23 - Delilerin Hikayeleri Bölüm 1 (Spooktober '23)
“Ben nasıl mı delirdim? Herkesle aynı sebeplerden, biraz meraktan, biraz çaresizlikten, biraz da doğuştan. Her şey o kömür karası gecede başladı. Elektrikler kesilmişti, saatler ilerlemişti ama çok ad geç değildi. Yapacak hiçbir işimiz yoktu, olanları da zaten yapamazdık. Biz de birbirimize o efsanelerden birisini anlatmaya başladık, her lanet hikayenin başlangıcı gibi. Birisi kurtları anlattı, bir diğeri şeytanları, sıra bana gelince ben de Kömür Adam’ı anlattım. Aynı o gece kadar kara bir rengi vardı. Olur da üzerine biraz ışık vurunca ancak fark edebilirdiniz üzerindeki yanık lekelerini ve yaraları. İğrenç sarılıklar ve kızıllıklar süzülürdü o kara bedenden, katranın içine karışan kan ve irin gibi.
Tabii ben bunu anlatırken gerçekliğine dair en küçük bir inanç kırıntım bile yoktu. Sadece gece gece diğerlerini korkutmak istiyordum. İçlerinden birisi bana çıkıştı ve bunu anlatmamam gerektiğini söyledi. Kömür Adam Büyük Yangın sırasında haksız bir şekilde ölen pek çok insandan birisiymiş güya. Tabii bunların hepsi benim gözümde çocuk masalı, nereden düşüneyim öyle bir şey? Bir başkası da araya girip bu karakterin aslında şehir insanının yaşadığı vicdan sızlamasının bir ürünü olduğunu söyledi. Zamanında Körfezkent’te sokak hayvanlarının topluca imha edilmesinin ardından orada görülen kedi hayaletleri gibi. Ben çok aldırmadım. Bu kadar korkmasalar böyle çıkışmazlardı, söylediğim şeylerden gayet tatmin olup işime baktım.
Bir noktada hikayelerimiz bittikten sonra hepimiz bir köşeye geçip uyumaya çalıştık. Herkes teker teker dalabildi, ben uyanık kaldım. Hem bedenen hem de zihnen yorgundum, neden uyuyamadığımı bir türlü anlayamıyordum. Beni bir merdiven altına koysanız yine uyurum. Gözlerimi kapatıp öyle beklerken her yeri bir duman basmış gibi bir koku geldi. Öksüre öksüre uyanınca diğerlerine baktım ama mışıl mışıl uyuyorlardı. Duman onları çok etkilemiyor gibi görünüyordu. Onları sarssam da uyanmadılar. Bayıldıklarını düşünüp inat ettim ama hareketlerim bir işe yaramadı. Nefes alışları normaldi, ben de onları saldım. Dumanın nereden geldiğini takip edince dışarıya çıktım, hiçbir yer görülmüyordu. Bir yer yanıyor olmalıydı. Hiç düşünememiştim ki!
Ben o isli kütlenin altında dolaşırken karşıma bir karartı çıktı. Seslendim, ses etmedi. O yaklaştıkça ben de yaklaştım ama ne bir hareket yapıyor ne de bir kenara çekiliyordu. Ona doğru gittikçe burnuma bu sefer daha pis bir koku akın etti, yanık et kokusu. Bir iki adım geri çekileyim derken arkaya doğru yere düştüm ve öylece kaldım. Kömür Adam bana yaklaştı, dibimde dikildi, sonra da yardım istercesine ellerini uzatıp bileğimden yakaladı beni. Çığlıklar attımsa da kimse yardımıma gelmedi. Sonra gözlerimi açtım. Burnuma gelen koku elektriklerin geri gelmesi ile yanan televizyonumuza aitmiş. Diğerleri benim çığlık atmamla uyanmış. İçim öyle bir rahatladı ki! Ta ki bileğimdeki kömür izlerini görene kadar…”
Herkes güldü bu hikayeye, sonra sıradaki anlatmaya başladı.
“Ben bu şehrin uç mahallelerinden birinde yaşıyorum. Bu yüzden okuldan eve doğru yürüdüğüm rota bazen tarlaların ovaların içinden geçiyor, bazen de depoların, terk edilmiş binaların arasından. Yolun böyle kısımlarında ise bol bol hayvan olur. Hem otların arasında saklanırlar hem de o binaların içine sığınırlar. Bazen tavşanlar, bazen fareler, kediler, bazen de köpekler. En çok kediler ile köpekler beni tedirgin eder çünkü onların gözlerinde zihnimi ürperten bir bakış vardır. Bir şeyi, belirli bir şeyi düşünerek, isteyerek, bir şeye niyetlenerek bakarlar. Gizli tuttukları planlar, komplolar dolaşır zihinlerinde. Tabii eve dönerken önümü kesmelerinin de bu hislerimde bir payı var.
Bazen de arkadaşlarımı getiririm eve. Genelde şehir dışından gelen arkadaşlarımdır bunlar çünkü şehirdekilerle zaten merkezi yerlerde, daha iyi mekanlarda takılırız. Eve gelmelerinde bir mana yok çünkü dediğim gibi, terk edilmiş binaların ve tarlaların ortalarınndan geçmemize gerek yok. Şehir dışından gelecek olanlara ise illa ki köpeklerden bahsederim çünkü orada dolanan bir köpek çetesi var ki sanki haraç istermiş gibi yolumu keserler, bazen de ölümüne kovalarlar beni. Aynı senaryoyu yaşayacaksak önceden uyarmakta fayda var diye düşünüp bir lafını geçerim. Tabii ki köpek takımı tam böyle bir anda beni rahat bırakmaya, yolu boşaltmaya karar verir ki arkadaşlarımın gözünde güvenilmez birisi olayım. E bu insanlar da olayları abarttığımı düşünürler, her defasında.
En sonunda artık iyice gına geldi. Belediyeyi çağırdım köpekler geri gitti, bekçiyi çağırdım olmadı, akrabalarımla anlaşmaya çalıştık yine işe yaramadı. Köpekler her defasında beni ve planlarımı atlatmayı başardılar. Onlara biber gazı sıktığımda, taş attığımda veya elektrik verdiğimde daha da azdılar. Her şey kontrolden çıkıyordu ve her defasında kaçışım giderek zorlanıyordu. En nihayetinde anlaşmaya karar verdim ve benden istediklerini düşündüğüm haracı onlara verdim.” dedi ve belinde bacağının oturması gereken boş kısmı gösterdi. “İşe de yaradı, o günden beridir beni bir daha rahatsız etmediler.
Herkes güldü yine ve sonraki anlatıcıya geçtiler.
“Akırmak üzerine kurulan nice köprünün hikayesini bilmeyen yok zaten. Şu an eski Bakırca Köprü dışında ayakta duran yok. Ya bir felaketle yıkılıyorlar ya da inşaat sırasında yaşanan talihsizliklerden dolayı projeler iptal ediliyor. Buna rağmen o Bakırca Köprü için de dünyada gün batımının izlenebileceği en iyi yer olduğu söylenir. Öyledir de çünkü gördüm. Nasıl gördüğümün hikayesi bu çünkü orası aynı zamanda Paşa’nın da sık sık bulunduğu söylenen bir noktadır. Sizi temin ederim bu sözler sadece söylentilerden ibaret değil, aynı zamanda bir uyarı. Fazla meraklı ve fazla dikkatsiz insanlar için bırakılan mütevazı uyarılar.
Derler ki bir Paşa varmış zamanında. İmparatorluğun çöküş devrinde çok çarpışmış, çok direnmiş ama zamanın akışına karşı bir şey yapamamış ve kaybedip durmuş. Çok asker kaybetmiş, kendi memleketini bile koruyamamış ve en sonunda Akırmak ile belirlenen sınırlara kadar çekilmiş. Tabii ki Devrim ve Cumhuriyet ile beraber geri çekilme de sona eriyor ama Tapınak dedikleri ev diye bildiği topraklardan da uzak kalıyor bu Paşa. Verdiği savaşları hep en sert bir şekilde muharebe ederek verirmiş. Gaddar mı gaddar bir insanmış ve zafer kazanma adına yapmayacağı şey, girişmeyeceği eylem yokmuş. Yıllar geçtikçe ne bir ahlak, ne bir sınır, ne bir vicdan kalmış adamda.
İşte Paşa her günbatımını o köprüden seyredermiş. Kimse bu yüzden oraya gitmez. Sınır bölgesine çok yakın olduğundan ve o yol sadece geçiş kapısına gittiğinden hiçbir araba oradan ilerlemez. Sadece tarih meraklıları görmek ister yapıyı, o da gün vakitlerinde. Her akşam çıkmıyormuş Paşa orada, artık hangi savaşları verdiyse o tarihlerde belirip batıya doğru bakıyormuş. Kaybettiği topraklara doğru, kaybettiği toprakların ve insanların özlemiyle bakıyormuş. Eğer onu rahatsız eden olursa da o özlem içindeki figür birden savaş zamanında büründüğü gaddar biçimine giriyor ve insanın zihnini, iradesini parçalayan bakışlarla, bir kurdun, şahinin, aslanın gözleriyle bakıyormuş. Emin olun bu bir söylenti değil, o gözleri gördüm. Ölü adamın gözlerini gördüm ve orada yaşamın gazabından başka bir şey göremedim.”
Kimse gülmedi bu sefer, herkes sessiz kaldı. Bütün delilerin gözleri onda toplanıncaya kadar sonraki anlatıcı harekete geçmedi. Anlatmaya başlamadan önce de bir kahkaha attı, sanki önceki hikayeye geciken bir tepki verirmiş ve sonrakinin bedelini de sessizlikten korktuğu için erkenden vermek istermiş gibi.
“Aynı nehirdi benim de ruhumu benden söküp alan. O nehir doğrudan körfeze karışmaz. Önce kendi yarattığı bataklığın içine yayılır, orada sanki toprak ile fitreleniyormuş gibi görünür ama durum bu değildir. Nehrin tekinsiz sularının üzerindeki büyü havaya karışır, ıslak toprağın, çamurların üzerine ışıklar halinde yükselir. Belki de tüm bu lanetli varlıkların kurbanlarıdır bu ışıklar, ölümlerine bir anlam veremezler, yaşamlarının çok bir anlamı varmış gibi. Belki de başımıza bela olan illetlerin ta kendisidirler ve ışıklar halinde bizi kandırabileceklerini düşünürler. Ne zavallıca bir düşünce ama işe yarıyor işte. Bir kelebeğin peşinden koşan bir kedi gibi takip ettim bu ışıkları. Sahilde dolanıyordum, ağaçların arasındaydım, geceydi, garip ışıklar gördüm, daha iyisini bilmeliydim ama yapamadım. Merağıma yenik düştüm, onları takip ettim. Bacaklarım toprağın içine girince durmadım, çamurun derinliklerine gömülecek gibi olduğumda da durmadım. Bitkiler ve dallar yüzümü gözümü çizse de, bataklıktan yükselen kötü kötü kokular burnuma ve ciğerlerime akın etse de durmadım. Işıkların insan üzerinde tuhaf bir etkisi vardı, anında bağımlı olmuştum. Ne kadar gittim bilmiyorum o ıslak ovada ama çevreme bakınmak istediğimde nerede olduğumu anlayamamıştım. Suyun ve çamurun içinde ölü insanların yüzlerini görüyordum, çoğunu tanımıyordum, bir kısmını da her nedense özlüyordum ama kim olduklarını çıkaramıyordum.
Sonra yüzlerin arasından yeni ışıklar çıkıp havada uçuşuyordu. Bir çocuk gibi, yavru bir köpek gibi o ışıklarla oynamaya çalışıyordum. Ne kadar atlarsam o kadar gömülüyordum derine ama nasıl olduğunu anlamadan bir yerlere doğru da tırmanıyor gibiydim. Bu kadar emin olmasaydım size cehennemin sıcak, kuru ve alevler içinde bir yer değil, ıslak, çamur ve boğucu bir yer olduğunu söylerdim.
Işıkları takip ede ede sahile varmışım yeniden. Denizde boğulurken görmüş birisi beni, o günden beridir ben de aranızdayım işte.”
Herkes güldü yeniden, hikayesine herkesin güldüğünü görünce anlatıcı da güldü baştan, sonra da bir sonrakine geçtiler.
“Benim daha farklı bir hikayem var sizler için. Belirli birisinin hikayesi değil, bir yerin, bir şehrin, bir ormanın hikayesi. Sık ve uzun ağaçlarla dolu karanlık bir orman, bu ağaçların arasındaki karanlıkta ve siste hayvanlar saklanıyor, binbir türlü. Her birinin ayrı bir doğası, amacı ve taktiği var. Hepsi o ağaçların arasında farklı bir şekilde gizleniyor. Bazısı betonların içinde, altında, zemininde kamufle oluyor, bir kısmı pençeleriyle başka kimsenin kullanmadığı pencerelere, kapılara, terk edilmiş dairelere ve dükkanlara tutunuyor.
Bazıları başka sürülerin içine karışmış, avlayacakları hayvanların arasında gizlenen avcılar bunlar. Sinsiler, tehlikeliler. Garip bir kısmı geri kalanını manipüle ederek yaşamını sürdürüyor. Sürüleri kullanıyorlar kendi amaçları doğrultusunda. Ama öyle bir kısmı var ki… Bunların saklanmasına gerek bile yok. Herkesin arasında açıkça duran egemen yırtıcılar bunlar. Bazen fark etmiyorsunuz çünkü fark etmek istemiyorsunuz çünkü fark ederseniz bütün bilinciniz paramparça olup ufalanacak. Bir kısmı aslında tüm bu ormana yabancı varlıklar ve en tuhaf, doğa üstü yollardan yapıyorlar bu olayı.
Sonuç olarak karanlık bir ormanda yaşıyoruz, bir kısmımız av, bir kısmımız avcı. Avlar avcılardan saklanıyor, avcılar da avlarını hazırlıksız yakalamak için. Diğer yandan en zavallı durumda olanları da aslında en şanslı olanları. Onlar saklanmaları gerektiğini bilmeyen cahil zavallılar.”
Yorumlar
Yorum Gönder