FİNAL - Fareli Evin Hanımı Bölüm 5 (Spooktober '23)
İnanılmaz bir acıma ve empati duygusu kapladı Cem’in bütün varlığını ama sonra bu duyguların onun anlayışından değil, onlara dönüşmek üzere olduğundan kaynaklandığını öğrendi. Karşısında duran cansız bedeni bir süre daha dehşet dolu gözlerle izledi. Bir şey daha vardı, bir şeyler daha yanlıştı. Etrafta fareyi arasa da bulamadı, belki o farelerle iletişim kurmanın bir yolunu bulabilirdi. Gözleri yeniden karşısındaki zavallının cansız kara, çökmüş gözleriyle buluştu. Evet, bir şeyler yanlıştı ve bu aykırılığı o gözlere bakarken gördü. O gözler de ona bakıyordu. Hayır gözler hep ona bakmamıştı, göz bebekleri de sönüp o karanlığın içinde yok olmuştu ama emindi, o kirli simsiyah gözler onu takip ediyordu. Bu kahrolmuş varlıklar hâla canlıydılar, hayır canlı yanlış bir tanımdı. Perişan olmuş bilinçleri hâla o cansız bedenlerin içindeydi.
Aniden ayağa kalktı Cem, bir yere tutunmak istedi ama elleri ancak başka bir cesedin üzerine denk geldi. Bağırdı, inledi, çığlıklar içinde koşa koşa mahzenden dışarı kaçtı. Geri geri gidiyordu, tarlada kimler var bilmiyordu. Yürüyen cesetler de orada dolaşabilirdi, fareler de her yerde cirit atabilirdi. Umursamadı Cem, sadece içerideki toplu mezardan kaçmak ve bu mezarlığın üstüne kurulan kocaman köşkten olabildiğince uzaklaşmak istiyordu. Bacakları o kadar koşudan ve sakatlıktan sonra zar zor taşıyordu bedenini, üzerine yaşadığı dehşet ve yorgunluk da eklenince geri geriye giderken birden gökyüzünü gördü gözleri, sırtına müthiş bir ağrı saplandı.
Düştüğü yerden doğrulduğu sırada koca evin arka tarafındaki camlardan birinde Hanım’ı gördü. Sivri dişleri veya ölüm beyazı kadar soluk bir teni yoktu ama gözleri sanki karanlık bir sonsuzluğun içinde yerini yolunu bulabilecek kadar keskin ve kararlı bakıyordu. Duruşu üzerine gelen hiçbir fırtınada yıkılmayacağını gösteriyor, bükülmüş dudağı ve çatık kaşları ise gözleri ile karşı karşıya gelen kişinin kaderini kesin bir biçimde belirliyordu. Bu kadar uzaktan küçücük görünüyordu ama Cem sanki devasa bir yaratık her an üzerine basıp yaşamını sonlandıracakmış gibi hissediyordu. Loş bir ışığın altında duruyordu Hanım ama Cem onun elini cama koyduğunu gördü. Ona verilen bir emirdi bu, ölme emri. Yoksa kendisi öldürecekti.
Olduğu yerden kalktı genç çiftçi ve koşa koşa tarlaların arasına karıştı. Ayçiçeklerine çarpa çarpa ilerledi, peşinden koşan yabancılardan ve farelerden uzaklaşa uzaklaşa kaçtı ama bir türlü yolunu bulamadı. Her seferinde kendisini fareli ev ve hanımı ile yüzleşirken buluyordu. Kayboluyordu, sonsuzluğa açılan bu mistik denizde en yakın kara parçasından hayal gücünü aşacak kadar uzaktayken elleriyle çırpınıyor ve yüzmeye çalışıyordu. Altından onu çekecek binbir türlü canavarlar bekliyordu, her an kocaman bir ağız ve onu kuşatan sayısız diş görebilirdi. Bağırıyordu, hep bağırıyor, hep çığlık atıyordu ama bunun henüz farkına varmıştı. Çenesini kapattığında yakınından gelen ciyaklamaları ancak duyabildi.
Gözleriyle etrafını arayınca yine yabancıları gördü otların içinde ama üzerine gelmiyorlar, kendisine saldırmıyorlardı. Otların arasından genç adamın dikkatini çekebilecek kadar uzun süre durup ona bakıyorlar, sonra geri çekiliyorlardı. Fareler de aynı şekilde davranıyordu, ciyaklamanın geldiği yerlerde sürekli bir yerlere doğru koşuyorlardı. Onları takip etti Cem ve hayatı boyunca hiç koşamayacağını düşündüğü kadar koştu. Ciğerleri yandı, bacakları yandı, gözleri yandı ama koşmaya devam etti. Hava kararmadan buradan ne kadar uzaklaşabilirse o kadar iyiydi. Koştukça daha da koştu, aradaki mesafeyi artırdıkçı onu daha da artırmak istedi. Öyle ittiriyordu ki bedeninin sınırlarını artık nefes aldığında inliyordu. Neyse ki aradan geçen saatler sonra bir yola çıkabilmişti ve karanlık çökmek üzereydi artık. Yine de Hanım’ın topraklarından çıktığını biliyordu.
Köylülerden yardım istese de kimse buna cüret etmedi. Bunun yerine genç adamı memleketine gönderdiler. Eşyaları geride kaldığı için buna da razı oldu ama dışarıda var olan böylesine bir tehlike onun hayatının geri kalanını bir insan huzuruyla geçirememesine sebep olacaktı. Eskilerin batıl inançlarındaki varlıkların gerçek olabileceğini bilmek insanı deli eden bir durumdu. Yine de bundan sağ çıkabilmiş ve kaçtığı evin mahzenindeki zavallılardan birisine dönmemişti. Cansız bedenin kirli gözündeki o çaresizce yapılan yardım çağrısı ve aynı anda oradan kaçıp gitmesi için çılgınca yapılan uyarı aynı anda zihninin aynı köşesine kazınmıştı, bu kaşıntının da yok olması mümkün değildi.
Cem evine dönünce ilk bir iki gün hiçbir şey demedi ailesine, onlar da onu rahatsız etmediler. Buna rağmen çok yanlış olayların gerçekleştiğini anladılar. Eve bir dostlarını, Doktor Ahmet Bahadır Işık’ı çağırdılar, onunla biraz konuştu. Ahmet Bey başka bir doktor arkadaşıyla daha konuşacağını söyledi ve onun da iletişim bilgilerini vererek evden ayrıldı. Bu muhabbet Cem’e iyi gelmiş olmalıydı çünkü çiftlik işlerine baştan karışır oldu. Böylelikle kafası da meşgul olacaktı ve her ne yaşadıysa onları düşünmeyecekti. İyileşmeye başlamasından sonraki ilk birkaç gün iyi geçse de Cem’in hastalığı sonradan yine nüksetti.
Tarlaya ayçiçeği ekeceklerini söylediklerinde genç çiftçi delicesine isyan etmişti. Kısa boylu veya yerde bitme ürünler olacaktı, o kadar! Annesi ve babası durumu pek anlamadı, en küçük kardeşi biraz anlayışla karşıladı. Ortanca kardeşleri de sadece güldü.
Aradan geçen haftalar boyunca Cem kendisini oldukça meşgul tutmaya ve yaşadıklarını düşünmemeye çalıştı. Tarlaları ekip biçti, hayvanları otlattı, çiftlik evinin ve kulübelerinin bakımında rol oynadı. Arada sırada yaşanan bir iki absürt çıkışlardan başka ailesiyle de çok iyi anlaşıyordu. “Belki de deliyimdir.” diye düşündüğü her an boynundaki yara izlerini yokluyor ve her defasında kaşlarını çatarak kendinden öncekinden daha emin bir şekilde hayatına devam ediyordu.
Ne var ki bu sıradan akış da eninde sonunda bozuldu. Yine bir tane fareydi Cem’i götüren çiftlik yolunun başladığı yere. Oraya gidince yolun öte tarafında o arabayı gördü. Aynı araba mı değil mi diye baktı bir süre. Aynısıydı. Hemen yakındaki bir kulübeden bir tüfek aldı eline, ne kadar yardımı dokunur bilemeden ama tek güvencesi oydu. Elinde silahla yaklaştı arabaya ama o yaklaştıkça yol da uzuyor gibi göründü, yoksa araba mı geriye doğru gidiyordu? Arkasına baktı genç çiftçi ve gerçekten de çiftlikten uzaklaşmış olduğunu gördü. Önüne döndü, araba da uzaktı hâla. Daha da yürüyünce daha da uzaklaştı araba. Bir süre devam etti bu yavaş kovalamaca ama hava kararmaya başlayınca Cem geri döndü. Arkasına baka baka eve doğru yürüyordu. Birden bir ışık düştü sırtına. Arkasına bakınca gözlerini kör eden iki göz gördü, arabanın gözleriydi bunlar. Panik yapmadan önüne döndü, silahı kullanmaya hazırlandı ve eve doğru yürüyüşüne devam etti. Işıklar da onu takip etti, bir yandan da mekanik bir gıcırdama sesi geldi, adeta bir ciyaklamayı andırıyordu. Silahını ateşleyip düşmanını sinirlendirmek, saldırganlaştırmak istemediğinden adımlarını hızlandırdı. Araba da hızlandı. Cem artık koşmaya başladığında araba da son sürat üstüne geliyordu. Belki yarım saniye bir farkla davransaydı ezileceğini düşündü ama ışıklar o düşene kadar yaklaşabildi ancak. Kafasını yerden kaldırınca yolun bomboş olduğunu gördü.
Derin derin soluklar alıp verdi, terini sildi eliyle ve silahını daha rahat bir konuma getirdi. Evine döndü.
Birkaç gün sonra bu sefer arabayı yolun başında, çiftlik kapısının hemen yanında gördü ve aracın dibinde de yaşlı arabacı dikiliyordu. Yaşından bağımsız bir dinçlik sergiliyordu ve yılgınlık, yıpranma, çökmeden ziyade insanın ruhunu delen bir keskinliğe sahipti. Dar gözleri insan zihninin ta içinden geçiyor ve kişinin iradesini deliyordu. Elleri belinin arkasında birleşmiş hazır olda duruyordu. Dudağı biraz olsun bükülmüyor titremiyor, sivri burnu ve gözlerinin deliciliğine eşlik eden kırışık ama sert yüz hatlarıyla avının üzerine atılmayı bekleyen bir kurt gibiydi. Cem hızla koşarak kulübeden yine çekti aldı tüfeğini ama dışarı çıkana kadar kapıda kimsenin olmadığını görmüştü. Hayal mi görüyordu? Fareli evde geçirdiği zaman onun akli dengesine zarar vermiş olabilir miydi? Kapıya kadar gitti ve yolun başında biraz volta atıp birkaç dakika bekledi. Tam geri dönecekti ki yerdeki teker izlerini ancak fark etti. Bugün çiftliğe hiçbir araç gelmemişti, çiftlikten hiçbir araç ayrılmamıştı.
Tüfeğine daha sıkı sarıldı ve bu sefer kulübeye geri koymadı. Onu yanına alarak döndü eve. Diğerlerini uyarmak istediyse de bunu yapmadı. Olmadık bir belayı, belki sadece onun deliliğine mahsus bir hastalığı onların da başına sarmak istemedi.
İki üç gece daha geçti aradan ve Cem sabah olmadan, daha güneş ışığının ilk işaretleri gelmeden uyandı. Normalde de erken uyanırdı ama bu kadar erken olmazdı. Bir şey onu uyandırmıştı, kesinlikle böyle hissediyordu. Yatağından kalktı ve eline yanında taşıdığı tüfeğini aldı. Gecelikleriyle evin içinde dolaştı ama kimseyi göremeyince üst kattaki odasına geri döndü. Yatağına geçmeden son bir kez bakmak istedi, ne olur ne olmaz diye, pencereden.
Karalar içinde bir kadının çiftlik evinin hemen dışında, ahır ve tarlalar arasında dolaştığını gördü. Hanım değildi bu, giysilerinden anladığı kadarıyla hizmetçiydi. Kadın öylesine dolaşıyordu, özellikle genç çiftçinin görüş alanından çıkmıyordu. Cem tüfeğiyle nişan aldı ama nedense ateş etmedi. Muhtemelen ateş etmenin bir faydası olmayacağını düşündü.
Aşağıya indi, evden çıktı. Yine tüfeği elindeydi ama çevrede kimse yoktu. Yerde ise yine aynı ayak izleri vardı. Bu kez önce güneş doğana kadar bekledi, sonra da ailesi tamamiyle uyanana kadar. Cem’in neden dışarıda elinde bir tüfekle dolaştığını bilmedikleri için oldukça telaşlansalar da kardeşlerin müdahalesi ile sakinleştiler.
Bardağı taşıran sonuncu damla tam güneş battıktan sonra oldu. Tarlada yoğun bir gündü ve böyle meşgul geçmesi Cem’in de hoşuna gidiyordu. Garip hayaller görmüyor, olmadık düşmanlarla karşılaşmıyor veya ailesini tedirgin etmiyordu. Sadece işine bakıyor ve günün yorgunluğunu da sıcak bir çorba veya çay kahveyle üzerinden atıyordu. Güneşin batışını izledi genç çiftçi işleri bitirdikten sonra. Güzel bir manzaraydı ama onu huzursuzlandırdı. Yüz hatları seyirmeye başladı ve her nedense merdivenden düştüğü günkü ağrılar yine canlandılar. Rahatsız olan genç, topallaya topallaya evine gitti ama kötü bir sürpriz bekliyordu onu. Dolunayın üzerine doğduğu yolun bittiği çiftlik kapısında, tam kapının önünde bir karartı vardı. Arkasından vuran ay ışığı yüzünden çok bir şey görülmüyordu ama o duruş ve öfkeden Cem’in içine korkunç bir duygu çöktü. Az daha bakınca çiftlik evinden çıkan sönük ışıklar karşısında duran kişinin ölüm soğuğu soluk tenini ortaya çıkarmıştı. Başı birden ağrımaya, ciğerleri zorlanmaya, elleri, kolları, bacakları titremeye başladı. Kapıdaki karartıya pek çok kez ateş etti yanında tuttuğu tüfekle ama hiçbir şey değişmedi. O gözlerin sonsuz karanlıkta dolandığını ve onların rengine, biçimine büründüğü görebiliyordu. Hemen çiftlik evine kaçtı ve kapıyı arkasından kapattı.
Cem’in panik halinde ve hastalıklı bir durumda olduğunu gören ailesi telaşla onun yanına koştular. Su ve çorba içirmeye çalışsalar da genç çiftçi bunların hepsini reddetti. Yaşadığı dehşetten yığılmak üzere olduğunu görünce de iki yandan iki koluna girerek onu yukarıya, odasına çıkarttılar. Cem o gece ancak bu kadarını hatırladı.
Ertesi gün genç çiftçi kanlar içinde uyandı. Hiçbir şey hatırlamıyordu ama üzerinde bu kadar kan bulaşmışsa da herhangi bir şekilde yaralanmamıştı da. Hemen aşağıya koşunca midesini kaldıran bir görüntü ile karşılaştı. Ailesi vahşice katledilmişti ve her bir aile üyesi başka bir yana atılmıştı. O aşağıya iner inmez bir silah sesi patladı ve bir tüfek mermisi kafasının hemen yanından geçip duvara saplandı. Bağırarak kenara atladı Cem.
İçeriden kardeşi Mehmet çıktı, elinde tüfek, yüzünde de bir dehşet ifadesi vardı.
“Hayatta mısın sen?” diye kekeleye kekeleye sordu. “Kanlar içinde olduğunu görünce öldüğünü sandım. Üç kişi saldırdı gece, iki kadın ve bir ihtiyar adam. Hiçbir silah kullanmadılar, sadece elleri ve dişleriyle öldürdüler herkesi. Ben odama saklandım ve kapıya tuz, demir, sarımsak, defne, gümüş ne varsa yığdım. Sen aşağıya gelene kadar bekledim.”
“Ne zaman saldırdılar?”
“Seni yukarı taşıdık, sonra da korka korka aşağıya inip yemek yemeye koyulduk. Ne yapalım diye kendi aramızda konuşurken kapı çaldı. Annem kapıyı açtı, içeri girmek için izin istediler. Annem izin verir vermez de saldırdılar.”
“Ama güneş doğuyor!” dedi Cem.
“Güneş mi doğuyor?” dedi Mehmet ve pencereden dışarı baktı. “Evet güneş doğuyormuş.”
Yorumlar
Yorum Gönder