2 - Tren (Spooktober '23)

  Yahya Bey’in yaptığı çağrı ile hızlıca toparlanıp Karabolu’ya doğru yola koyulmuş, şehirden çıkacak ilk trene binmiştim. Yahya Bey öyle kolay kolay bize ulaşıp yardım isteyecek birisi değildi. Karabolu’ya yerleşme sebebi de zaten içinde bulunduğumuz ortamlardan uzaklaşmaktı. Yaptığımız araştırmalar, girdiğimiz uğraşlar ona artık fazla gelmişti, tabii bu konulara bizden birkaç yıl önce girdiği için de kalanımızdan daha yıpranmış olduğu da bir gerçekti. Körfezkent’in şehir efsaneleri, insanı içine soktuğu baskın hava ve zihni bulandıran kötümser duyguları adamı sonunda bıktırmış ve görece daha küçük bir şehirde yaşamaya itmişti. Tabii Karabolu’nun durumu da daha iyi değildi ama küçük bir kent olduğu için başa çıkması daha rahattı. İnsan en azından metropolün getirdiği bir çok gereksiz sorunu çekmiyordu, başka dertlerle uğraşmak üzere zihninde daha fazla yer açabiliyordu.

Tren istasyonu doluydu, insanlar oraya buraya gitmek için hep buraya geliyordu ve bu durum beni iyice bunaltmıştı. Bir an önce kompartımanıma geçip oturmak, yolculuk boyunca pencereden dışarı bakıp kafamı dinlendirmek istiyordum. Burada resmen bir insan nehrinin içinde bir oraya bir buraya savrulup boğuluyordum. Kafamı yukarıya çevirip hava almak, tüm bu kütlenin içinden çıkıp azıcık soluklanmak iyi gelecekti. Belki tren yolculuğunun sonunda Karabolu’nun kendisinde de rahat bir vakit geçirirdim. Sonuçta çok kalabalık bir şehir olmayacaktı, sokaklarda keyfimce yürüyebileceğimi, yine bir kütlenin içinde nefessiz kalmayacaktım.

Trene bindiğim gibi kompartımanların arasında kalan daracık tünelde kalakaldım. Yolcular bitmek bilmez bir kaosun içinde oturmak istedikleri yerleri arıyorlar, kafa karışıklığıyla bu konuda müthiş bir başarısızlık sergiliyorlar ve kalan herkes için hayatı daha zor hale getiriyorlardı. Zaman zaman bir solucanın içinde sindirilmeyi bekleyen bu organizmalar arasında bazı tuhafçalarıyla göz göze geliyordum ve bu olduğunda içime nedensiz bir dehşet hücum ediyordu ama bunlar yine çok uzakta kalanlardı. Toplumsal korkularımın bu kadar sıkıtılı seviyelere gelmesine çok şaşırmıştım ama herhalde Yahya Karaca’nın yaptığı davet beni bütünüyle germişti. Yer yer yanından geçtiğim kompartımanlardan ve hatta trenin zemini ile tavanından da sesler duyuyordum ama herhalde bu sesler yolcuların hareketi yüzünden aracın yaşadığı sarsıntılardan geliyordu.

Sonunda kendi bölmeme geçtiğimde içeride başka hiç kimsenin olmadığını görünce gerçekten çok rahatladım. Kafamı dinleye dinleye keyfimce bir yolculuk yapabilecek ve yorgunluğumu üzerimden atabilecektim. Dört kişilik bir yerde tek başıma yapacaktım bu yolculuğu. Eğlenceli bile olabilirdi! Dışarıda hâla insanlar yerlerini, vagonlarını, birbirlerini bulmaya çalışıp kendi aralarında muazzam girdaplar yaratıyorlar ve cahillikleri ile yetisizliklerini pencereden bakan bana sergiliyorlardı. İzledikçe bu varlıkların oluşturduğu kalabalığın bir toplumsal yapıdan çok hayvan sürüsüne, hatta inek veya koyun sürüsüne benzettim. Toplumdan ne ara bu kadar nefret etmiştim, korkularım ve kaygılarım ne ara bu denli yükselmişti bilmiyorum.

Karabolu büyük bir şehir değildi ama kasaba da sayılmazdı. Birkaç kişinin yaşadığı bir sınır şehriydi, cumhuriyetin en batısındaki yerleşimdi. Kıtanın binbir türlü batıl inancın, masalın, hikayenin birbirine girdiği ormanlık, dağlık bölgesinde yer alıyordu ve Cumhuriyet içinde o coğrafyaya ait tek şehir de oydu. Eski koca imparatorluğun ikinci başkentiydi, bir yüzyıl da bu görevini sürdürebilmişti. Nice imparator ve sultan orada doğmuş, orada ölmüştü ve başkent değiştikten sonra yine nice veliaht da orada görev yapmıştı. Eski yapıların, tarihin öncesine uzanan tarikatların, gaddarlığıyla bilinen Yağız Sultan gibi imparatorların, akla hayale sığmayan felaketlerin ve sayısız kötü kaderin yuvası olan bir yerdi Karabolu. İşte böyle bir şehre, Yahya Bey’in yaptığı sıra dışı çağrı nedeniyle yola çıkmıştım.

Gökdelenler, alışveriş merkezlerini, devlet saraylarını, köprüleri, parkları ve koca caddeleri geride bıraktıktan sonra pencerenin dışındaki dünyadan geriye sadece eni sonu yokmuşçasına uzanan sarı tepeler ve kırlar kaldı. Yılın öyle bir zamanında yolculuk yapıyordum ki genelde yemyeşil duran ayçiçeği tarlaları sararmıştı, güneşin vurduğu topraklar yaşamdan çok ölümü taşıyorlardı. Tüm bu çölleşmenin ortasında ara sıra sanayii yapılarını, üretim tesislerini veya çiftlik evlerini görebiliyordum ama bunlar birbirlerinden o kadar uzaktaydılar ki medeniyetin hangi noktasına nasıl dahil olabiliyorlardı, anlamak mümkün değildi. Ve bu binaların herhangi birisinin bile olmadığı yerlerde, engin hiçliğin tam içinde bazı insanlar öylece dikilmiş trene bakıyorlardı.

Sayıları o kadar fazla değildi, zaten her seferinde sadece bir kişi görebiliyordum. Sanırım o sıcağın ve çaresizliğin içine birden fazla kişinin çıkması tam bir saçmalık olacaktı. Yine de bu insanları her gördüğümde aklımı kurcalayan bir bilgi zerresi, bilinçaltımın derinliklerinden biraz daha yükseliyor ve yüzeysel zihnimin cahilliğine doğru hareket ediyordu. Gözüm her seferinde bu hiçliğin ortasındaki bir yabancıya denk geldiğinde muazzam bir belirsizlik anımda bütün varlığımı sarıyordu ve o an tek bilebildiğim şey, o insanın trene de değil, bana bakıyor olduğuydu. Bunlar aynı insanlar mıydı? Yoksa farklı kişiler iydi? Bilmiyordum ve önemli değildi. Rahatsız olmuştum, gözlerimi pencereden çektim.

Manzarayı izlemektense uyku diyarının huzurunu kendimi bırakmak istedim ama ne yazık ki kafama dadanan bu kirli kaygılar beni ondan da mahrum bırakıyordu. Birilerinin beni izlemekte olduğunu bilirken gözlerimi kapayıp öylece kalmak, varoluşumu ölçülemez bir riske atmak olacaktı. Uyanık kalmalı, hazır olmalıydım. Hazır olup da ne yapacaktım, hiçbir fikrim yoktu ama uyumak en kötü karardı. Belki durumun bütününe hakim olsam, uyurken ölmeyi başıma gelecekler arasından en iyi seçenekmiş gibi değerlendirebilirdim ama hâla çok cahildim. Hâla kendimi uygar bir insan olarak tanımlıyor, medeniyetin kuralları içinde güvende olduğuma inanıyor ve varlığımı yine bu medeniyetin bir parçası olarak görüyordum. Halbuki Yahya Bey’in davetini dikkate aldığımda beridir bu durum artık geçersizdi.

Uyuyamayınca ve olduğum yerde duramayınca da bu sefer iyice bunalıp ayağa kalktım. Tren sallana sallana giderken sağa sola tutunup öyle hareket ettim ve bölmemden çıktım. Daha bir iki saat önce insanlarla dolu olan bu yılanın midesi şimdi boş duruyordu ve şimdi içine ben girmiştim. Tren ilerledikçe tünelin iki ucu bir o yana bir bu yana hareket ediyor, rüzgarla birlikte sallanıp duran bir kumaş gibi eğilip bükülüyordu. Sanki bütün bu mekan bir uzay zaman anomalisinin etkisiyle biçim değiştiriyor, gerçekliği çarpıtılıyordu. Yaptığım yolculuğun da aslında bundan pek bir farkı yoktu. 

Yılanın karnında sindirilmek istemediğim için tekrar içeri girecektim ki bakışlarım nedense vagonun diğer ucuna kaydı. Bu uçlar sürekli bir sağa bir sola büküldüğü için tam anlayamıyordum ama sanki o tarafta, uzakta bir yabancı öylece dikilip bana bakıyordu. Emin olmak için biraz daha bekledim. Tünel sallandı, çarpık biçimlere girdi, bir o tarafa bir bu tarafa döndü ve evet, orada bir karartıyı bir anlığına seçebilmiştim. Bölmemden çok da uzaklaşmadan biraz o tarafa yürüdüm, tünelin karşı duvarına yaslandım. Adım adım ilerledim. Koridorun ucu biraz daha döndü, kimseyi göremedim ve sonra vagon diğer tarafa doğru hareket etti. Emin olmak için biraz daha bekledim, biraz daha ilerledim. Tünelin ucu yine görününce bu sefer birisinin orada dikildiğine emin oldum ama bana mı bakıyordu yoksa kendi işine mi bakıyordu orasını anlayamamıştım. Yine de içim dehşet kırıntıları ile doluyordu. Karartı koridor eğrilince yine kayboldu.

Biraz daha yaklaştım.

Biraz daha bekledim.

Tünel kendi varoluşunun içinde bir kez daha çarpık bir biçim aldı.

Oradaydı. Bana bakıyordu. Tüneller dönüyordu, araya vagonlar giriyordu, o hâla bana bakıyordu. Araya giren kompartımanlara, metal duvarlara rağmen bana bakıyor, beni izliyordu. Hemen arkamı dönüp kompartımanıma doğru koşacaktım ki bu sefer koridorun diğer tarafındaki bir yabancının da bana baktığını gördüm. Bu çok daha yakındaydı. Koşmadan, dikkatlice, yavaş yavaş yaklaştım bölmeme. Aklıma ilk başta baktığım taraf gelince bu sefer oraya döndüm. O da şimdi çok daha yakındı. Hemen bölmeme girdim, kapıyı kapattım ve kolu tutarak öylece orada bekledim.

Gördüğüm kişiler bundan elli altmış yıl öncesinde yaşamış görünen çok yaşlı kimselerdi. Eski tarz ve yıpranmış takım elbiseler giyip yine eski şapkalar takmışlardı. Gözlerini seçememiştim ama hiç olmayabilirlerdi de. Daha önce yolcular trene binerken kalabalığın arasında bakan bakan kişiler olduğundan hiç şüphem yoktu. Bana yönelttikleri çok kötü niyetleri vardı, orasından da kuşkum yoktu. Ben kapıyı tutarken bir tanesinin yürüyüşünü duydum, giderek yaklaşıyordu. Önce kulaklarımla sonra gözlerimle takip ettim. Kapının önüne gelince karartısı puslu cama vurdu, bana bakıyordu. Benim bakışlarım camdaki karartı üzerindeydi ama o yabancının beni net bir şekilde görebildiğine emindim. Ben ona öylece baktım, o da bana bakarak öylece dikildi.

Birkaç saniye bu şekilde durduktan sonra geldiği yöne çekildi ve gitti. Biraz bekledim, dinledim. Ardından kapıyı hafifçe aralayıp bir gözümle dışarıyı gözledim. Hemen dışarıda kimseyi göremeyince kapıyı açtım, vücudumu azıcık dışarı çıkarıp koridora göz attım. Kimse yoktu. Koridorun uçlarında da kimse yoktu. Yine de üzerimdeki dehşet hâla gitmemişti. Bir yerlerden beni izliyor olmalıydılar. 

Hemen karşımdaki bölmeyi açtım, içerisi boştu. Yan taraftaki kompartımanı açtım. Boştu. Bir diğer taraftakini açtım. Yine boştu. Vagondaki bütün bölmelere baktım. Hepsi boştu. Bu trene onca insan binmişti. Neredeydi bunlar? İşin ilginç kısmı peşimdeki yabancılar da artık orada değillerdi. Cesaretimi toplayıp vagonun bir ucuna gittim, oradan diğer vagona baktım. Yine bomboştu. Vagonun diğer ucuna geçip bir diğerine baktım. Bütün tren boş olmalıydı ama hâla hareket ediyordu. Peki neden hâla izlendiğimi düşünüyordum?

Kendi bölmeme geri dönüp kapımı kapattım, baştan açılamayacağı şekilde durması için de önüne bagajlarımı koydum. Bir süre gözüm kapıda kaldı, kimse gelmedi. Olduğum yere oturdum. Bekledim, dinledim. Kimse gelmedi, kimse yoktu. Yardım isteyeceğim de kimse yoktu. Benliğimi kuşatan dehşet vardı, ben vardım, bunun dışında tamamen yapayalnız kalmıştım.

Ben bu düşüncelerle boğuşurken gözlerim ben onlara komut vermeden ağır ağır, sinsice kaydı. Bakışlarım artık pencereye dönmüştü ve o yabancıların yine dışarıdaki hiçliğin ortasında durup beni izlediklerini gördüm. Tüylerim diken dikendi, kollarım ve dizlerim titriyordu. Bağırmak isteyip bağıramıyor, kendimi trenden aşağıya da atamıyordum. Korku ve çaresizliğin hüküm sürdüğü bir yolculuğa çıkmıştım. Yolculuğu yarıda kessem bu kaygıyı yaratan varlıkların pençesine düşecektim, yolculuğa devam etsem acılarım da devam edecekti. Çaresizlik içinde öylece bekledim, sonra da uyuyakaldım. 

Trenin yavaşlamasının yarattığı gürültüyle birlikte gözlerimi yeniden açtım. İnsanlar tıkış tıkış ilerliyordu kompartımanların arasında. Herkes yerindeydi, kalabalık geri gelmişti. Trenin içinde insanların arasında ne kadar arasam da o yabancıları göremedim. Pes edip bölmeme geri döndüm. Eşyalarımı yeniden düzenledim, kendime gelmeye çalıştım, uykunun getirdiği sersemlikle yüzümü yeniden ovaladım.

Tren tam durmak üzereyken peronun içinde insanların arasında yeniden gördüm o yabancıları, bütün art niyetleri ile sırıtırken. Araç durunca hemen eşyalarımla birlikte dışarıya çıktım ama onlardan geriye bir iz kalmamıştı.

Karabolu’ya gelmiştim.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Karanlık Perde

Sırık Bölüm 1: Sarıbolu (Spooktober '24)

Sırık Bölüm 0 (Spooktober '24)