniye bile olsa şikayet etmeksizin çalıştıktan sonra eve dönüp bir nezle yüzünden ölebiliriz.
Devrimden sonraki anlaşma ve onun ardından gelen göç ile birlikte bizimkiler de eninde sonunda Tapınak topraklarını terk etmek zorunda kaldılar. Bugün pek çok Kıta ülkesinin üzerinde hak iddia edip birbirlerine girdikleri topraklardır oralar. Göç etmeyi reddedip inatla varlığını sürdüren yüzbinlerce insanı yine bu yüzden Kıta’nın dört bir yanında görebilirsiniz. Zaten ailemizin bir kolu da yine böyle inat etti ama siyasi baskı ile zorlaşan yaşam şartları yüzünden sonradan yanımıza geldiler ama buna yine döneriz. İlk başta aile üç kol halinde Karabou’ya geldi. Demirsu’unun kuzeyine yerleşenler Yukarı Tuncalılar’ı oluşturdular, güneyine geçenler ise Aşağı Tuncalılar oldular. Büyük teyzemizin soyundan gelenlere Toklar dendi. Üç kol şehrin farklı yerlerine yerleşip yaşamlarını da farklı alanlardan sürdürmek istedi. Bunların üzerine bir de Kırınçlar var, onlar anlaşmanın şartlarından yararlanamayıp sonradan geldiler. Bu bahsettiğim bütün kollar birbirinden farklı aileler gibi işlerler ama bir soy, bir boy olarak savaşa girmesini de iyi bilirler. Ailenin geçmişini ve kimliğini belirleyen birkaç konu var. Bir tanesi otorite, muhafazakarlık, kimlik kaygısı, bir diğeri ise imparatorluğun kuruluşundan sonra Kıta’ya geçişle beraber yaşanan bütün o sorunlar, belalar.
Önce toklardan başlayalım. Tuncalılar ve bütün diğer kolların evlerini inşa eden ve emlak işlerini yürüten onlar. Şehrin kuzeyinde ve güneyinde yeni yapılmış binaların yarısı onların elinden çıkmıştır. Bu biraz da Büyük Yangın’dan kaynaklanıyor çünkü şehri yeniden inşa etmek için resmen bir seferberlik başlattılar. Bununla ilgilenirken maddi olarak çökebilirlerdi de ama tam tersi yaşandı. Çok zenginler ve varlıklarını gösterme konusunda biraz olsun çekinmezler. Yine de ailenin şehir üzerindeki nüfuzunun çoğunluğunu onlar sağlar. Gelen her bir yönetimle iyi anlaşırlar, herkesi tanırlar. Hiçbir zaman çok kalabalık olmadılar ama oldukları kadarı da hep yeterli geldi. Ülke dışında da bağlantıları var, oralarda da iş yaptıklarından erimleri bir hayli gider. Aslında onlarla çok samimi bağlar kuramasak da hem onlar bizim işimizi görür hem de biz onların. Nasıl desem, anlayamadıkları veya üstesinden gelemedikleri garip bir sıkıntı ile karşılaştıklarında yine ailenin geri kalanı devreye girer. Böylece arada bir güç dengesini de sağlamış oluruz. Toprakların çoğu yine bize ait olduğundan girdikleri her işten az çok biz de bir pay alırız. Karabolu içindeki adeta farklı bir devletçik gibi işleriz ama bu devletin kendisiyle olan bağlarımızın bozuk olması demek değildir, tam aksine o bağlar da çok güçlüdür ama bu konuya sonradan döneceğiz.
Kırınçlar, dediğim gibi şehre sonradan gelenler. Onlar hakkında çok bir şey bilmiyoruz, kimler var kimler yok çok da tanımıyoruz ve sevgi bağlarımızın sağlam olduğu da söylenemez. Dört farklı kol arasında en uzak olduklarımız onlar. Şüpheli işlere girerler, ne yaptıklarını kimse tam olarak bilmez. Onlardan uzak durururuz çünkü tehlikeliler, insanın kendisine çizebileceği sınırlar onlar için mevcut değildir. İçinden geçtikleri şartlardan kaynaklanıyor olsa gerek. Sanırım sağ kalmak için ne gerekirse yapmışlar ve yapmaya da devam ediyorlar. Tüm bunlara rağmen yine bir sorun veya tehlike yaşadığımızda yardımımıza gelirler, birlik olurlar. Onların böyle bir şey yaşadığını ise hiç görmedik, en azından belli etmediler. Ailemiz ne kadar dışarıya kapalıysa onlar içimizde de en kapalı olanlardır. Şunu da belirtmem gerekiyor, birileri başımıza dadandığında, saldırıya uğradığımızda veya bir illet ile uğraştığımızda en hızlı çözüm yine onlardan çıkar. Kimse de sorgulamaz, sorgulamaya cüret etmez. Buna rağmen yine büyük nenemizin, ailenin başı olarak gördüğümüz ulu ihtiyarın, sözünü dinlerler, başkaldırmazlar. Kendilerince uyguladıkları bir töre olsa gerek yine bu, ama neyi yasa olarak görüyorlar en ufak bir fikrimiz yok.
Aşağı ve Yukarı Tuncalılar’ın birbirlerinden çok bir farkı yok. Kuzeye taşınanlar daha çok hayvancılık yaparken aşağıdakiler ise çiftçilik ve ticaret ile yaşamını sürdürdü. Yukarılılar son zamanlarda hayvancılığın iyice zorlaştığını, sürüleri hayatta tutmakta çok zorlandıklarını söylüyorlar. Birileri veya bir şeyler hayvanlara saldırıp duruyormuş ve bir türlü bu suçluların kim olduğunu bulamıyoruz. Tabii bazı fikirlerimiz yok değil. Bulabildiğimiz hayvan kalıntıları saldırganların bu işi bir hassasiyetle yürüttüğünü düşündürtmüyor. Sanki yırtıcı hayvanlar saldırıyor gibi ama onları uzakta tutmak için taştan kalın ve uzun duvarlar ördük. Bu sefer de çiftlik kapılarındaki zincirleri kırmışlar, bunu bir yırtıcı hayvan nasıl akıl edebilir, nasıl yapar bilmiyorum. Eğer çevrede on binlerce hayvanın rahatça dolaşabildiği bir doğal yaşam yoksa o kadar hayvanın her bir parçasını yiyebilecek kadar ihtiyaç duran nasıl bir yırtıcı sürü var onu da bilmiyorum. Siz de bu noktada benimle aynı sonuçlara varıyorsunuzdur diye düşünüyorum. Biz Aşağı Tuncalılar’a ise bambaşka bir düşman dadanmış durumda. Topraklarımızdaki ürünler bilinmeyen bir hastalıktan dolayı kırılıp kaldığı için tarlalarımızı satıp binalar yaptırma niyetindeyiz. Babam, Armağan Hoca üniversiteden tanıdığı herkese gösterse de bu hastalığın ne olduğu da bir türlü anlaşılamadı. Sanırım bu noktada fen bilimlerini bir yana koyup Tapınak zamanlarından kalan deneyimlerimize, sezgilerimize güvenmek gerekecek. Çok çirkin bir durum.
Size ailemizdeki yaşam beklentisinin uzun olduğunu anlatmıştım ama bu ayrıntı sadece başımıza bir şey gelmediği sürece böyle ve sizi temin ederim, başımıza sürekli bir şeyler gelip duruyor. Nene Tuncalı olarak bildiğimiz, dedelerimin de annesi olan o bilge insan başımızda durmasaydı muhtemelen şu an çok yaşamıyor olurduk çünkü daha da içimize kapanıp elimizi ayağımızı işlerden çeken, herkese resmen bir savaşta olduğumuzu söyleyen o. Şöyle ki dedemin en büyük ikinci kardeşi bir gün tarlada bütün gün ağır iş yaptıktan sonra sağlıklı bir şekilde eve dönüyor ama saatler sonra üşütüp hastalanıyor ve öylece ölüyor. Dedelerin eşleri ve en büyük halam ise havanın açık ve sıcak olduğu bir gün yine tarlada çalışırken birden sağanak yağmur bastırıyor ama bizimkiler çalışmaya devam ediyorlar. Onlar çalışma konusunda inat edince yıldırımlar düşmeye başlıyor, tarlaya, herhangi bir yüksekliğin, kulenin, direğin olmadığı dümdüz bir hiçliğin üzerine bir sürü yıldırım düşüyor. Bütün tarlanın ortasında tek bir ağa var, sadece bir tane. Bizimkiler de cahilliklerinden kaynaklı olsa gerek, ağacın altına sığınıyorlar. Ağaç o noktaya kadar bir tane yıldırım yememişken bir tanesi kadınlar ancak oraya geçince düşüyor, tam üzerlerine. Hepsi ölüyor, dedelerin bütün eşleri ve en büyük halam. Hiçbir dedem o günden beridir bir daha evlenmedi ve ailemizin, Aşağı Tuncalılar’ın soyu da o gün büyük bir darbe yedi. O güne kadar hangi çocuklar doğmuşsa varlığımıza öyle devam ettik, bir daha tam anlamıyla eskisi gibi kendimize gelemedik.
Tabii yine o mücadeleci, ilkel ruh bütün varlığıyla sürüyor. Kara Hasan adlı büyük amcamdan veya Hacı Dede diye anılan, çatık kaşlarının bütün bilinçler üzerine bütün ağırlığı ve keskinliği ile çöken gaddar insandan veya kendi atamdan, Dede Tuncalı’dan bahsetmedim ama sanırım doğamızı ve tam olarak ne yaptığımızı az çok anladınız.
Babam bu son yaşanan hayvan ve tarla olaylarından sonra üniversitesinden emekli olup ailesinin yanına döndü. Önceleri çok tanınılan veya sözü geçen bir insan olmasa da şimdi herkes kendisini iyi biliyor ve söylediklerini dinliyor. Sorunları çözme konusunda üstüne yoktur, en azından işin teorik yönünü köküne kadar araştırır, bilir. Neyi kastettiğimi yine anlamışsınızdır. Ben de Körfezkent’ten bu yüzden geldim. Babamın yanında durup ailemizin karşılaştığı bütün bu belaları çözme niyetindeyim. Şehre son zamanlarda her ne veya neler musallat oluyorlarsa bize de bulaşıyorlar, demek ki cahilliğin insanı insandan başkalığı yok. Ailem çok dert olmuştur bana ama onları seviyorum. Peki şimdi sıra sizde, sizce iyi bir müttefik olabilir miyiz Cem Bey?”
“Kesinlikle.” diye cevap verdi Cem Uslam.
Yorumlar
Yorum Gönder