7 - Çiftlik (Spooktober '23)
Mehmet Uslam’dan Cem Uslam’a yazılmış bir mektup:
“Kardeşim, yaşadığın olayları hatırlıyorum, unutmak mümkün mü? Buraya neden dönmek istemeyeceğinin, çiftliğe adım atmayacağının farkındayım. Yine de bunu yazıyorum çünkü benim kadar yalnız bir insanın bir cevap, bir çare bulacağı başka kimse yok. Köye gitsem yine herkes bana o bakışları atacak. Şehre varana kadar bir önemi olan olacak ve hiçbir şeyin önemi kalmayacak. Hayır burada durmalı ve her şeyi korumalıyım ama bunu tek başıma yapamam. Umarım bu mektup eline tez zamanda geçer ve ailende geriye kalan tek şey olan kardeşine yardım etmeyi düşünürsün. Çünkü sen bunu yapmazsan bir kardeşin de olmayacak. Bu söylediğimin herhangi bir soyut anlamı yok. Korkarım sana evimize varan belayı bütün açıklığıyla anlatıyorum.
Çiftlik senin bildiğinden farklı olarak her zamankinden daha iyi durumda gidiyordu. İşler o kadar güzeldi ki hayvanlarımızın sayısını artırdım, topraklarımızı genişlettim ve bu büyümenin getirdiği bir gereklilik olarak yeni binalar inşa ettirmeye başladım. Köylüler bizden bir iş almak istemedikleri için köyün dışındaki Kıtalılar’ı tuttum. İyi pazarlık ettiler ama dediğim gibi, bu konuda bir sıkıntımız olmadığı için dayattıkları şartları kabul ettim. Yine de yüreğimi sızlatacak bir tavizdi ama ileriyi düşündüğüm zaman pişmanlık duymuyorum. Bu insanlaır bilirsin, içine kapanık bir topluluktur. Bütün iletişimimiz neyin yapılacağı neyin yapılmayacağı üzerineydi. Çiftlik işlerini ben yapıyordum, onlar da sadece inşaata el atıyorlardı ama ileride uğraşlarımız beni aşacak düzeyde genişleyince yine kullanabiliriz. Bu konuda çok da hevessiz görünmüyorlar. Kesinlikle naz yapacaklardır ama her şeyin paraya bakacağını düşünüyorum.
Burası birden eski zamanlarımızı hatırlatacak bir manzaraya dönüştü, iyi zamanlar tabii. Bir yandan her ne kadar yabani gibi davransalar da insanlar etrafta dolaşıyor, hayvanlar ses çıkarıyor ve ürünlerimiz her zamankinden daha canlı renklerle büyüyorlar. Sabahın ilk ışıklarından doğan uzun ve soğuk gölgeler artık eskisi gibi hüzün vermiyor insana, sanki filmlerde, gazetelerdegördüğümüz o resimler gibiler. Canlılık gelince vahşi hayvanlar da çevrede gezinir oldular. Bu durum biraz soruna yol açtıysa da yırtıcı olanlarıyla ilgilendikten sonra kuşlar ve böcekler o kadar da kötü değil. En azından çiftliğin bir albenisi oldu. Köyden ve kentten bu kadar uzaktayken bir mezarlıkta yaşamadığımızı düşünmek güzel bir şeymiş, bu duyguyu yeniden hatırlayabildim sonunda. Yatağımdan artık bir heyecanla, tazelikle, o gün yapacağım işlerin ileride bana getireceği mutlulukları düşünerek kalkıyorum. Sadece evimizi mülkümüzü değil, kendimi de yenilemiş gibiydim.
O zamanlar başlayan bu düşüncelerim hayvanların bir hastalık kapmasıyla benden koparılıp gitti. Gökten düşen kuşlarla başladı her şey, sonra da bitkilere ve böceklere yayıldı. Ardından bizim tarlalarımıza, ahırımıza girdi bu illet. İnekler, koyunlar, tavuklar, köpekler ve kediler derken bir halsizlik her şeyin üzerine çöktü. Gariptir bizler iyiydik. Ne bana ne de işçilere bir şey oldu. Belki gelişen uygar tıp biliminin getirileri kurtarmıştı bizi ama çiftliğe de iyi bakıyorduk. Ben işçilerden şüphelendiysem de onların da kaygılandığını gördüğümde sorunun başka bir şey olduğunu anladım. Bunu açıkça konuşmadık onlarla, sanırım onlar da benden şüphelendiler. Tabii yine cebimi yakıp ilaçlar, hekimler getirince sıkıntının başka başka yerlerden kaynaklandığını anladık. Yine de bu illetin kökü neydi çözemiyorduk.
Bir kaç gün sonra sorun kendi kaynağını gösterdi. Gecenin geç saatlerinde evin hemen dışından gelen sesler duyduğumda işçiler Kıtalılar acaba bir şeylerin mi peşinde diye düşünüp yatağımdan kalktım. Hemen tüfeğimi kaptım ve aşağıya indim. Pencereden şöyle bir göz attığımda gerçekten de dışarıda birilerinin gezdiğini gördüm. Sessiz adımlarla ilerledim, yavaşça kapıyı açıp evin önünde birisi var mı diye baktım. Kimseyi göremeyince elimde tüfekle dışarıya atılıp fırıl fırıl dönen gözlerle avımı aramaya koyuldum. Yerdeki ayak izlerinden sorunumuzun kaynağının insanlar olduğunu gördüğümde işçiler üzerine temellendirdiğim şiphelerim iyice arttı ama onlarla bir noktada karşılaştığımızda galiba iki taraf da işin içine başka insanların girdiğini anladı. Bu sefer eli silahlı üç beş kişilik bir avcı takımı olarak hedefimizi aramaya başladık.
Zemindeki ayak izlerini ve telaşlanan hayvanların bağırtılarını takip ederek ilerliyorduk ama rakibimiz bizden daha kurnazdı. Geldiğimizi duymuş veya bilemediğimiz bir noktadan görmüş olmalıydı. Ona yaklaştıkça izler bambaşka noktalara gidiyor ve daha uzaktkai hayvanlardan sesler geliyordu. Takibimiz boyunca bazı hayvanların yarı baygın biçimlerde oraya buraya yığıldığını, yer yer de kan lekelerinin saçıldığını görüyorduk. Neler gerçekleşti bilmiyorduk ama kan revan içinde bir durum da yoktu. Düşman her ne yapıyorsa bunu büyük bir dikkatle yapıyordu. Bu durumu görünce daha da hızlandık. Bu sefer nerede ses duysak oraya koşuyorduk ve biz telaşlandıkça avımız da dikkatinten hepten vazgeçip bütün kuvvetini kaçmaya harcıyordu. Hepimiz genç ve dinç insanlardık. Ben hayatım boyunca çiftçilik yapmışştım, Kıtalılar da orada burada ağır işçilik yaptıklarından fizikleri de gayet yerindeydi. Buna rağmen karşımızdaki her kimse bizden daha hızlıydı. Bir türlü yakalayamıyorduk. Yine de büyük bir irade ile devam ediyorduk. Takibimizdeki kararlılığın kırdığı nokta aynı anda başka bir yerden gelen hayvan bağırışları oldu. Çiftikte başkaları da vardı.
İkiye ayrılıp farklı seslerin geldiği yerlere doğru hareketlendik. Bir düşmanımız bu kadar hızlıysa bir diğeri de hızlıdır diye düşünüyorduk ama artık onları yakalama gibi bir gayenin de içinde değildik, yerimizi korumak istiyorduk. Gece boyunca bir oraya bir buraya gittik. Bizleri asıl şaşırtan durum bütün gayretimize rağmen işgalcilerin kendi hedefleri doğrultusunda cüretlerine devam etmeleriydi. Hayvanlara nasıl bir zulüm ediyorlarsa bunu sürdürüyorlardı, biz gelince de kaçıyorlar ve başka bir yerde aynı uğraşı sergiliyorlardı. Bütün gece bu saçmalığı yaşadık. Ne biz pes ettik, ne de onlar. Her şey güneşin ilk ışıklarıyla sonlandı. Ne var ki artık hangi illeti başımıza salmışlarsa gündoğumuna kadar bunu çiftliğin her yanına dağıtmışlardı.
O uykusuz halleriyle işçilerden birkaçı kendi kamplarına dönüp daha fazla akraba dost toplayıp gelmek istediler. Biraz tedirgin olsam da buna izin verdim çünkü geceki saldırganlar beni daha çok korkutuyordu. Kıtalılar’ın çiftliğin geneli hakkında iyi düşünmeleri de belki bu duruma yol açmıştı çünkü kaldıkları derme çatma mahalleden daha iyiydi. Köylülerle hem benim hem de onların iyi anlaşamaması da bu ortaklığın daha fazla büyümesini sağlamıştı.
Elimize daha fazla insan gücü geçince gece çökmeden içeriye giren yabancıları bulmak üzere dışarıda bir arama yapmak için kendimizde bir cesaret bulduk. Beş on kişilik bir takım çiftlikte kalıp nöbet tutarken yaklaşık yirmi kişilik bir takım da izleri takip ederek işgalcilerin inine çıkacaktı. Ben ve gece boyunca benimle birlikte koşan işçiler korkuyorduk ama geri kalanların cahillikten gelen bir güvenleri vardı. Arayışa çıkan kalabalıktan beş kişilik bir takım da çiftliğe çıkan yola geçti ve belki buradan gelen birileri vardır diye oradan ilerlediler. Geriye kalan bizler de izleri takip edip önce tarlalara girdik, orada geçirdiğimiz uzun saatlerden sonra da arazi sınırlarına geçip uzaklara baktık. Bu insanlar kimdi ve neden içeri girmişlerdi anlayamadık ama bu mesafeyi bu kadar kısa sürede kat edebilmeleri akıl mantığa uyan şey değildi. Hem de gece o kadar koşup durmuşken…
Geri döndüğümüzde daha büyük bir felaketle karşılaştık. Gece kontrol ettiklerimizden başka hayvanlar görmediğimiz, tespit edemediğimiz köşelere, çukurlara, yığınlara atılmış ve resmen sopsoluk, kupkuru kalmıştı. Bazı hayvanlar ise hepten yoktu. Demek ki dün gece gördüğümüz kan lekeleri gerçekten de azami dikkatle yapılan gaddarlıkların bir sonucuydu ama neden? Bir ayrıntı daha var ki bu bölgede yaşayan birisinin hiç düşünmek istemeyeceği bir şey. Bu kadar kan alınmıştı ama nereye boşaltılmıştı? Kanın kendisini mi alıp götürmüşlerdi? Diğer hayvanlar neden alınmıştı? Onları da mı aynı sebeplerle bırakmışlardı? Peki geriye oerişan bir şekilde bıraktıkları hayvanlar neden o durumdaydılar? Hiç düşünmek istemedim çünkü varabileceğim cevaplar iliklerime kadar soğuk hisler yayıyordu. Kıtalılar da benimle aynı düşüncelere sahip olmalıydılar. Birbirleriyle kontrolsüz bir telaş içinde fısıldaşıyorlardı.
Korkudan köşeye sıkışmış her hayvanın yapacağı gibi üzerimize gelecek saldırıya karşı hazırlandık. Bu insanlar çiftlikten ayrılıp gidebilirlerdi de ama hem sorunun karşısında dikilmelerini dayatan inatları hem de çiftlik işlerinden gelecek sıcacık paralar onları bu sıkıntının çözmeye değer bir sıkıntı olduğunu düşündürtüyor olmalıydı. Tabii en somut sebep ise yola giden takımdan geriye iki kişinin dönmesiydi. Anlaşılan birden saldırıya uğramışlardı. Rakiplerinin gücün rağmen biraz da batıl inançlarının getirdiği geçmişle düşmanlarına karşı biraz hazırlıklı olunca üzerlerine saldıran üç beş kişiyi öldürebilmişler ama üç kişiyi de kaybetmişlerdi. Uzun boylu, kaslı kuvvetli yağız bir delikanlı dipdiri ayaktaydı, arkadaşı ise yaralanmıştı. Onu eve götürüp yatağa yatırdık. Gerekli müdahaleleri uygulayıp geri dışarı çıktık.
Evimden ayrılmak istemiyordum, gerekirse hem seninle birlikte hem de bu gariplerle yaşadığım her şeye rağmen yuvamı koruyacaktım.
Hazırlığımızı yaptık. Çok kötü bir gece olacaktı.
Herkes pusuya yatıp bekledi. Önce hayvanları çeşitli yerlerde bir araya topladık. Bunlar yem rolünü üstleneceklerdi ama çok zarar görmelerini de istemiyordum. Sonra bütün çiftlik arazisini Yumurtalar, tezekler ve ağır kokulu bitkilerle örttük. Gelen işgalcilerin bizim nerede olduğumuzu bilmelerini istemiyorduk. Böyle durumlar için sakladığımız özel cephanelerimizi ve araçlarımızı çıkardık. Kıtalılar’ın bir kısmı gümüşten yapılmış bıçaklar, hançerler çıkarmıştı, kalanlar da saf demirden yapılmış araçlarla yetineceklerdi. Demir gümüş kadar etkili değildi ama sıradan çelikten çok daha iyi sonuç veriyordu. Canlarını yakacaktık. Ben de hem tüfeğimi hem de tabancamı saf demirden yapılma kurşunlarla doldurdum. Kapıları ve pencerelere tuzlu çamurdan setler çektik, düşmanlarımızı yakmak üzere yakıtlar depoladık. Ayrıca belirli yerlerde tuzlu su biriktirerek buralara elektrik kablolarını bırakacak düzenekler kurduk. İri yarı yağız delikanlı ise yanına at kılından yapılmış bir kırbaç tutturdu. Harp başlamak üzereydi.
Saatler gece yarısını çoktan geçmişti ve gelmeyeceklerine inanmayabaşlamıştık ki bir karartı sinsi sinsi ahırların tarafından yaklaştı. Kafası karışmış gibiydi, bu durum kokudan kaynaklanıyor olmalıydı. Kendimizi bu örtünün altında iyi saklamıştık o zaman fakat önceden görmediğimiz bir olasılık beni korkuttu. Bu işgalciler yeni şartlardan huylanıp geri çekilebilirlerdi. Yine de böyle yapmadılar, yabancı çiftlik arazisinde biraz daha dolaşıp durdu. Koku yüzünden kafası karışmıştı iyice ama çaresiz bir durumda olmalıydı ki arayışına devam etti.
Derken çiftliğin diğer tarafındna başka birisinin daha araziye girdiği haberini aldık. Saklanıp onları beklemeye koyulunca geldiklerini fark edebiliyorduk. Aslında şaşırmıştık çünkü önceki gece peşlerinden koşmamız ve sonrasında yolda varolagelen kapışma düşmanlarımızı seçeneklerini yeniden gözden geçirmeye itmiştir diye düşünmüyor da değildim. Böyle olmadı. Artık açlıklarından kaynaklanan bir umutsuzluk mu onları ellerine geçen tek şansı değerlendirmeyeyöneltmişti yoksa gerçekten de çok ukala varlıklar mıydı bilmiyorum ama tuzağımıza düşmüşlerdi.
Kıtalılar harekete geçmemiz konusunda mızmızlanıp durdular ama ben beklememiz gerektiğini söyledim. Savunma hattımızın en içlerine kadar girecekler sonra da dört bir yandan kuşatılıp imha edileceklerdi. Bekledik, bekledik ve bekledik. İşgalcilerin gerçek çehrelerini ancak burnumuzun dibine kadar girdiklerinde gördük. Hayvani gözleri ve vahşet kokan bir yüz ifadeleri vardı. Açlardı, çok açlardı. İyice dibimize girdiler ve bir tanesi ile artık birbirimizin nefesini alacak kadar yakınlaştığımızda ancak işareti verdim. İşaretim, göz göze geldiğimiz yaratığın suratını tüfeğimle darmadağın etmemdi.
Bir anda çiftliğin dört bir yanından gökler gümbürdedi, şimşekler çaktı. Her yer binbir türlü farklı renk ile bezenmiş ışıklarla aydınlandı. Senin burada yaşadığın olaylarda bile bu çiftlik böyle bir manzara ile hiç karşılaşmamıştı. Toplamda belki de elli kişinin hayatları pahasına giriştikleri bir savaştı bu, evimiz artık savaş alanıydı.
Sana meydana gelen dehşeti hiç anlatamam, dilim varmıyor. Ne Büyük Savaş’ta ne de Devrim’de böylesine vahşi şeyler yaşanmamıştır ama sanırım bu biraz da karşımızda duran düşmanın kendi tabiatından kaynaklanıyor. Gün ışığı boy gösterene kadar çarpıştık ve en sonunda bizden geriye belki bir beş kişi kalmıştı. Onlar yine de bitmemişlerdi, çok zarar vermiştik ama bitmemişlerdi. Kaçanların da bizim yüzümüzden değil, göğe doğru yükselmekte olan güneş yüzünden kaçtıklarına eminim. Kalabilselerdi kalıp bizim de icabımıza bakmaya yelteneceklerdi. Yapabilirlerdi demiyorum ama belki de yapabilirlerdi.
Kardeşim, senin yardımına ihtiyacımız var. Burada biraz daha dayanabileceğimizi düşünüyorum çünkü devreye kanun güçleri ile çok daha fazla Kıtalı girecek. Yine de karşımızdaki doğa ucubelerinin de sonunun geldiğine inanmıyorum. Daha fazlası gelecektir, bundan eminim. Bütün çaresizlikleri ile olan kuvvetleriyle saldıracaklar ve bu sefer ellerinden gelenleri artlarına koymayacaklar. Bütün umudum seninle. Senin bu konuda deneyimin, gücün kuvvetin, bilgin ve özellikle dostların var. Evini kurtar, aileni kurtar. En azından bu kadarını borçlusun bana.”
Cem elindeki mektubu okuduktan sonra onu kendisine getiren iri yarı yağız delikanlıya baktı. Delikanlının yüzünde hem öfkeli hem de mağrur bir ifade vardı. “İllet muharebe esnasında şahsına da temas etmiş. Ertesi akşama kadar dayanamadı, ucubelerden birisine dönüşmeye de rıza olmadı.”
El işareti yaparak durdurdu Cem esmer Kıtalı’yı. Durumu anlamıştı, daha fazla duymasına gerek yoktu. Her şeyin zamanı gelecekti.
Yorumlar
Yorum Gönder