1 - Manastır (Spooktober '21)
Dünya ne kadar muazzam ve korkunç olabilir ki insan içinde bulunduğu bu ortamda var olmaya devam edebilmek için kendisinden başka araçlara, kişilere ve varlıklara ihtiyaç duysun? Neden kendi benliğimizi bir kenara bırakıp bambaşka benliklerden yardım ummayı bekleyelim? Hangi tehlikeler, kavramlar ve arzular bizim kendi çevremize ördüğümüz duvarları kuşatıyor ki akıl sağlığımızı koruyabilmek için başka akıllarla işbirliği yapmak zorunda kalıyoruz? Ne zaman kendi özüme inanmayı bırakıp benden ayrı varlığını sürdüren şeyleri, kendi hayatım için vazgeçilemez kıldım? Hangi noktada onlara inanmaya başladım? Çevremizi saran evren, tekil bireylerin yalnız varlıklarını sürdürmesine izin vermeyecek kadar kötü öğelerle dolu ki en sonunda kendimiz olmayı bırakıp birbirimizle anlamlı bağlar kurarak kendimizden daha fazlası olabilecek daha büyük varlıkları oluşturuyoruz.
Hiç şaşırtıcı olmamalı ki toplumun geri kalanından daha farklı inançları benimseyen bir soydan gelen ben, böyle düşünceler ve geleneklerle eğitilip büyüdüm. Sarı rahiplerin manastırlarına yaptığımız düzenli yolculuklarda, göklerin gizli gözlerine tapınıp durduk. O gözlerin bizleri her zaman izleyip korumasını izledik, bize daha art niyetli bir şekilde bakan başka üstün varlıklardan. Evimin, çevremin, okulumun ve daha sonra işimin yer aldığı yoğun bir büyük şehir olan Körfezkent ile oldukça sade, küçük, önemsiz bir il olan ama bizim mensup olduğumuz Sarı Manastır’ın yer aldığı Körbolu arasında her haftasonu gidip geliyorduk. Bu da tabi ki haftasonlarını daha farklı etkinliklerle geçiren çevremle arama bir uzaklık kattı.
Körfezkent o kadar büyük bir yerdi ki eğitimimi bitirip hayata atılacağımda ailemin evinden çıkmak zorunda kaldım. İtiraf etmeliyim ki uzun bir süredir içten içe bunu istiyordum, her genç insanın eninde sonunda istediği gibi. Kendime ait bir eve, kendi düzenime ve en nihayetinde özgürce bir hayata geçtiğimde ise ailem ile aram yavaş yavaş açılmaya başladı. Aynı şekilde inançlarım ile de arama bir mesafe girdi. Bu uzaklaşma aslında bana çok büyük bir huzur ile keyif veriyordu ve bu durum bir süre böyle devam etti. Farkında olmadığım olay ise korkunç bir belanın bu süreç ile birlikte hayatımda gitgide büyümeye başladığıydı.
Ne zaman tam olarak bu durumun varlığından haberdar oldum bilmiyorum. İş yerimde bilgisayarımın başında görevlerimi yürütürken belirli yabancıların çalışma alanımın yanından geçtiklerini hatırlıyorum. İçimdeki bazı duygu ve düşünceleri iyice rahatsız eden kişilerdi bunlar. Bazı iş arkadaşlarıma bu durumdan bahsedince de bu kişileri hiç fark etmediklerini söylediler. Üzerinde biraz düşününce bu yabancıların ortaya çıkış anlarında genelde çevrede kimse olmuyordu. Acaba işyerinde gün düşleri mi görüyorum yoksa sadece belirli kötü rastlantılar mı bunlar diye düşünüyordum. Tutucu geçmişimi geride bırakma çabalarım sağlıksız bir şekilde ilerliyor olabilir miydi? Kafamdaki eski takıntıların oyunlarına mı kurban oluyordum?
Kaynak her ne olursa olsun sorun çözülmedi. Bu kişiler hayatımın başka yerlerinde de kendilerini göstermeye başladılar ama asla benimle doğrudan temas kurmadılar. Ne zaman onları görüp fark etsem hemen ortadan kayboluyorlardı. Tam onları unuttuğum anlarda ise baştan ortaya çıkıyor ve kafamı iyice puslandırıyorlardı. Onların ortaya çıktıkları anlarda içindeki endişe çok yüksek düzeylere ulaşıyordu, kalbim son hızla atıyor, damarlarımdan akan kan vücudumu sıkıştırıyordu. Kollarım ve bacaklarım zamanla titremeye başladı ve böyle durumlarda hiç hareket edemez oldum. Durum gittikçe kötüleştikçe bu yabancıların çevremde durma süreleri de artıyordu. Kesinlikle bana yakın bir konumda olmuyorlardı ama illa ki uzaklardan bir yerlerden beni izliyorlardı. En sonunda bir gün iş yerinde iç dünyamdaki bazı teller koptu ve onlara bağırıp çağırmaya başladım. Ne kadar süredir onlara bağırdım bilmiyorum ama sonraki hatırladığım şey bir hastanede gözlerimi açmam olmuştu.
Bu yabancılar bazı sağlıksız takıntıların sonucu olacak ki geçirdiğim sinir krizinden sonra onları bir daha görmedim. İçimde geçmişime dair biriken olumsuz duyguların patlamasıyla çözüldüğünü düşündüm bu sorunun, bir süre için. İşimden de izin aldığım bu süre boyunca gezilere çıktım, dinlendim, çeşitli etkinliklere vakit ayırdım. Hayatımın bu noktası geri kalan kısımlara göre daha iyi geçiyordu ve bu durumdan çok memnundum. Geleceğimin de böyle devam edeceğini düşünerek izinli günlerimi geçirdim ve işyerine geri döndüm. Ne var ki yine bir endişe duygusu yükseldi içimde, kalp atışlarımın hızlanmasıyla damarlarım bir kez daha vücudumu kavrayıp sıkmaya başladı. Dizlerim titriyordu, alnımdan boncuk boncuk ter akıyordu. Gözlerim puslandı, nefes alışım zorlaştı ama yine de büyük bir kararlılık ile çevremde bu yabancıları aramaya başladım. Hiçbir şey göremedim. İş çevresinden arkadaşlarım da benim bu durumumu fark edince beni bir koltuğa çektiler, su verdiler ve iyileşene kadar benimle ilgilendiler. Onlara yabancılardan bahsetmedim, durumumu açıklamadım ama gözlerim sürekli o kişileri aradı. Yine hiçbir şey göremiyordum fakat orada olduklarını biliyordum. Bu noktada kendimi geçmişimin getirdiği bu sağlıksız takıntılara teslim edip her şeyi çözecektim.
Sağlığımı da bahane ederek işten izin aldım. Benim yerime gelecek geçici eleman için gerekli olan bütün görevlerimi yerine getirdim ve evime dönüp hazırlık yapmaya başladım. Önce eski hayatım ile ilgili bilgilerimi tazeledim, ailem, soyum, inancımız, manastır… Sonra da çantalarıma gerekli donanımlarımı doldurdum. Nedense bu donanımların arasında eski eşyalarım da vardı. Çocukluğuma ve eğitim hayatıma dair eski anılar… Yanımda getirsem bir yararını mı görecektim yoksa onlardan kurtulmak için miydi tüm bu uğraş bilmiyorum. Nedeni fark etmezsiniz yolculuk boyunca taşıdığım yükler arasında onlar da olacaktı. Aslında çok da uzun bir yolculuk değildi bu, yine de benim için yorucu olacaktı. Körbolu’ya gidiyordum, Sarı Manastır ve benden aldıkları ile yüzleşecektim.
Meydan’dan kalkan şehirler arası otobüslerden bir tanesine bindim ve koltukta öylece oturdum. Evimden uzaklaştıkça üzerime bir ağırlık çökmeye başladı ve her ne kadar bu ağırlığa karşı etkin bir direnç göstersem de gözlerim yavaş yavaş kapandı ve bilinç dünyasını olduğu gibi terk ettim. Yolculuk boyunca geçen bu uyku sırasında, yıldızların arasında asılı kaldığım bir düşün içinde idim. Yalnız olmam gereken yerde hiç de öyle hissetmiyordum. Kozmik alev kütlelerinin arasındaki karanlıkta başka zihinlerin saklandığını anlayabiliyordum. O hiçliğin içinden bana fısıldıyorlar, zihnimi onlara açmamı istiyorlardı. Felç olmuş bir şekilde karanlığın arasında öylece asılı dururken onlara karşı tamamen savunmasızdım ve tek yapabildiğim kendi iç dünyamda yarattığım korkuydu. Fısıltılar yerini kesin emirlere bırakınca daha fazla dayanamadım ve “Hayır!” diye haykırdım.
Haykırışımla birlikte uyanmıştım ama aracın içindeki herkes bana bakıyordu. Düşlerimdeki varlıkların benden neler istediklerini bilmiyordum ama var olabilecek herhangi bir durumda kabul edebileceğim bir şey değildi. Diğer yolcular da sakinleştikten sonra gözlerimi pencereden dışarıya çevirdim. Engin ormanlar, sonu gelmez ovalar, ortadan hiç kalkmayacakmış gibi görünen bir sis ve bu sisin sürekli dövdüğü görkemli tepeler bana çoktan Körbolu’nun sınırlarına girdiğimizi söylüyordu. O tepelerden birinde, uzun ve sık ağaçların arasında, sisin kuşattığı ceplerden birinde Sarı Manastır dikili bir şekilde duruyordu. Onun içinde ise beni rahatsız edecek cevaplar bekliyordu.
Körbolu merkezine gelince otobüsten indim ve iner inmez yerlilerin yargılayıcı bakışları ile karşı karşıya kaldım. Sarı Manastır ile üyeleri bu ilde her zaman hoş görülmeyen bir öğe olmuştu ve az çok ayırt edici görünüşümden az çok nereye gideceğim belliydi. Yine de yolculuğumda bana engel çıkartacak davranışlarla karşılaşmadım, tiksinti ve içerleme duygularıyla dolu gözlerin bakışlarından başka. Beni Sarı Manastır’ın bulunduğu Düştepe’ye giden özel bir araç bulup kentten ayrıldım. Aracın sürücüsü böyle yolculuklara alışmıştı ve özel olarak manastır ziyaretçilerine yol hizmeti sunuyordu. Başka yolcuların bu aracın yakınından bile geçmedikleri de fark ettiğim detaylar arasında oldu.
Araçtan inmeden sürücü bana hangi saatlerde yine burada olacağını söyledi ve sonra manastıra giden yürüyüşüme başladım. Düştepe’nin sisli ormanları arasında çocukluğumdan gelen bir alışkanlıkla yolumu bulabildim ama bu sefer bir şeyler farklı gibiydi. Ağaçları saran sis gökteki yıldızların arasındaki karanlığı andırıyordu, sisin içinde bir şeylerin saklandığını veya pusuda beklediğini sezebiliyordum. Böylece adımlarım hızlandı ve ağaçları daha hızlı bir şekilde geride bırakmaya başladım. Manastıra yaklaştıkça etrafımı saran bu varlıkların yarattığı his daha da güçlendi ama aynı anda bambaşka endişeler de yükseliyordu içimde. Körfezkent’teki günlük yaşamıma dadanan yabancıların yarattığı duyguların aynısıydı bu hisler. Ne yapacağımı bilemeden hızlı hızlı yürüyüp manastıra ulaşmaya çalıştım ama kesinlikle koşmadım. Eğer koşarsam onları sinirlendireceğimi, harekete geçireceğimi biliyordum.
Herhangi bir varlığın pençesine düşmeden manastıra varabildim. Duvarları eskimişti, çevresinde eskisi gibi bir kalabalık yoktu. Onu saran sisin içinde tek tük şekilleri seçebiliyordum, bunlar benim hayatıma dadanan yabancılardı ama şimdi benimle bir ilgileri yok gibiydi. Sadece manastırın çevresinde geziyorlardı, bir şeyleri bekliyor gibiydiler. Gözlerimi onlardan çevirip manastıra doğru ilerlemiştim ki bastığım toprağın bile yapısının değiştiğini gördüm. Daha yumuşak ama yoğun bir çamur kaplamıştı bütün zemini. Çamurun içine bastığım ayaklarımı yukarı çekmek çok zor oluyordu. Merkezi manastır olan sisten bir kafesin içine hapsolmuştum, kafesin dışında tanımlanamaz varlıklar geziyordu ve buradan çıkmam zor olacaktı. Manastırın kapısında beni bekleyen Sarı Rahip’in sözleri ile bu düşünelerim yarıda kaldı.
“Dışarıda durmak hiçbirimiz için pek güvenli olmaz” dedi ve içeri girdi, arkasından kapıyı aralık bırakarak. İlk başta biraz şaşırsam da hemen kendime gelip onu içeriye doğru takip ettim. “Kapı” diye uyardı beni rahip ve böylece kapıyı kapadım. İçerisi çok karanlıktı ve hiçbir şey göremiyordum. Rahip ise karanlığa alışmıştı ve manastırın içini çok iyi biliyordu, bu yüzden hiçbir ışık kaynağı olmadan rahat rahat hareket etti karanlığın içinde. Bir kaç saniye içinde bir masanın üzerinde duran mumları yaktı ve içerisi aydınlandı. Mumlarla dolu masanın üzerinde ise bir sürü isim ve takı vardı.
Benim gözlerimin onlara kaydığını görünce söze girdi rahip. “Eski rahipler, keşişler, acemiler ve manastırın hizmetlileri, öldüler”
“Öldüler mi?”
“Evet, yıllar bize pek iyi davranmadı, her şey kötüleşti”
“Son gördüğümde ışıl ışıldı burası, yeni yapılmış gibiydi”
“İki bin yıldır ayakta ama sürekli bakımını yapacak kaynağımız oluyordu hep”
“Bizim kaynağımızı kastediyorsun”
“Bağışlar, miraslar, göklerdeki efendilerimiz her zaman daha fazlasını sunmanın bir yolunu buluyordu”
“Göklerdeki efendileriniz değil, yerdeki takipçilerinizdi daha fazlasını sunan”
“Tanrıların kendilerinin yeryüzüne inip işbaşı yapması pek yanlış olmaz mıydı?”
“Bunu bahane edip bizim gibi insanları sömürmeniz, tüm o şeyleri yapmanız yanlış değil miydi?”
“Sadece efendilerimizin dilediğini yaptık, tüm bu yolu manastırı yermek için mi geldin?”
İçim tiksintiyle doldu, büyük bir öfke yüzümü saran damarlara hücum etti, rahibe çıkışacak oldum ama sonra başka bir duvarda asılı o giysileri gördüm. Bu giysiler beni bu noktaya kadar rahatsız eden, hayatımın ritmini berbat eden o yabancılara aitti.
“Bunlar… bunlar da ne?”
“Bu giysileri tanıyor musun?”
“Evet, daha önce gördüm”
“İmkansız, tabi eğer bunun için buraya gelmediysen”
“İşimden, evimden, kendimden nefret ettiren, yaşamdan mide bulandıran bazı yabancılar var. Her yerde beni takip ediyorlar. Burada bir cevap bulabileceğimi düşündüm bu belaya ve buldum da. Nedir bu giysiler? Kim onlar?”
“Maalesef sana verebileceğim tatmin edici bir cevap yok. Soyumuzun getirdiği gururla beraber bazı çok ağır yükler de var. İnancımız ve inancımızın getirdikleri de bunlar arasında”
“Ne demek bu, bu yabancılar gelip benden hesap mı soruyorlar?”
“Bizim soyumuz tarih boyunca varlığını sürdürebilmek için farklı yöntemlere başvurdu. Kullanılan yöntemler bazı kişilerin yargılarına göre aşırıydı ve böylece her gittiğimiz yerde kendimizi toplumun genelinden ayrıştırmak zorunda kaldık. İnsanlar bu gibi uygulamalara tahammül göstermeyebiliyor”
“Ayrı bir mide bulantısı olan uygulamaları konuşuyorsun”
“Gerekliydi”
“Çünkü efendileriniz mi istedi?”
“Evet”
“Böyle şeyler isteyen efendilere tapmaya nasıl devam edebilirsiniz? Bu şekilde hayatınızı mahveden?”
“Çünkü onlar bizi başka efendilerden koruyor. Başka yırtıcı kozmik varlıklardan. Göklerde nasıl bizi koruyan yüce gözler varsa, bu gözlerden saklanmaya çalışan ve bizim gibi kendilerinden daha küçük olan varlıkları avlayan zihinler de var”
Hiçbir şey söyleyemedim, belki çocukluğumda bana anlatılmıştı bu hikayeler bir kez daha ve buraya gelirken de bilinçaltı bir düzeyde bu hikayeleri hatırlayıp bu düşleri görmüştüm. Belki de buraya gelirken ormanda hissettiğim duygular da bu bilinçaltındaki hikayelerin ortaya çıkışıydı ama zihnimin çok derinlerinde saklanan küçücük düşünce parçacıkları rahiplerin söyleyeceklerini dinlemem gerektiği konusunda çaresizce bağırıyordu.
“Sen de gördün demek” dedi rahip ve kafasını sallayıp eliyle duvardaki giysileri işaret etti. “Yabancı olarak tanımladığım bu kişiler herhangi bir insan varlığından yoksun bambaşka bir toplum, veya tür de diyebilirsin. Bu giysinin kendisi ise bu manastırın buraya kurulma sebebi. Bizim inancımızın temel bir uygulamasıdır bu. Bizi bahsettiğim diğer art niyetli zihinler ve onların kuklalarından korumakla yükümlüler. Sen de onları görmüşsen bil ki onlar başka şeylerin oradaki işgaline tepki vermişlerdir. Onları senden uzak tutmaya çalışmışlardır”
“Nasıl yani?”
“Yani ne zaman bu varlıkların orada bulunmalarından rahatsız olmuşsan, aynı anda başka yırtıcıların pençesinde kalacak duruma gelmişsindir. Eğer ki bu yabancı dediğin varlıklar orada olmasaydı şimdi varacağın durum çok perişan olacaktı, ölümden beter bir kaderin sonuna ulaşacaktın”
“Yani ya bu kader ya da bir diğeri mi?”
“Evet”
Sonraki konuşmalarımız anlamsız göndermeler ve geçmişe dair ayrıntılardı. Sarı Manastır’ın takipçilerinden devam ettirmesini istediği uygulamalar sürekli kafamda yankılanıp duruyordu. Bu uygulamalar yüzünden toplumdan dışlanmıştık ve tam olarak kaçmak istediğim şeyler de yine bunlardı. Buna rağmen bu yerden ve bana yüklediklerinden kaçınca çok daha farklı kapanların kurbanı mı olacaktım? İmkansız bir seçimin dayatıldığı çaresiz bir durumdu bu ve bu durumun bir sonucu olarak manastırda kalmayı tercih ettim. Soyumun beraberinde getirdiği bu kaderi başkalarına bulaştırmayacaktım, sonraki nesile bırakmayacaktım. Hayatımın geri kalanını manastırda yaşayan bir görevli olarak geçirdim eve eninde sonunda bir sarı rahip oldum. İnsanları uzaklaştırdım ve kimseyle bir temas kurmadım. Manastırın kendisi çürümeye devam etti, onu saran sis ve sisin içindekiler de öylece kaldılar. Yine de ara sıra gelen oluyordu, bir ara bir doktor gelmişti, ondan yıllar sonra da bir takım kötü olayların ortasında kalmış bir genç. Buna rağmen manastırdaki yalnızlığım hep öyle kaldı.
Evren ben ve benim gibi insanlar için berbat bir yer. Varlığımızı devam ettirmek için hep başkalarına ve başka şeylere ihtiyacımız oluyor. İnsanlar tekil olarak zayıf, kırılgan ve bir kukla niteliğinde. Yine de başıma açılan bu beladan bir şekilde kurtulmak veya belki ondan öcümü almak için kendi yalnızlığımı seçtim. Eninde sonunda ben de yalnız birisi olarak öleceğim. Benim ölü yalnızlığımla birlikte manastır da ölecek, başımıza açılan bu belalar da. En sonunda yalnızlık evrenin acımasızlığına bir kez bile olsa üstün gelecek.
Yorumlar
Yorum Gönder