22 - Sessiz Nöbet (Spooktober '23)
“Şu an onu bodrum katına taşıdık. Böylece hem istenmeyen gözleri üzerimize çekmeyeceğiz, hem de onun için daha güvenli bir ortam oluşturacağız. Verdiğimiz morfin sayesinde kimseye zarar vermedi ama kimyasallarla ancak bir yere kadar gidebiliriz. Eğer çok çaresiz bir durumun içinde kalırsak tabii ki onu yine ilaçlarla sakinleştirme seçeneğimizi kullanırız ama bundan kaçınabildiğimiz kadar kaçınmamız gerek. Ayrıca ilaçların kesinlikle etki göstereceğini düşünmek de yanlış. Vücudu bizim beklediğimizden daha büyük bir değişim geçirmiş olabilir. Sessizliği ve sakinliği de bizi yanıltmak için kurduğu düzenin bir parçası olma ihtimali de yüksek. Ağzından çıkan hiçbir söze güvenemeyiz, gösterdiği hiçbir iyileşmeye sağlıklı diye bakamayız. Varoluştaki en sinsi ve tehlikeli ama aynı zamanda da en yabancı varlıklardan biriyle karşı karşıya olduğumuzu bilmemiz gerek.” diyerek bitirdi sözlerini Doktor ve onunla birlikte üç kişi birden aşağıya indiler.
Dik ve dar merdivenlerin indiği bodrum katı kullanılmayan masaların, dolapların, koltukların üzeri örtülerek depolandığı, bir kenara kazan dairesinin ayrıldığı küf ve toz kokan küçük, basık bir yerdi. Hasta tüm bu karmaşanın ortasında bir sandalyeye bağlanmış bir şekilde oturtulmuştu, üzerine de ışık geçirmeyen kalınca bir örtü konulmuştu. Yukarıdakiler bodruma indikleri gibi ürktüler çünkü çok alçak ama kesinlikle kulaklara ulaşabilen bir fısıltı havada asılıydı. Oradaki her bir öznenin kulağına bambaşka kaygılar, korkular, pişmanlıklar ve ayartılar fısıldanıyor, her birinin oradan kaçmak için kendini verebileceği ilk sebepler hayvanların önüne konan yemler gibi apaçık gösteriliyordu. Bodrumun tavanından sarkan mütevazı küçük ışık, ancak çevresini aydınlatıyor, etraftaki eşyaların dış çizgisini çıkarıp duvarlardaki karanlığı aşamıyordu. Lamba bir yerden çıkan esinti yüzünden yavaş yavaş ama kesin bir şekilde sallanıp sandalyeye bağlı hastanın gölgesini yere vuruyor ve bu gölge de sonraki kurbanına ulaşmak istercesine kollarını sağa sola uzatıyordu.
“Gördünüz mü?” diye sordu Doktor. “Hatta duyuyorsunuz bile ve şu ana kadar da gereğinden fazlasını duydunuz. Burada her daim iki kişi ve sadece iki kişi bekleyecek. Daha azı güvenli olmaz, daha fazlası ise daha fazla insanı tehlikeye atmaya değmez. Kimse hastayla konuşmayacak, kimse tepki vermeyecek. Duygularınıza ve hareketlerinize hakim olacaksınız yoksa yaşamınızdan da daha önemli şeyleri kaybedersiniz. Önce ben ve Memur Bey kalacağız burada. Sonra da sırayla seçe seçe aşağı ineceğiz her birimiz sırası gelince. İsmail Hoca gelene kadar böyle devam edeceğiz. Şanslıysak geceyi atlatırız.”
Doktor’un sözlerinden sonra Çavuş aşağıya indi, geri kalanlar da yukarı çıktı. Sıranın en gerisinde olan Armağan Hoca, üniversitede gördüğü onca şeye ve ailesiyle birlikte tanık olduğu o kadar vakaya rağmen en arkada kaldığı için gerilmişti. Çıktığı her bir basamağı bir diğerinden daha hızlı tırmanıyordu ve kalbi de salona gidene kadar güm güm atmıştı. En sonunda bodrum kapısını arkasından kapattı ve derin bir nefes aldı.
Salonda şimdi altı kişi bekliyordu. Doktor ile birlikte gelen Cem Bey yemek masasının yanında bir sandalye çekip oturmuştu. Onun hemen yanına ise uzun boylu esmer iri yarı bir adam yerleşmişti, belinde bir kırbaç, bir de tabanca duruyordu. Beril Hanım betondan yüzüyle salonun baş köşesindeki tekli koltuğuna çekilmiş, bir bacağını bir diğerinin üzerine atmış bir halde bekliyordu. Takım elbisesi ve şapkası ile devlet görevlisi olduğu her yanından anlaşılan bir beyefendi üçlü koltuğun bir köşesine çekilmiş, defterine notlar alıyordu. Armağan Hoca da kendisiyle birlikte gelen oğlu Kayra’nın yanına ikili koltuğa geçip oturdu. Onun oturmasıyla mutlak bir sessizlik çöktü odaya. Öylece beklediler.
Beril Hanım, evine gelen insanların çocuğunu kurtarmasını bekleyerek oturuyordu. Kızıldan açığa kaçan dalgalı kıvırcık saçlarını arkada toplamıştı, öfke ile üzüntüyle dolan gözleri ve onun üzerinde çatık ve keskin bir şekilde duran kaşları sebebiyle yüzü ateş almış gibi görünüyordu. Elinden hiçbir şey gelmiyordu ama yapacağını da zaten yapmıştı. Üniversiteden tatil için eve gelmiş zavallı çocuğunu kurtarabilecek bütün tanıdıklarla iletişime geçmişti, bunun için ona borçlu kalan herkese ulaşmıştı. Demek ki hayatı boyunca toplamaya çalıştığı nüfuz ve sergilediği sert mizaç bugün içinde. Sonraki günlerde her şeye sıfırdan başlasa yine yeterliydi ama belayı bir atlatmaları gerekecekti. İnsanların çıkaracağı her türlü sorunla ilgilenilirdi ama insandan başka şeyler… Onlar apayrı bir hastalıktı.
Tek başına üçlü koltuğun bir köşesine çekilen devlet görevlisinin keskin, dar ve çekik gözleri vardı. Bakışları deliciydi, duruşu dik ve özgüvenliydi. Böyle bir durumda bile kendisine hakim olabilmesi çok sıra dışıydı. Ancak hayatı boyunca böyle olaylarda görev alan birisi böylesine bir soğukkanlılık sergileyebilirdi. Tüm bunları inkâr edebilmek olanaksızdı, ancak delirip gerçekliği görmezden gelebilen birisi yaşamın sıradan şartlarına sığınırdı. Görevlinin tabii ki başka amaçları olması da çok muhtemeldi. Belki de tüm bu süreç boyunca diğerlerinin aklına gelmeyecek çok farklı çıkarları vardı. Yine de Doktor ve Çavuş bu yabancının varlığı yüzünden çok rahatsız olmuş gibi görünmüyordu. Hatta biraz da rahatlamış gibilerdi, demek ki bir şekilde içinde bulunduğumuz duruma yardımcı oluyordu.
Sessizlik aşağıdan gelen bir çığlık ile bozuldu. Herkes gözünü bodrum katın kapısına dikti ama hiçbir şey söylemeden bekledi. Bembeyaz bir perdeye inen bir bıçak gibi içimizi parçalayan bu çığlıktan sonra yine bir anlığına sessizlik çöktü, ardından da hiçlikten doğan o aynı tekinsiz fısıltı herkesin kulaklarına doğru esmeye başladı. Salondaki her bir insanın gözü odanın duvarlarında, tablolarında, köşelerinde dolaştı. Sanki gerçekten de konuşan birilerini aramaya çalışıyorlardı. Beril Hanım’ın gözlerindeki hüzün ve öfke daha da büyüdü, yumruklarını elleri morarıncaya kadar sıktı. Ayağa kalkıp bodruma inmek istediği her halinden belli oluyordu ama kendine iyi hakim oluyordu. Çenesi ileri atılmıştı ve yanlara doğru gidip geliyordu, dişleri birbirine geçmek üzereydi. Devlet görevlisi ise meraklı ve şaşırmış gözlerle etrafı süzdü, sonra hızlı hızlı notlar aldı defterine. Armağan Hoca o tekinsiz varlığın devlet görevlisine neler fısıldamış olabileceğini çok merak etti. Kendi kulağına gelen kötü niyetli sözlerle boğuşmanın yolunu yıllar yıllar önce bulmuştu, bu onun için sorun değildi. Oğlu diğer yandan, bu konuda biraz daha zorlanıyordu. Hoca oğlunun omzuna elini koyup sıktı, Kayra Bey de böylece kendine geldi. O da deneyimliydi tabii ama şu an karşılaştıkları varlık diğerleri arasında bile çok özel ve tehlikeliydi.
Cem Bey’in beyninde de yabancı sözler dönüp duruyordu ama o zihnin bir sahibi daha vardı. İçerideki ve dışarıdaki varlık birbirleri ile karşılaşınca göz göze gelen iki yırtıcı hayvanın tıslaması, kükremesine benzer bir çığlık attılar. Cem Bey biraz başı ağrımış gibi bir eliyle alnını ovdu ve bir bardak daha su içti. Fısıltılar ise onun için yok oldu.
Odaya ne zaman yine sessizlik çöktü, kimse tam olarak anlayamadı. Belki de hepsi için yabancı sesler gitmiş değildi ve sadece rol yapıyorlardı ama kimse yanındakilerden şüphe etmedi. Artık sonu belli olmayan ama nedeni bütün somutluğuyla ortada dans eden bir yola girmişlerdi. Aynı dertleri, düşmanları ve mücadeleyi paylaşıyorlardı. Şu an odada var olan sessizlik bunun kanıtıydı. Kutsal bir sessizlikti bu ve herkesin kendine hakim olması gerekiyordu. Aşağıdakilerin daha da büyük bir savaş vermeleri gerekiyordu. Hedeflerini gözden kaçırmadan ve yabancı varlıkların da dikkatini çekmeden müthiş bir irade ile daha zor bir nöbet tutmaları gerekiyordu.
Takım elbiseli kişi kolunu kaldırıp saatine baktı. “Zaman geldi.” deyip bodrum katının kapısına doğru yürüdü ve kendisine eşlik edecek kişiyi beklemek üzere durdu. Armağan Hoca tam ayağa kalkacaktı ki Kayra Bey onu durdurdu. Babasından önce kendisi inmek istiyordu aşağıya, sorumluluk duygusunu bütün aile benimsemişti. Kayra Bey ayağa kalktı, derin bir nefes alarak omuzlarını dikleştirdi, göğsünü açtı ve adeta yıkılmaz bir ağaçmış gibi bir biçim aldı. Bir iki saniye öyle durduktan sonra kapıya doğru yürüdü. İki kişi kapıyı açıp o dar ve dik merdivenleri yavaş yavaş inerek diğerlerinin yanına vardılar. Ne konuştukları tam olarak duyulmadı ama Doktor’un “Tepki vermeyin, cevap vermeyin, sadece gözleriniz açık olsun.” dediği anlaşıldı. Ardından önceki nöbetçilerin yukarıya çıktığı duyuldu, bir an sonra zaten salonda belirip kapıyı kapatmışlardı. Doktor Bey, Armağan Hoca’nın yanına, Çavuş da devlet görevlisinin oturduğu yere çöktü. Sessizlik yine geceye hakimdi.
Doktor ve Çavuş böyle durumlarda çokça defa bulunmalarına rağmen yorgun görünüyorlardı. Doktor’un söylemek isteyeceği çok fazla şey vardı muhtemelen ama ağzını açmıyordu. Cem Bey bir süre o tarafa baksa da yine kendi içine döndü. Beril Hanım da Doktor’a baktı bir cevap arayışıyla ama bir tepki alamadı. Armağan Hoca yanındaki adama gelen bu kadar dikkat üzerine gözlerini odadaki kimseler üzerinde dolaştırdı. Doktor daha fazla bekletmeden cevap verdi. “Bir saate kadar Hoca’nın gelmesi gerek. Sizden sadece bir saat istiyorum.”
Hiç kimse bir şey demedi, kimsenin harcayacak fazla enerjisi yoktu. Herkes gücünü saklıyordu, ne zaman kullanılacağı belli olmazdı. Aşağıdaki şey her ne ise, her ne istiyorsa zamanını bekliyordu ve ne zaman harekete geçeceğini odadaki hiç kimse bilmiyordu.
Hiçlik dayanılmazdı. İnsan kendi düşünceleriyle baş başa kalıyordu ve tüm bu saçmalıkların ortasında bu zihin durumu vahim bir haldeydi. Saate kim ne zaman baksa az önce baktığındakine kıyasla çok bir süre geçmemiş oluyordu. Odadaki zavallıların iç dünyalarında insan denen hayvanın en eski, temel ve ilkel parçaları zihnin duvarlarını tırmalayıp oradan hemen kaçmak istese de bilinç düzeyinde alınan kararlar bunu engelleyebilmişti. Mantık denen mekanizma çoğunlukla iyi ve çıkar yaratan bir şey olsa da bu olayın içinde bir lanetti. Yine aynı mantıktı aşağıdaki varlığın olmaması gerektiğini söyleyen, aynı mantıktı o varlıktan kaçınılması gerektiğini bağıran. Fakat aynı mantık ile ikna edebilmişti Doktor diğer herkesi ve yaşanan işbirliği, sağduyulu hareket ve sabır da yine mantık ile birlikte gelişebilmişti.
Derken bir çığlık geldi. Herkes bodrum kapısına baktı. Çığlık sanki hastadan değil de, oradakilerden gelmişti. Armağan Hoca bu sesi tanıyarak hemen fırlayacak olsa da Doktor onun bir kolundan, Çavuş da bir diğerinden tutup asıldılar.
“Hayır” diye bağırdı Doktor. “Aşağıdakiler ne yapmaları ve yapmamaları gerektiğini çok iyi biliyorlar, sen de bilmelisin.”
“Ya oğlum? Bu onun sesi!” diye cevap verdi Profesör.
“Bekleyin lütfen! Ona güveniyorsanız beklemelisiniz, bu da bir yanıltmacadır!”
Armağan Bey birazsakinleşti, bütün yüreği ona aşağıya koşmasını söylerken kendisine hakim oldu ve koltuğa oturdu. Bir yanında Doktor, diğer yanında Çavuş vardı. Sessizlik yine çöktü. Zaman yine durdu. Herkes kendi kaygıları ve kaşıntıları içinde boğulmaya kaldı. Odanın içi insanın boğazına çöken bir hiçlikle doldu. Duvarlar, çatı, zemin, eşyalar ve insanlar acı verici bir durgunlukta hareket etmeden, ses çıkarmadan beklediler. Armağan Bey’in içindeki bir öz, her seferinde daha kuvvetli bir şekilde titreşerek, daha beter bir şekilde güç toplayarak zincirlerini kırmaya çalıştı. Doktor da bunu gördü, Çavuş da. İkisi de iki yanda müdahale etmeye hazır bir şekilde bekledi ama Armağan bir şey yapmadı. İşkence veren dakikalar geçti, sonra da saatler. Beril Hanım ve Armağan Bey ara ara aynı acıyı ve belirsizliği paylaşırcasına bakıştılar, ardından bu ortak hislerden korkarak kendi içlerine döndüler. Doktor Bey kolundaki saatine bakınca “Vakit geldi.” dedi. “Hoca yetişemeyecek gibi.”
Beril Hanım’ın üstüne bir çaresizlik çöktü, koltuktan yere düşecek olunca herkes ona yardım etmeye çalıştı ama ayağa kalkabildi. Gözlerinden yaşlar geldi fakat dik durdu. Yanaklarından süzülen damlaları sildi. “İsterseniz biz yapabiliriz.” dedi Doktor.
“Hayır.” dedi. “Ben yapacağım.”
Belinden tabancasını çıkardı ve yavaş ama emin adımlarla bodrum katının kapısına ilerledi. Diğer herkes arkasından geliyordu. Aşağıya inince hiç kimsenin çığlık atmadığını, hastanın aynı şekilde durduğunu gördüler. Nöbetçiler de aynı halde, zarar görmemiş bir durumda şaşkınca içeri girenlere bakıyorlardı.
Beril Hanım tabancasını kaldırdı, namlusunu üzeri örtü atılmış hastaya çevirdi.
Hastanın çarpılmış yüzüne tekinsiz bir gülümseme geldi.
Evin üzerine çöken sessizlik önce bir patlama sesiyle kesildi, yankıların kaybolmasıyla da geri geldi ve yeniden egemen oldu.
Hiç kimse bir şey söylemiyordu, bir şey yapamıyordu.
Aradan bir dakika geçti veya geçmedi, evin kapısından ses geldi, İsmail Hoca gelmişti.
Yorumlar
Yorum Gönder