18- Sarıbolu (Spooktober '21)
Dünyanın bazı noktalarında insan zihninin deneyimlemesi gerekenden çok daha öte bir varlık gösteren maddeler, yaşamlar, olaylar vardır. İnsan zihni ilkel bir hayvan mekanizmasının üstüne yerleştirilmeye çalışılan üstün bir matematik gibidir. Mekanizmanın kesinlikle üstünden gelemeyeceği sayılar, işlemler, değişkenler olabilir. Zihnin de içinde barındırmaması gereken bazı bilgiler vardır. Simya, teoloji veya kaderin acımasız rastlantılarıyla ulaşılabilecek kadar yakın olan bu bilgiler bizler gibi bireylerin yaşamlarına, duygularına, alışkanlıklarına çok aykırı kalır. Böyle bilgileri anlamaya çalışmak, o ilkel mekanizmaya bir sonuca ulaşamayacak ama kendini sürekli tekrar edip duracak işlemleri yaptırmaya çalışmaktır. İnsanın sürekli sorgulayıp duracağı bu bilgilere hiçbir zaman tam olarak bir cevap verilemeyecektir ama insan sahip olduğu lanetli merağı yüzünden aynı soruları sorup duracak ve deliliğine yenik düşecektir.
Karaboğa Dağları’nda süren uzun gezimizin bir durağı olan Sarıbolu’ya gelirken böyle bir anlayışa sahip değildim. Bilgiye açtım ve kadim zamanların lanetlenmiş bilgeleri gibi ben de bu merağın acı sonuçlarına katlanmak zorunda kalacaktım. Sarıbolu’nun kendisi çok eski bir kentti ve ilk büyük uygarlıkların soylularına adanmış bir yerdi. Sahip olduğu eski tapınaklar, pazar yerleri, yeraltı tünelleri, köşkler ve coğrafi harikalar kente sürekli yeni gezginleri çekiyordu. İmparatorluklardan imparatorluklara sağ kalan ve sürekli kültürel bir birikim sağlayan kentin halkı da oldukça karışıktı. Yine de birçok toplumdan ve kökenden insanın bir arada yaşadığı bu kentte inanca bölünmeler vardı. Birkaç farklı yerel tarikatın mensupları, aralarında çok anlaşamıyor gibiydi.
Küçük kent, adını bu bölgede yetişen ve çok büyük bir değeri olan Sarıca çiçeğinden alıyordu. Çiçeğin kendisi bu yerde baharata, sabuna, çaya, boyaya ve diğer pek çok çeşitli ürüne dönüştürülüp dünyanın geri kalanına satılıyordu. Bu ürünlerin fiyatları çok yüksekti çünkü Sarıca çiçeğinin başka yerlerde yetişen türlerinden böyle ürünler çıkmıyordu. Sarı taç yaprakları olan çiçeğin gövdesi üzerindeki mor lekeler ve şeritler yüzünden çürümüşe benzerdi ve bu yüzden çoğu toplum bu çiçeklerden ve çiçeğin yetiştiği bu kentten uzak durmuştu. Yine de şansını denemek isteyenler için Sarıbolu kenti ve Sarıca çiçekleri müthiş bir fırsat yaratıyordu.
Otobüsümüz buraya vardığında ise oldukça yorulmuştuk. Araç önce kent merkezinin sınırındaki bir kalede durdu ve böylece şehri uzaktan görme fırsatı yakaladık. Kalenin üzerinden gördüğümüz manzara gerçekten inanılmazdı. Sayısız çatı birbirinin üzerine dizilerek yerleşimin en üst katmanını oluşturuyordu. Tapınakların, inançevlerinin, manastırların kuleleri ise tüm bu çatılar denizini yer yer delip gökyüzüne doğru uzanıyordu. Yerleşim bir tepenin eteğine dizilmişti, o yüzden bu deniz tepenin zirvesine doğru uzanan devasa bir dalgayı oluşturuyormuş izlenimi veriyordu. Şehrin önünde durup bu manzaraya bakan bizler de bu dalgaya kapılacakmış gibiydik. Merkezin çevresini saran yoğun yeşillik ise oraya bir kez girersek bir daha çıkamayacağımızı söylemeye çalışıyordu sanki.
Tam geri dönüp manzarayı seyretmeyi bitirecektim ki gözlerimi yine şehre çevirdim. Menzilime duyularımı harekete geçiren bir şey girmişti. Önce hızlı ve seri bir şekilde havayı hafifçe kokladım. Acı, yakıcı, yoğun bir baharat kokusu gelmişti ama daha fazlası da vardı. Kokunun sarıca özütlerine ait olduğunu biliyordum, muhtemelen toz haline getirilip şehrin her yanında baharat, koku veya temizlik maddesi olarak kullanılıyordu. Yine de kokunun kendisinde ayırt edemediğim bir özellik vardı. Bu sefer burnuma derin derin çektiğim koku her defasında biraz daha yaktı ve gözlerimin de hafifçe yandığını hissettim. Vazgeçip geri döneceğim vakit ise sanki çatıların üzerinde hareket eden gölgeler görmüştüm ama o kadar zayıf bir görüydü ki… Ne gördüğümü tam olarak anlayamamıştım ama zihnimin oynadığı ilkel oyunlar yüzünden sıradan yaşamımın düzenini bozmamak için hemen bu görüyü kafamdan sildim.
Araç şehrin dar sokaklarından geçtikten sonra bir meydanda durdu ve tüm yolcuları indirdiler. Otele giden yolun kalan kısmını yürümemiz gerekecekti çünkü araçlar böyle dar sokaklara sığmıyordu. Çantalarımızı yüklendikten sonra sokakların neredeyse tamamının taşlardan yapılmış olduğunu gördüm. Bastığım zemin, ayak tabanımı farklı noktalardan rahatsız ediyordu ve yollar da olduğu gibi eğimliydi. Taş zeminin bittiği noktada şehirdeki eski evler yükseliyordu. Evlerin duvarları da yollar gibi eski taşlardan yapılmıştı ve ikinci katları daha geniş yapıldığından sokakları yukarıdan kuşatıyor gibiydiler.
Eşyalarımızı otele yerleştirip biraz dinlendik, hemen sonrasında da karnımızı doyurup baştan dışarı çıktık. Sarıbolu’nun pazar yeri çok ünlüydü ve orayı da gezmek istiyorduk. Pazar yerindeki satıcılar ve sokaklardaki dükkanlar dibdibe olduğundan pazar nerede bitiyor çarşı nerede başlıyor hiç bilmiyorduk. Yine de dükkanlar da eski yapıların yeniden elden geçmesiyle kullanılıyordu, bu yüzden bazı özel yerleri bulmak daha kolay oldu. Pazar yerini gezerken bir noktada derin ama dar bir yarığın üstüne kurulmuş küçük eski bir köprüden geçtim. Köprünün iki yanı güvenlik sebepleriyle tellerle çevrilmişti. Yarığın en dibinden bütün vahşetiyle hareketlenen bir akarsu vardı, iki tarafındaki duvarlarının içinden ise yeraltına inşa edilmiş eski yuvalar, tüneller, tapınaklar görülebiliyordu. Bir süre boyunca büyülenmiş bir şekilde bu yerleri izledim, sonra da yarığın derinliği yüzünden korkup yoluma devam ettim.
Bu kentin çarşı ve pazarında satılan ürünler yeni olmasına karşın çok eski gibi görünüyordu. Bakraçlar, kılıçlar, testiler ve bütün diğer eserler sanki arkeolojik bir kazıdan çıkan kalıntıların buraya getirildiği izlenimi veriyordu ama dükkanların iç kısımlarında ustaların hiç durmadan çalıştıklarını görebiliyorduk. Bu eski görünümlü ama ustaişi eserlerin arasında bazı takılar vardı ki insanın gözü onlara kilitlenip kalıyordu. Takıların üzerinde yer alan tılsımlar o güne kadar hiçbir kitapta okumadığım, resimde görmediğim veya adını duymadığım inançların, efsanelerin ve anlatıların simgelerini taşıyordu. Gözüm ve zihnim bu takılar üzerinde o kadar kaldı ki bunlardan almadan bu kentten ayrılırsam büyük bir pişmanlık duyacağımı sezdim ve iplerin ucuna bağlanmış bir taştan oluşan bir kolyeyi aldım. Taşın üzerine bir sarıca çiçeğinin şekli kazınmıştı.
Kolyeyi hemen boynuma takıp gömleğimin altına yerleştirdim. Nedense o an takmak istemiştim ama pek de güzel görünen bir şey olmadığı için saklamakta sakınca görmüyordum. Kolyeyi taktıktan sonra ise gözümün ucuyla yakaladığım bir hareketlilik dikkatimi çekti. Şehrin girişindeki kaleden manzarayı izlerken çatılarda gördüğümü sandığım şekillere benzeyen bir hareketlilikti bu. İçgüdülerimin uyarılarına rağmen her defasında ancak yakalayabildiğim bu görüleri takip ettim ve büyük ve eski tapınaklardan bir tanesine geldim.
Tapınağa girmemize izin yoktu ama çevrede beni durduracak kimse de yoktu, bu yüzden dikkatli bir şekilde içeri girdim. Kimseyi göremediğim avluda kadim zamanlara ait astronomi ve simya donanımları vardı. Büyük ve hantal bu donanımları amatör astronomi bilgimle inceleyince gökyüzünde hiçbir şeyin görünmediği bir noktayı işaret ettiklerini fark ettim. Orada farklı işlevlere sahip tüm bu donanımlar, aynı noktayı gösterecek bir rastgeleliğin içinde değildir diye düşündüm ve onların diğer girdilerini de inceledim fakat hiçbir sonuca ulaşamadım. Gökyüzündeki karanlık bir noktayı işaret ediyorlardı.
Yine gözümün ucuyla yakaladığım bir hareketliliğe dikkatimi verince tapınağın yerin altına inen kısımlarına geldim. Biraz daha ilerleyince de küçük köprüden izlediğim yer altı pencerelerinden birindeydim, üstümdeki yüzeye ve altımdaki akarsuya olduça uzak olduğumu görünce iyice korktum. Buradan yarıktaki tüm diğer pencereler de görünüyordu ama onlara görünmemek için kendimi hemen geri çektim. İçinde ilerlediğim tünelde biraz daha gidince ise bir ışık gördüm ve hemen durdum. Yavaş yavaş yaklaşınca tünelin iyice aydınlatılmış genişçe bir yer altı odasına bağlandığını gördüm. Odanın içinde ise daha önce çatılarda gördüğüm şekiller ve insanlar birliktelerdi. Odanın diğer ucunda bulunan ana karnına gelişememiş bir bebeği andıran dünyaya ve insan doğasına yabancı yarım bir canlıya tapıyorlardı.
Telaşla koşa koşa oradan çıktım ve pazar yerine geri döndüm.
Bu sefer gördüğüm şeyleri öylece zihnimin bir kenarına atmayacaktım. İğrenç ve korkunç bir manzara görmüştüm ve o renkler, kıvrımlar, yüz hatları, sıvılar hafızama kazınmıştı. Tapınak avlusuna varınca az önce inceliyor olduğum donanımlardan birine tutundum ve istemsiz bir şekilde kustum. İnleyen midemin üzerine çöktüğüm için ancak fark edebilmiştim, gözlerimden dökülen yaşları. O odayı gördükten sonra şu noktaya kadar ağlayarak gelmiş olmalıydım. Yaşadığım dehşet yüzünden konuşamadım, bağıramadım, duygularım ve düşüncelerim zamanın içinde öylece donup kaldılar ve aynı şekilde donmuş gözlerimle pazar yerinde yürüdüm durdum. İnsanların bir kısmı beni bu halde gördüklerine çok şaşırıyordu, bir kısmı da böyle manzaralara alışmış olmalıydı.
Taştan yapılmış dar sokaklarda deli gibi yürüyüp öylece dönerken peşimden yürüyen başka kişileri de gördüm. Bazıları geniş örtüler altına saklanmışlardı. Bunların içeride gördüğüm yabancı şekiller olmalıydı. Deliliğim aniden soğudu ve beni var etmek için tüm gücüyle uğraşan başka duygular ile düşünceler benliğimin denetimini devraldı. Kıvrak bir hareketle oradaki sokaklardan birine dalıp yeniden pazar yerine çıkmaya çalıştım. Yine peşimden geleceklerdi ama beni bulmalarını zorlaştırabilirdim. Başka bir tarikatın başka bir tapınağının avlusuna girince peşime düşen yabancılar tereddüt ettiler. Tarikatlar arası yaşanan gerilim burada da kendini gösteriyor olmalıydı ama bu sefer buradaki tapınağın içinden gelen anlamlandıramadığım bazı sesler beni daha da korkuttu ve yeniden çarşı tarafına kaçtım.
O tarafa kaçmamla birlikte peşime takılan yabancılar bu sefer koşmaya başladılar. Örtüler altındaki şekillerin insan olmadığını hareketlerinden anlayabiliyordum. Neyin altına gizlenirse gizlensin hiçbir insanın eklemleri o şekilde hareket edemezdi. Bu insanlar ne gibi dehşet dolu yaratıklarla birlikte yaşıyorlardı? Çarşının içinde var gücümle koşarken yabancısı olduğum bu kentin sokakları bir bir bana ihanet etmeye başladı. Her döndüğüm yolun sonunda başka bir yabancı beni yakalamak üzere bekliyordu. Bitmek bilmez kovalamacanın sonunda derin ve dar yarığın üzerindeki küçük köprüye geldim. Her şey burada bitecek gibi görünüyordu çünkü köprünün iki tarafını da sarmışlardı. Tellerdeki bir yırtığı görünce ise çılgınca bir fikre kapıldım. Bu tarikatın eline düşersem olabilecek şeylerden korkup aşağıya atlamaya çalıştım ve atladığım o kısacık süre içerisinde insan uzuvlarının eriminin daha uzağına varınca içime anlık bir sevinç doğdu. Burada ölecektim ve başıma gelebilecek daha kötü olaylardan esirgenecektim.
Böyle olmadı.
Bileklerimde çok müthiş bir baskı hissettim ve yavaş yavaş yukarıya kaldırıldım. Örtülerin altından uzanan imkansız biçimli çarpık bir uzuv beni yakalamıştı ve diğerlerinin yanına çekiyordu. Bağırdım, çağırdım, yardım için çığlıklar attım ama hiçbir işe yaramadı. Bu belalar beni yakalamıştı. İnsan inançlarında ve efsanelerinde var olabilecek hiçbir tanrının yaratmayacağı kadar çirkin ve korkunç varlıklar beni yakalamışlardı.
Eklemleri her yere ulaşan bu yaratıklar, beni o yarığın içinde tırmanarak taşıdılar ve küçük yeraltı pencerelerinden birinden tünellere getirdiler. Herhangi bir direnç göstermeye çalışsam da benim uyguladığım kuvvete göre fazla güçlüydüler. Toplumdan ve uygarlıktan uzağa sürüklenirken insanın parmaklarıyla yerden söktüğü bir solucan kadar zayıf ve çirkin hissediyordum. Tünellerin çıktığı geniş odaya getirildiğimde ise önceki defa burada gördüğüm yarım canlıya denk gelmedim. Onun durduğu yere ise şimdi elimi kolumu bağlayıp beni koymuşlardı. Nasıl bir ayinde kurban olarak verileceğimi düşünürken içeriden gelen rahip görünümlü bir insan, elinde bir kaşık sarıca tozuyla dibime kadar girdi ve kaşığı zorla ağzıma soktu. Yutkunmamaya veya nefes almamaya çalışsam bile ağzıma dolan tozların dokularıma nüfuz ettiğini ve beni gittikçe susuz bıraktığını hissedebiliyordum.
“İşte şimdi” dedi rahip. “Görebileceksin.”
İlk başta hiçbir şey hissetmedim ama daha sonra müthiş bir ağırlık üzerime çöktü. Vücudumdaki bütün sinir hücreleri aynı anda bütün hormonlarını ateşlemişler gibiydi. Tenimin her bir noktası karıncalandı, aldığım nefeslerin arası açıldıkça açıldı, hemen ardından da giderek hafiflemeye başladım. Hafifledikçe duyularım daha da zayıfladı, kapandı. Ağırlığımı olduğu gibi kaybedince ise kendimi kapkaranlık bir boşlukta buldum.
Derin bir nefes alıp gözlerimi açmaya çalışınca yine aynı odadaydım ama kimse yoktu.
Yürüyerek tünellere geçtim. Yine kimse yoktu.
Tünellerin pencerelerinden baktığımda ise üzerinden köprünün ve altından akarsunun geçtiği dar ve derin yarığın sayısız yabancı varlık ile dolduğunu gördüm. Her birinin ayrı bir biçimi, çirkinliği, eşsizliği ve dehşeti vardı. Her birinin gösterdiği varlık farklıydı, aykırıydı, ayrıktı. Bir anda kendimi geriye attım ve tünel duvarlarına yaslanıp derin derin nefes aldım. Geldiğim yönden geri döndüm ve tapınağın avlusuna çıktım. Avludaki kadim donanımları ise bin yıllar boyunca yaşamış ve bunun sonucu olarak şeklini, kimliğini, varlığını kaybetmiş insanların kullandığını gördüm. Bu insanlar yabancı şekillerle o kadar fazla yaşamış olmalıydı ki artık onlar gibi hareket ediyorlar, konuşuyorlar, yaşıyorlardı. Benim oraya gelmemle yüzlerini bir an için bana çevirdiler. Ah bu dünyanın eski tanrıları… keşke yabancı şekiller gözlerimi alsaydı da o ifadeleri görmeseydim. Acı mı çekiyorlar, zevk mi alıyorlar, teslim mi oluyorlar yoksa keşif mi yapıyorlar anlayamadığım bir ifadeydi. Bir yandan da o çirkin yüz hatlarında bu duyguların her birini ve hiçbir şekilde tanıyamadığım sayısız daha fazla duyguyu görebiliyordum.
Avludan çıkmak için tapınağın duvarlarından atlamaya çalıştığımda ise kendimi havada süzülürken buldum. Kendi üzerine katlanmış Sarıbolu kenti, karanlık bir uzayda tek başına süzülüyordu. Tepeye dizilen şehir artık kendi merkezine doğru eğiliyor, bir noktanın etrafında toplanıyor gibiydi ve ben de o noktaya doğru süzülüyordum. Süzülürken de kente ilk gelişimde gördüğüm çatıları gördüm ve de onların üstünde dolanan şekilleri. Süzüldükçe kentin kendisinden uzaklaştım ve ilk başta kendimi içinde bulduğum karanlık boşluğa yaklaştım. Boşluktan gelen berbat bir ses yüzümü o tarafa çevirdi. Bir kalp atışı gibiydi ama düzensizdi, sanki birden fazla kalp, rastgele bir ritimle atıyordu. Atışların olduğu yönde ise gözlerim o canlıyı gördü. Tapınağın altındaki geniş odada yaratıkların taptığı ve benim ilk kez gördüğüm yarım canlıyı.
Ne olduğunu anlayamadığım bir irade ile bana bakıyordu ve o çirkin eklemlerini de bana doğru uzatıyordu. Sonsuz karanlığın içinde çığlıklar atmaktan başka bir şey yapamadım.
Tam o beni yakalayacakken gömleğimin altından süzülen kolyenin ucundaki taş dışarı çıktı. Üzerindeki sarıca çiçeği çizimi toz olup havaya karıştı ve geriye sadece taşın kendisi kaldı.
Çığlıklar atarak kendime geldiğimde yine tapınağın altındaki geniş odadaydım ama kimse burada değildi. Çok uzun bir süredir kimse buradaymış gibi görünmüyordu. Aldığım kolyeyi çıkardım gömleğimin içinden ve ucundaki taşın üzerindeki çizimin gerçekten de ortadan kaybolduğunu gördüm.
Büyük bir telaşla yukarı çıktım ve pazardan yeni bir tılsım aldım. Otele dönerken ise yine o köprünün üzerinden geçtim ve bir an için tüm o tarikatçıların, yaratıkların, ucubelerin ve canlıların bana baktığını gördüm.
Hayatım boyunca beni izleyeceklerdi, ben de hayatım boyunca onların beni izleyeceğini bilecektim.
Yorumlar
Yorum Gönder