30- Deniz Fenerinin Çağrısı Bölüm 5: Hastane (Spooktober '21)



Günlüğü bulduktan sonra peşimden gelen yabancıyı bir daha görmedim. Onun geldiği kapıya korkudan titreye titreye yaklaşabildim. Kimseyi göremeyince yavaş yavaş oradan ilerledim ve eninde sonunda kampüsün başka bir fakülte binasına çıkabildim. Eve dönüş yolunda bacaklarım tutmuyordu, nefes alış verişim düzensizdi. Arkamda bıraktığım kampüsü, yaşadığım olayları, okuduğum günlüğü ancak eve varınca düşünebildim. Kulübedeki figürün verdiği ipucu aslında işe yaramıştı, tabi bu ipucunu iyi niyetlerle verdiğini düşünmüyordum yine de. Dalgıcın günlüğünde yazdıklarından ortaya çıkan karmaşık ama kesin bir gerçek vardı. Enstitü çok daha büyük ve sinsi amaçların peşindeydi. Yaşadığım sorunlara bulacağım çareye, Enstitü’nün bu çabalarını takibe dersem ulaşabilecektim. Bu araştırmanın sonraki Bakırada’daki o körfez olacaktı. Nedense bu yer, araştırmanın son durağı olacakmış gibi geliyordu bana.

Tüm bunlar aslında sindirmesi çok zor bilgilerdi. Her ne kadar Bakırada’ya gitmemiş olsam da ailemin kökeni oraya dayanıyordu. Yirminci yüzyılın ortasında adada yaşanan iç çatışmalar sırasında ailemin kökleri Yurt’un iç kısımlarına göç etmişti. Yerleştikleri yeni topraklarda geçirdiğim çocukluk yıllarından sonra ise buraya, Körfezkent’e gelmiştim. Böylece çağdaş dünyanın merkezi bir yerleşiminde yeni bir yaşamım olacaktı. Kendi istediğim geleceği kuracaktım, uygarlığın önemli bir parçası olacaktım. Ne var ki kozmosun bilinemez mekanizmaları benim böyle bir yaşam sürdürmeme izin vermeyecekti. Kaderin ağlarıyla örülmüş bir tuzağa çekiliyordum, kökenlerimin doğduğu yere geri dönmem gerekiyordu.

Zavallı bir cahillikle okula daha sonra geri döneceğim düşüncesi ile kaydımı dondurdum, hâlâ çevremde kalmayı seçmiş arkadaşlarıma veda ettim. Şehrin güzelliklerini son bir kez gezdim, sokakların havasını içime çektim. Fakültemi dolaştım, göleti ziyaret ettim, Karakol binasına bir kez daha göz attım. Önümde bekleyen yolculuk için gerekli eşyalarımı topladım, evrakları hazırladım. Evden çıkışım zor olmadı çünkü zaten içindeyken güvende hissettiğim bir yer değildi ama içinde dolaştığım sokaklardan ayrılmak çok güç oldu. Çocukluğumun geçtiği o küçük ve tutucu kasabadan kaçabilmiştim ama geçmişin daha da derinlerine ulaşan kökenlerimden kaçamamıştım. Geleceğimi kurmak için geldiğim bu muazzam şehir, beni kaçınılmaz olanın gelişinden koruyabilecek kadar engin değildi.

Havaalanına giden otobüse bindiğimde gözlerim camın dışında duran sokakları, caddeleri, insanları, mağazaları, parkları, şehri izledi. Kanalın sularını gördüm, Enstitü kampüslerinin görkemli binalarını gördüm, Körfezkent’i dünyanın her yerinden daha eşsiz bir yer yapan her bir detayı, canı, manzarayı gördüm. Uçak kalkarken de zihnimin bir köşesinde biliyordum ki bu ayaklar bir daha aynı kentin zeminine basmayacaktı. Umutlarımdan uzaklaştığım her bir saniye beni karanlık düşlerime yakınlaştırıyordu. Gerçekliğin kendisi ile arama koyduğum mesafe arttıkça, gerçek olamayacak kadar korkunç şeylerin ağırlığı artıyor, benim varlığım yavaş yavaş siliniyordu. Gece ve gündüz düşlerimde gördüğüm yere yaklaştıkça içimdeki başka bir benlik bütün gücüyle isyan ediyordu ama evrenin bu akışına olan teslimiyetim bu isyanın dış dünyaya taşmasına izin vermiyordu.

Uçak yeniden yeryüzüne indiğinde ve ayaklarım yeniden gezegenin kendi yüzeyine bastığında tanrısal bir ısı dalgası yüzüme vurdu. Acımasız topraklara girmiştim, Bakırada beni böyle karşılaşmıştı. Havaalanından çıkmadan önce herhangi bir anda dönüş bileti alıp Körfezkent’e geri gidebilirdim ama bunu yaparsam tüm gerçekliğin büküleceğini ve bilinmeyen güçlerin benim bunu yapmama izin vermeyeceğini hissediyordum. Herhangi bir direniş, mücadele göstermeden oradan çıktım ve Kumağzı denen kadim ama küçük şehre giden bir araca bindim. Aracın camlarından izlediğim kurak, sonu gelmez kırların üstüne ara ara bataklık cepleri serpilmişti. Bu ceplerin etrafına ise adadaki son su kaynaklarını tüketmeye çalışan ağaçlar dizilmişti. Ağaçların gövdeleri ve dalları kas yığınlarını ve uzuvlarını andırıyordu. Sanki yanlarından geçen tüm canlıları bu uzuvlarla yakalıyorlar ve bitmek bilmez açlıklarını, susuzluklarını geçici de olsa gideriyorlardı. Sonra kırlar da bitti ve kentin kendisi geldi.

Körfeze yakın bir yerde savaştan beridir ayakta duran bir otel buldum ve bir oda tuttum. Otelin kendisi, aslında terk edilmiş binalardan bir tanesiydi ama onarım çalışmalarından sonra yeniden kullanıma açılmıştı. Otel içinde dolaşırken burasının önceki sahiplerinin özel hayatını rahatsız ettiğimi hissettim. Zaten bu belanın başıma dadanmasından beridir gerçek dünyadaki kırılgan unsurları algılamak yerine sezgilerime ve hislerime daha fazla güvenir olmuştum.

Oteldeki odamın baktığı yer ise körfezin kendisiydi. Buradan çevresine kafelerin dizildiği girintiyi, melez deniz canlılarının taklit edildiği girintinin içindeki heykeli, körfezin etrafını saran kumsal şeridini, kumların arkasındaki binaları, körfez düşümdeki her bir ayrıntıyı görebiliyordum. Körfezin suları düşlerimdeki kadar temizdi ama ardının görülebildiği bu sular o kadar derinlere uzanıyordu ki sonsuza açılan karanlıkta kaybolabiliyordum. Otelin devamında, şehrin terk edilmiş bölgesini de görebiliyordum ve bu kısım içimde ölçülemez bir huzursuzluk duygusu uyandırıyordu. Körfezin merkezinde ise hiçbir şey yoktu. Deniz fenerinin olması gereken yerde sadece öylece duran sular vardı. Bu hiçlik olgusu zihnimde bazı düşünceleri titreştiriyor ve iç dünyamda hiç canlandırmak istemediğim durgun bölgeleri harekete geçiriyordu.

Yakındım. Aradığım cevaba burada çok daha yakındım ama bu iyi bir şey değildi. Başka bir varlık zihnimi dolduruyordu. Bir his veya düşünceden çok daha farklı bir kavram giderek güç kazanıyor ve kendini benim kişiliğimde kabul ettirmeye çalışıyordu. Kulübedeki yabancının dediği gibi cevaba yaklaştıkça körfezin daha derin, daha karanlık sularına iniyordum. Yine de içimde durdurulamaz bir parçam, beni cevabı aramaya itiyordu. Sonunda tüm sorularım cevaplandığı zaman ne olacaktı peki? Yaşamımı, işlerimi güçleştiren düşler gidecek miydi? Beni takip eden yabancılar ve içimdeki baskın, iğrenç, korkutucu duygular ortadan kaybolacak mıydı? Artık bu düşüncelerin beni arayışımın sonucundan uzak tutamayacağı kadar yakınlaşmıştım cevaba.

Enstitü buraya gelmişti ve Körfez sularında bir girişim başlatmıştı. Karakol’da gördüğüm deniz feneri çiziminin gösterdiği yapıyı inşa etmeye çalışmışlardı. Muazzam miktarda kaynak aktarmışlar, sayısız çalışanı buraya atamışlardı. Adadaki hareket üssü olarak da eski şehir hastanesini kullanmışlardı. En azından dalgıcın günlüğünde bunlar yazıyordu ama ben günlükte yazanlara inanmıştım. Günlüğün o kadar derinlerden yeraltındaki o tesise gelmesi mümkün değildi. Getirilmişse de yine büyük çabalar harcanmış olmalıydı, yazılanlara müthiş bir önem veriliyor olmalıydı. Bir nedenden dolayı ben de o günlüğe yöneltimiştim, hem kulübedeki o yabancı tarafından, hem de Karakol’da beni takip eden o yabancı tarafından. İstediğimi alabilmem için o hastaneye gitmem gerekecekti.

Hastaneye gitmek için hazırlıklarımı yaparken gündüz düşlerim de iyice yoğunlaştı ve zihnimi doldurdu. Otel odasının penceresinden temiz hava almaya çalışırken gözlerim yine körfezin sularına kilitlendi. Bir yandan üzerinde hiçbir şey olmayan o suları izliyordum, bir yandan da o suların üstünde beliren deniz feneri görüntüsü ile boğuşuyordum. Başıma ağrılar girmişti, fenerin ışığı dönüp dönüp gözlerime vuruyordu. Işığın her dönüşünde başım biraz daha ağrıyor, zihnim biraz daha bulanıyor ve dengem biraz daha bozuluyordu. O bulanıklık içinde fenerin altında ve çevresinde başka şeyler de görmüştüm ama hiçbirini tam olarak seçemiyor veya hatırlayamıyordum. En sonunda odanın içindeki yatağa yığıldım ve bilinç dünyasından yine düş dünyasına düştüm.

Gözlerimi yeniden açtığımda güneş çoktan batmıştı. Daha fazla vakit kaybetmek istemedim ve otelden ayrıldım. Hastanenin kendisi şehir meydanından çıkan caddelerden bir tanesinin üzerindeydi ama burası şehrin eski canlılığını kaybetmiş bir kısmıydı. Derinköy denilen terk edilmiş bölgenin yanında olması, eğlence mekanlarından çok resmi dairelerin, okulların, istasyonların bulundurması ve Derinköy ile Kumağzı’nı birbirine bağlayan büyük bir ormanın yanında durması insanları buradan uzaklaştırmıştı. Gün ışığından yoksun olan bu saatlerde ise bu yerlerde hiçkimse dolanmıyordu. Hastaneye vardığımda kendimi büyük bir caddenin ortasında, eskimiş, yıpranmış, kirlenmiş, çatlamış, parçalanmış heykellerin arasında, kocaman çok katlı yapıların pencerelerinden yöneltilen tekinsiz bakışların hedefinde bulmuştum. Bölgede görebildiğim tek kişi bendim ama yalnız değildim.

Hastane binasının kendisi ise yıllardır kullanılmıyordu. Yirminci yüzyıl boyunca hem bir hastane hem de Enstitü’nün bir fakültesi olarak işlevini sürdürmüştü ama yirmi birinci yüzyıl varlığını gösterirken hiçbir açıklama yapılmaksızın kapanmış ve bir daha hiç kullanılmamıştı. Hastanenin avlusu genişti, öylece olduğu yerde duran ve yıllar geçtikçe paslanmış araçlar duruyordu. Bahçesindeki ağaçlar ve bitkiler, herhangi bir bahçıvanın varlığından özgür kalınca kontrolden çıkmışlar ve bir düzen veya estetikten yoksun bir şekilde çevrelerini işgal etmişti. Enstitü’nün son aylarda iyice aşina olduğum arması, bu bahçenin önündeki bir tabelada renklerini kaybetmiş bir şekilde duruyordu. Tabelanın etrafını ise sarmaşıklar sarmıştı, üzerinde böcekler sürünüyordu.

Yapının iç kısmına görünce ise bambaşka duygular beni sardı. Oradayken boğulduğumu hissettim. Tavan yüksekte değildi, iç mekanın basık bir yapısı vardı. Yine de giriş ve koridorlar geniş bir alana yayılmıştı. Kumağzı o kadar büyük bir kent değildi ama sanki bu hastane çok sayıda hastayı barındırabilmek için inşa edilmişti. Pencereler açık durduğu için dışarıda gece göğünde yükselen solgun ayın ışığı, içerideki karanlığa vuruyordu. Ay ışığının ve hastanenin karanlığının birlikte sergiledikleri uyum içimi karıncalandırmıştı. Soğuk bir rüzgar sırtıma doğru esip beni bu siyah ortama doğru itmeye çalışınca yüzeysel bir direnç göstersem de bu mücadele çok sürmedi ve hastanenin içine doğru ilerlemeye başladım.

Koridorda ilerleyince bu uzun tünelin sağına ve soluna dizilmiş sayısız oda dikkatimi çekti. Bir süre koridorda öylece yürüdüm ama aradığım şeyin orada olmadığını bildiğim odaların birine merağıma yenik düşerek girdim. Odanın ortasında duran yatak herhangi bir yatağa benzemiyordu. Altında ve çevresinde yatağın üstündeki kişiye müdahale edilecek bir sürü farklı araç vardı. Bu araçların biçimlerinden çıkarabildiğim kadarıyla ise bu müdahalelerin hiçbiri insanın içinde hoş düşünceler doğuracak araçlar değildi. Odanın duvarlarına yaslanmış küçük sehpalar da bana ameliyat tepsilerini andırdı. Bu sehpaların üzerinde de cerrahi amaçlarla kullanıldığını düşündüğüm nesneler vardı. Bu odada her ne dönmüş ise içeride yatan hasta için hiçbir şekilde iyi olabilecek bir şey değildi.

Bu odadan çıkıp diğerlerini incelemek istediğimde ise dehşete düştüm. Odaların her biri benzer işlemler yapabilmek için tasarlanmıştı. Koridor boyunca uzanan sayısız oda… bu odalara yatırılan sayısız hasta… hastalara yapılan şeyler… Hemen böyle düşünceleri aklımdan uzaklaştırdım ve koridora geri çıktım. Odağımı korumalı ve beni bir sonuca ulaştıracak detayları incelemeliydim. Koridordaki adımlarımı hızlandırıp ilerlemeye başladım, ta ki daha fazla düş görene kadar. Yine gözlerim açıktı, bilincim yerindeydi ama bu sefer bir deniz fenerini görmüyordum. Hastane ve Enstitü çalışanlarının buraya hastaları getirdiğini görüyordum. Hastaları odalara dolduruyorlardı, birbirleri ile konuşuyorlardı, sonra da heyecanlanıp odalara geri dönüyor ve konuştukları işlemleri uygulamaya başlıyorlardı. Hangi lanetli merağın sonucu olarak böyle deneyleri yürütüyorlardı bilmiyorum ama onların kişiliklerinde herhangi bir insandan iz kaldığını söyleyemezdim. Artık insan değildiler onlar, başka bir şeydiler. Tüm bunların sebebi ise yine o deniz feneriydi.

Bir anda başım döndü, görüşüm puslandı ve bir uğultu kulaklarıma musallat oldu. Dengemi kaybedip dizlerimin üzerine çöktüm bir süre. Elimle alnımı ovaladım, bilincimi kaybetmemeye çalıştım. Sağlığım tüm bu yaşananlardan dolayı kötüye gidiyor olmalıydı. Birkaç dakika sonra kendime gelmiştim ve ayağa kalkabildim. Gözlerim koridora döndüğünde ise o noktada hiç görmek istemeyeceğim bir manzara ile karşılaştım. Odalardan çıkan hastalar ve o hastalara işkence etmiş hastane ile Enstitü personeli koridorda oda kapılarının önünde duruyorlar ve bana bakıyorlardı.

Böyle bir durumda olduğum yerde durmak hiçbir işime yaramayacaktı çünkü koridorun orta kısmında idim. O an harekete geçmezsem o odaların birine götürüleceğimi ve günlerin sonuncusuna kadar varlığımı o odalarda bilinç ve insanlıktan yoksun bir şekilde geçireceğimi biliyordum. Ben de koştum. Geriye doğru, hastanenin girişine doğru değil ama ileriye doğru koştum. Arkama dönersem yolculuğumun burada biteceğini hissetmiştim. İleriye atıldım ve ciğerlerim yanmaya başlayıncaya kadar hızlı koştum. Önümde duran hastalar ve çalışanlar yavaşça hareketlense de arkamdaki kişilerin öfkeli seslerini duyabiliyordum. Tiksinti ve sinirli çığırıları, büyük bir açlıkla sürdürdükleri koşuşturmaları benim her bir adımımı daha da hızlı atmama neden oluyordu.

Koştura koştura başka bir odaya geldim ve bu odaya girer girmez kapı arkamdan kapandı. İçeriyi aydınlatan tek ışık dışarıdaki gece göğünde yükselen sönük, solgun ayın ışığıydı. Koşunun zorladığı ciğerlerimi sakinleştirince ancak içeriye doğru düzgün bir şekilde göz atabildim. Burası içeride hastaların tutulduğu odalardan birisi olamazdı, bunun için çok genişti. Karanlıkta odanın duvarlarını tam seçemiyordum ama büyüklüğü konusunda bir şüphe yoktu. Gözlerim karanlığa alıştıkça ay ışığının dış hatlarını aydınlattığı insanımsı şekilleri gördüm. Bu şekillerin boyu uzun değildi, hacimleri iri değildi. Küçüktüler. Yetişkin bir insanın boyutlarında değillerdi. Ay ışığının zar zor açığa çıkardığı bu şekiller, çocukların boyutundaydılar.

Zihnimi birden ele geçiren haddi hesabı olmayan bir panik duygusuyla ay ışığının içeriye girdiği pencereye atıldım. Pencerenin çerçevesini tutar tutmaz yüzüme vuran ışık beni o an durdurdu. Yine gözüm açıkken gördüğüm düşlerin içinden deniz fenerinin ışığının vurduğunu düşündüm ama ışık üzerimde kalınca bu fikir dağıldı. Ay ışığının üzerime vurduğunu düşündüm ama ay ışığı zayıftı, sönüktü, soluktu. Işığın kaynağına baktığımda bunun bir insana ait olduğunu gördüm. Baş hizasından ışığın çıktığı bir insandı bu. Körfezkent’te de peşime düşen yabancıydı bu.

Kendimi hemen pencerenin gerisine attım. Çevremi saran çocuksu gölgeler ortadan kaybolmuştu, geriye sadece karanlık ve yabancının karanlığı yaran uğursuz ışığı kalmıştı. Yabancı pencereden içeriye girerken onun peşinden de sular akmaya başladı. Pencereden içeriye bir nehirden akarmış gibi coşkun bir su kütlesi hücum ediyordu. Üzerime çarpan su yüzünden yere düşsem de hemen ayağa kalkıp kendimi odanın kapısına dayadım. İçini su basan odaya artık girmiş olan yabancı bana doğru yaklaşınca arkamdaki kapıdan çıktım ve yine koridorda koşturmaya başladım. Koridor karanlıktı, boştu ama odalardan ay ışığı vurmuyordu. İçinden çıktığım odadan vuran bir dalga beni yine yere düşürdü ve bu sefer oradan kalkmam pek kolay olmadı. Aynı anda koridora dizilen odaların içinden de su geliyordu ve çıkışa doğru çok güçlü bir akım oluşturuyordu. Yabancı bu su baskının ve güçlü akışların arasında hala yürüyerek peşimden gelebiliyordu. O su baskınında ben hareket edemez hale gelmişken yabancının ışığı da beni kör edercesine yaklaştı ve son gördüğüm şey yabancının elinin gözlerime doğru geldiği oldu.

Sert el hareketlerinin vücudumu sarsmasıyla ve öfkeli seslerin kulağıma bağırmasıyla kendime geldim. Yerel kanun güçleri, neden o hastaneye girdiğim ile ilgili bana sorular yöneltiyorlardı. Ben neler olduğunu anlayamıyordum ama bana o hastanenin kullanımda olmadığını ve içeriye girmenin yapısal tehlikeler yaratacağını söylüyorlardı. Şehre ilk defa gelen birisi olduğum için bu sefer bu hareketimi gözmezden geleceklerini ve bundan sonra daha dikkatli davranmam gerektiğini belirttikten sonra araçlarına döndüler. Aracı benden uzağa sürmeden önce de dalgıç giysimi unutmamam gerektiğini söylediler. Giysiyi yanımda bulduklarını ve kaybolmasın diye yanlarında getirdiklerini anlattılar ve oradan uzaklaştılar.

Dalış giysisini incelediğimde bunun oldukça eski ama zamanının teknik bilgilerine göre oldukça gelişmiş bir ekipman olduğunu anladım. Biraz daha inceleyince giysinin silüetinin oldukça tanıdık geldiğini gördüm. Özellikle tanıdık gelmişti, giysinin baş kısmındaki fenerler.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Karanlık Perde

Sırık Bölüm 1: Sarıbolu (Spooktober '24)

Sırık Bölüm 0 (Spooktober '24)