21 - Şoför (Spooktober '23)

 “Enstitü’nün bu ülkede ilgilenmediği konu, adını kirletmeyeceği bilim veya sızmadığı topluluk yoktur. İki yüz elli yıldır her kurumda, dernekte, tarikatta ve şirkette casusları vardır. Körfezkent’te kurdukları beş büyük kampüsün yanında neredeyse her bir ilde de ayrı bir araştırma tesisi vardır. Devlet her nasılsa bu kurumun personeline diledikleri gibi çalışmak için izin verir ve kimse bunu sorgulamaz. Yine ilginç bir şekilde öğrenciler de bu okula girmek için hayatlarını harcarlar, bazen gerçekten de ölürler. Zamanında yaşanan Vadi felaketi ve Kitap Vakası olarak halkın dilinden düşmeyen o katliam Enstitü’nün tekinsiz ününü kanıtlayan iki farklı olaydır ama sapkınlığın boyutunu gayet iyi ortaya koyar. Yaklaşık elli bin öğrenci, onlara eğitim veren araştırma ve eğitim görevlileri, asistanlar, güvenlik personeli, profesörler, doktorlar, danışmanlar ve bunlara benzer sayısız işkoluyla kendi şehirlerini kurmak isteseler bunun mümkün olacağı bir yerdir. 
Ben de işte böyle bir yerde, önemli bir araştırmacının şoförlüğünü yapmakla görevlendirilmiştim. Okulda eğitimini yarıda bırakmış binlerce öğrenciden bir tanesiydim aslında ama arkadaşlarımın araştırma görevlileri olmasıyla kaynaşmaya başladığım eğitim ve idare personelleri aracılığıyla en azından bu işi kapabilmiştim. Yıllardır kampüste bulunduğumdan ve içerideki arkadaşlarımdan da çok fazla şey bildiğimden bu konuda herhangi bir fikri olmayan birinden çok beni bu pozisyon için uygun görmeleri çok doğaldı. Edindiğim araştırmacı yazarlık yeteneklerinden dolayı beni araba sürücülüğü yapmak dışındaki ayrı işlerde kullanabilmeleri de tabii ki akıllarını çelmişti. Yürüttükleri fen bilimlerinden ayrı kalan araştırmaları içinde beni sağa sola yollamak ve bilgi toplamak isteyebilecekleri birisiydim. Yani az önce bahsettiğim casuslardan bir tanesi de bendim. Tüm bunlara rağmen Enstitü’nün giremediği tek bir yer vardı. İşte karşılaştığım bu akıl almaz istisnayı anlatacağım size.
Her yere ulaşabilmişken ve anlaşılmaz nedenlerden dolayı bir şehirden mahrum kalmışken kurumdaki önemli isimlerin gözü de doğal olarak Karabolu’ya dönmüştü. Ne yaparlarsa yapsınlar şehideki Akırmak Üniversitesi’ni ele geçirememişlerdi, bölgede yeni kampüs kuramamışlardı ve ne zaman araştırma tesisi için harekete geçecek olsalar bir sıkıntı çıkıyor ve süreç baltalanıyordu. Hiçbir politik nüfuz veya yüklü medya akını Enstitü’nün kollarını içeriye sokmasına da müsaade etmiyordu. Kent içindeki bir güç veya grup öyle veya böyle her şeyin önüne veya birden meydana gelen koca felaketler çalışmaları doğal olarak öldürüyordu. Kurumun kendisi hakkında şu ana kadar duyduğumuz her şey bu durumun yaşanmaması gerektiğini, kirli hileler, büyük miktarda para ve gerekirse açık tehditlerle istenilenin alınacağını söylüyordu. Böyle olunca millet iyice meraklanmış, karar mercileri ise giderek hırslanmışlardı. Araştırmacı arkadaşlarıma hocalık yapan bir ismi doğrudan şehre göndereceklerdi, ben de onun şoförlüğünü yapacaktım. Karşılaştığımız garip güçlükleri düşününce gerildikçe gerildim. İki kişi gidecektik kayıtlarda olmayan bir göreve gidecektik, güvenliği sadece biz sağlayacaktık. Enstitü’nün bütün nüfuzundan da mahrum kalacaktık. İki kişi gidip kendimizce bir araştırma yapacaktık.
Yol dört beş saat sürmüştü. Kıta’nın içlerine doğru ilerleyeceğimiz için bol bol ağaçlık göreceğimi düşünmüştüm ama her yer kurumuş tarlalarla doluydu. Ölmek üzere olan uzun boylu renksiz ürünler sanki yolculuk boyunca bizi izlemişlerdi. Modern dünyanın etkisi kadim Kıta’nın ağaçlarına, ormanlarına bile etkiyebilmişti. Yine de yer yer yanından geçtiğimiz küçük yerleşimlerde insanların bize yönelttiği sert bakışlardan Kıta’nın geneline yayılan batıl inanç kültürünün dokunduğu topraklardan geçtiğimizi hissedebilmiştim. Bir süre sonra havanın ağırlığı ve keskinliği de baskınlaştı. En sonunda şehre yakınlaştığımızı ise çevremizi anında saran uzun boylu ve ısk ağaçlardan oluşan ormanların içine girdiğimizde anladım. Umutsuz ve çaresiz bir şekilde derin bir nefes aldım ve profesörü uyandırdım. Karabolu’ya gelmiştik.
Tarihi boyunca iki yüz bin kişinin bile içinde yaşamadığı küçük bir sınır şehriydi burası. Bir zamanlar koca bir imparatorluğa başkentlik yapan bu yer nasıl böyle kalabilmişti bilmiyorum ama böylesine küçük bir yerin ülkenin geri kalanına neden direnebildiğini öğrenmek için çok kalmamız gerekmeyecekti. Yine de burada geçirdiğimiz vakit bize çok uzun gelecekti. Dar sokakların iki tarafına dizilmiş nöbetçileri andıran eski ve küçük evler bizim her adımımızı izliyorlardı. Bir tepenin üzerine kurulan kent meydanındaki büyük vaazhane, durduğu yerden bütün şehri görebiliyordu. Buraya iki kişi olarak çok dikkat çekmek istemediğimiz ve araştırmamızı hızlıca yapabilmek için gelmiştik ama her nedense bunun da çok mümkün olmayacağını hissediyordum. Konuştuğumuz herkes bir casus, girdiğimiz her sokak ayrı birer hapishaneydi. 
Önce bazı işletmelerde oturup bir şeyler içtik ve genel havayı içimize çektik. Sonra da semt semt dolaşıp bilgi toplayacaktık. Şehirlilerle konuşursak belki nerede yanlış yaptığımızı da anlayabilirdik. Ayrıca bu bölgelere yaptığımız seyahatlerde profesör çeşitli kişilerle buluşacak ve birebir görüşmeler yapacaktı. Ben arabada bekleyip geri dönüşümüzü emniyete alacaktım. Bu araştırmalar sırasında arkamızdan bizi takip eden bazı arabalar da gözümüzden kaçmış değildi. Eylemlerimiz kimseyi doğrudan etkilemeyecekti, bu yüzden sadece izlendiğimizi düşündük ama yine de daha dikkatli olmakta fayda vardı. 
Birinci görüşme yüzyıllar önce yaptırılan ve şuanda bir dernek olarak kullanılan bir yerdeydi. Oraya gelince hocamız arabadan çıkıp içeriye girdi. Ben koltukta her ne kadar geriye uzanıp uyumak dinlenmek istesem de yanımdan defalarca geçip duran insanlar bu ihtiyacımı benden aldılar. Her defasında dönüp dönüp arabaya bakıyorlar ve benim keyfi kaçan gözlerimle karşılaşıyorlardı. Bu tepkiyi vermek istemiyordum ama giderek gerilen ruh halim aksine izin vermiyordu. Yer yer bazı pencerelerin kapalı duran perdelerinin biraz aralandığını ve oradan bizi süzen meraklı veya tedirgin insanları gördükçe bir de sinirleniyordum. Neyse ki profesör içeriden çıktı ve hemen başka bir konuma doğru ilerledik.
Bir diğer konum Akçaçam denen uç bir mahallede diğer bütün evlerin arasında bakımıyla, görkemiyle, ışığıyla ayrı duran bir köşktü. Oraya varınca bu köşkün yanından hemen ayrılıp gitmek istemiştim ama görev görevdi. Hoca arabadan çıkıp içeri girince köşk kapısını kapatan hizmetçinin yüzündeki ifade yüzünden gözlerimi hemen harap haldeki sokağa çevirdim ama anında üst katların ışıklarına, kentin geri kalanına meydan okurcasına açık duran pencerelere ve içeriden gelen mutlak sessizliğe geri baktım. Bakımı gereği çok kalabalık bir hizmetçi kadrosu gerektiriyordu, bu yüzden içerisi insandan geçilmiyor olmalıydı ama yine de en küçük bir ses gelmiyordu.
Durumun yarattığı huzursuzluk yüzünden sokağa geri çektim dikkatimi. Şehre ilk girdiğimizde yollar ne kadar darsa burası daha da kötüydü. Bir arabanın ancak geçebileceği yerlerdi ve evlerin kesinlikle yıkılması gerekiyordu. Yıkılası mekanların içinde yaşamak zorunda kalan insanlar, bu sefer diğerlerinin aksine umursamaz bakışlar atıp zavallıca yaşamlarına devam ediyorlardı. Hiçbir yerde çocuk veya kadın yoktu. Medeniyet denen bir şey varsa o kavram hiçbir şekilde buraya uğramamıştı. Köşk ise tüm bunların arasında sanki tüm bölgedeki yaşamı ve gücü kendisine çekermiş gibi, her şeyi sömürüyormuş gibi varlığını ilan ediyordu. Sessizliğin kendisi ise sadece köşke mahsus değildi, bütün bu mahalle bu fonetik hiçliğin örtüsü altındaydı.
Profesör köşkten çıkınca hiç vakit kaybetmeden sonraki hedefimize doğru yola çıktı. Bu sırada bizi takip eden arabalar bu niyetlerini sürdürüyorlardı. Çok çaktırmadan, hız yapmadan, absürt manevralara girişmeden arabaları geride bırakmaya çalışsam da bunu başaramadım. Her köşe başında başka bir işbirlikçileri varmış gibi onları atlattığımızı düşündüğümüz her sokakta yeniden peşimize takılıyorlardı. Sanıyorum ki bu yanılgılar bizim yeteneklerimizden değil, bu insanların bize biraz daha hareket alanı tanımasından kaynaklanıyordu. Panik yapıp şehirden kaçmamızı istemiyorlardı ama aynı zamanda önümüzü kesip bizi kimsenin yardımımıza gelemeyeceği bir yerde kıstırabilirlerdi de ama bunu yapmamışlardı. Her kimseler burada kontrollü bir şekilde hareket etmemizi istiyorlardı fakat tam niyetleri nedir bir türlü çıkaramıyorduk.
Sonraki durağımız Akırmak Üniversitesi’nin bir kampüsüydü. Burası aynı zamanda bir sürü hayvan türünün sergilendiği ünlü müzenin de bulunduğu bir yerdi. Neden üniversiteye gelmiştik bilmiyordum çünkü bölgedeki kurumsal rakibimiz doğrudan bunlardı. İçerideki bir casusla mı buluşulacaktı yoksa öngöremediğim müzakerelere mi girişilmişti? Belki de sadece bir cevap arıyordu profesör ama amaçlanan şey her ne ise kesinlikle bana söylenmiyordu. Normalde hiç sorgulamadığım bu durumlar Karabolu’ya geldiğimizden beridir içimde yükselen kaygıyla birlikte kontrolden çıkmıştı. Sorgulamadan yine işimi yapacaktım ama yaşadığım korkuyu bastırmak için cevap aramaktan da kendimi alıkoyamıyordum. Yıllardır aynı işi sürdürsem de bu şehir insanı değiştiriyor, en garip vakalarla karşılaşan benim bile kontrolü kaybetmeme sebep oluyordu.
Oradan ayrıldıktan sonra son bir yere daha gittik. Bu sefer rastgele bir mahallenin rastgele bir müstakil evindeydik. İçeride Kıtalılar’ı andıran bir kalabalık, oldukça jön görünen beş on kişilik bir takım, doktor kıyafetiyle dolaşan bir adam, elinde bir kırbaçla duran iri yarı esmer bir figür ve hepsinden ayrı duran birkaç sıradan kişi vardı. Sokakta yine gidip gelen yabancılar mevcuttu ama bunlar arabayı izliyor gibi değillerdi, dışarıdan gelecek bir tehlikeyi gözlüyor gibiydiler. Burada da diğer her yerde olduğu gibi pencereler kapılar kapalı, pencereler çekiliydi. İlginç bir şekilde bizi takip eden eski arabalar da buraya girememişti. Bir süre sonra profesör içeriden yüzünde rahatlamış bir ifade ile çıkıp arabaya bindi. Sonraki konumu söylemedi ve öylece sessizce bekledi. Şu ana kadar hiçbir şeyi sorgulamamış olsam da o noktada içimde büyüyen bütün o tedirginliklerden dolayı yaşadığım bir patlama ile ne dediklerini, nasıl bir sonuç aldığımızı sordum.
Profesör bir sonuç almadığımızı söyledi ama sanırım gerekli bilgiyi elde etmişti.
Bu mahalleden çıkarken arabalar yeniden peşimize takıldılar ve bir süre kentin içinde öylece dolaştık. Profesöre Enstitü’ye dönmeyi isteyip istemediğini sordum ama bir cevap vermeyince hareket halinde kalmaya devam ettik. Biraz şehir merkezinde, biraz sınır çizgisinde, biraz da daha modernce kalan yerlerde dolaştık. En sonunda bizi takip eden arabalardan bir tanesi yolumuzun önüne geçip durduğunda durabildik biz de. Karşı şerite sarkıp o arabayı geçmem mümkün değildi çünkü trafik akmaya devam ediyordu. Profesör hiçbir şey söylemedi, ben de hiçbir şey yapmadım.
Arabaların içinden hiç kimse çıkmazken sokağın iki ucundan türlü türlü yabancılar girdiler. Yavaş yavaş sokağı doldurdular ve arabamıza yaklaştılar. Herhangi bir şekilde kapıyı açmadılar, arabaya yüklenmediler, bize bir şey söylemediler veya el işareti de yapmadılar. Çevremizi sarıp bize hareket edecek en ufak bir alan bile bırakmayana kadar devam ettiler. Dehşet ve şaşkınlık içinde olan biteni izlerken başımı arkaya çevirip profesöre baktım endişeli gözlerle. O da bana bakıyordu, oldukça sakindi. Birkaç saniye için öyle bakınca ben önüme döndüm, artık kalabalık bizim hareket edebileceğimiz patika bırakmıştı, araba da yoldan çekilmişti. Anında gaza bastım ve oradan ayrıldım.
Körfezkent’e dönerken ne profesör bir şey söyledi, ne de ben bir şey dedim. Onun zihninde zaten her şey anlaşılmış, çözülmüş gibiydi. Enstitü’nün Karabolu ile ilgili bir eyleme geçip geçeyeceğini sordum şehre varınca ama profesör bana sakin ve keskin gözleriyle bakıp yine bir şey demedi. O evde o doktor kendisine ne dedi bilmiyorum ama ihtiyacı olan bilgiyi almış gibiydi. Enstitü ise asla Karabolu’ya giremedi."

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Karanlık Perde

Sırık Bölüm 1: Sarıbolu (Spooktober '24)

Sırık Bölüm 0 (Spooktober '24)