27- Deniz Fenerinin Çağrısı Bölüm 2: Yabancılar (Spooktober '21)
Kağıt parçasının arkasını çevirip okumaya başladım.
“Tam olarak ne olduğunu anlamadığın bir şey hakkında sorular soruyor, onu bulmaya çalışıyorsun. Bu soruları sorduğun sürece korkunç bir dünyanın daha da derinlerine dalacaksın. Arzuladığın cevaba yaklaştıkça yaşamın daha da zorlaşacak. Sonunda soruların yanıtlandığında ise bir daha geri dönemeyeceğin bir şekilde değişeceksin. Bir ışığın kaynağını arıyorsun. Işığın peşinde koşarken kendini karanlıkta bulacaksın. Gözün karanlığa alıştığında gördüğün şeyler zihnine kazınacak. Işığın kaynağını bulduğun zaman tüm bu sorunların da kaynağını bulacaksın ama yaşadığın bu durumu hala bir sorun olarak görebilecek misin? Yoksa daha büyük sorunların mı olacak? Bundan sonra atacağın adımları dikkatli düşün. Eğer devam etmekte kararlıysan da göletteki kulübeyi bul.”
Kendimi tehlikeli bir durumun içine mi atmıştım? Neden evime böyle bir mesaj bırakılmıştı? Sorularım bazı insanları özellikle evime gelip bu uyarıyı bırakacak kadar rahatsız mı etmişti? Son zamanlardaki davranışlarım, birilerinin hiç hoşuna gitmemiş olacaktı. Ancak bir delilik olarak nitelendirilebilecek bu konuları kimi bu kadar ciddi bir düzeyde rahatsız etmişti ki? Benim sorunlarım hakkında ne biliyorlardı? Neden bu konularla ilgileniyorlardı? Cevaplara ulaşacağımı düşünüyorlardı ama neden bu çabalarımın sonucu bu kadar olumsuz kavramlara bağlanmıştı? Enstitü’nün bazı tabularını mı kırmıştım? Bir sorun üzerine başka bir sorun çıkıyordu ve bu sorunların hiçbirinin çözümüne yakınlaştığımı hissetmiyordum. Körfezin sularında, gittikçe daha derinlere battığımı hissediyor, sorunlar tarafından boğuluyordum.
Bu kağıt parçasının evime bırakılmasından sonra okula gitmekte, derslere girmekte ve insanların arasına karışmakta oldukça zorlandım. Sınıfa girdiğim zaman üzerime çevrilen gözlerden acaba kaç tanesi bana sorun çıkaran gözlerdi? Soru sorduğum insanlardan acaba hangileri benim bu konuları soruşturmamdan rahatsız oluyordu? Kampüs içinde attığım her adımda kalabalığın içine karışıyor ve belanın nereden çıkacağı belli olmayan bir bilinmezler denizinin içinde daha fazla kayboluyordum. Oturup dinlenmek veya yemek yemek için ücra köşeleri seçip insanlardan saklanmaya çalışıyordum. Ne kadar gözün eriminden uzakta olursam o kadar güvende hissediyordum. Güçlü ve hastalıklı bir şüphe içimde büyümeye, sağlıklı bir şekilde düşünebilme yeteneğimi elimden almıştı.
Okuldan, kampüsten, derslerden ve insanlardan yine uzaklaşmış ve evime çekilmiştim ama kağıt parçası evime bırakılmış olduğu için artık evimde de güvenli hissetmiyordum. Gece vakti gelince gözlerimi kapayamıyordum. Gözlerimin önüne inen karanlık perde ile birlikte her an saldırıya uğrayabilirdim. Penceremden gördüğüm her bir insan benim için ayrı bir tehdit oluşturabilirdi. Kapımın altından her an başka bir kağıt atılabilirdi. Çevremden, yaşamımdan, geleceğimden yabancılaşmaya başlamıştım ve içimin biraz daha rahatlayabilmesi için tüm bunlardan vazgeçebilirdim. Aylar önce deniz fenerinin yüzüme vurmaya başlayan ışığı, bu şehirde başlayan yeni hayatımı karartmıştı. Yaşam, gelecek, umut gibi sözcükler anlamlarını yitirmişlerdi. Yine de deniz fenerinin görüleri, sesleri, kokuları hala zihnime dadanıyordu ve bunun yarattığı huzursuzluk, iç dünyama çöken bu güvensizlik duygusundan çok daha baskındı.
Evimin sahte güvenli ortamında sorularıma bir cevap bulamayacağım konusunda kendimi iyice ikna edip yine dışarı çıkmaya başladım. Okuluma dönüyor ve araştırmalarıma devam ediyordum. Bir yandan da okula giriş iznimin devam etmesi için dersleri ve sınavları ihmal etmemeye çalışıyordum. Tüm bunlar olurken yine çevreme güvenmiyordum, yine etraftaki insanlardan korkuyordum. Gözler hala beni izliyordu, tehditler yakınlarda dolanıyordu. İnsanlardan uzakta durmayı, gözler önünde olmayan köşelerde oturmayı ve kimsenin olmadığı masalarda yemek yemeyi sürdürüyordum. Korkularımda ve şüphelerimde de haklı çıktım çünkü bir gün beni takip eden şüpheli bir figür gördüm. Bilerek ve isteyerek sık sık kullandığım yollardan uzak durdum ve mantıklı insanların kullanmayacağı yerlere saptım. Şüpheli figürü görmeye devam edince korkularımın doğruluğunu anlamış oldum.
Bu figür sonraki günlerde de beni takip etti. Derslerden ve sınavlardan çıkarken koridorların diğer ucunda onu görebiliyordum. Kampüste yürürken orman bölgelerinde ağaçların arasından beni izliyordu. Yemek salonunda oturduğum masalardan pencerelerin dışında o figürün dolaştığını ve beni aradığını fark edebiliyordum. Onun varlığı korkularımı hem yatıştırdı hem de körükledi. Hissettiğim duygular, zihnime dadanan düşünceler konusunda haklı çıktığım için tatmin olmuştum. Bir yandan da böyle birisiyle nasıl uğraşacağımı bilmiyordum. Durum ne olursa olsun, sorun orada karşımda duruyordu ve bu sorun hakkında bir şeyler yapmam gerekecekti.
Yine derslerimin bittiği ve fakültemden çıktığım bir gün bu şüpheli kişiyi kampüs caddesinin diğer ucunda gördüm. Bedenim kendi kendine hareket etmeye, bacaklarım o kişiden uzakta bir yerlere beni götürmeye başlamıştı ki birden kendimi durdurdum. O kişiden kaçmak yerine bu sefer olduğum yerde öylece beklemeye başladım. Seçemediğim yüzündeki gözlerinin bana baktığını biliyordum ve bu bakışlar içimi korku ile dolduruyordu ama yine de kaçmadım. Caddenin diğer tarafında bu kadar uzakta duran figürün varlığı bile dizlerimi titretiyor, ellerimi uyuşturuyor, tenimi karıncalandırıyordu. O gün kampüste gece vakti başından saçtığı ışıkla karanlık ağaçlıkta dolaşan yabancı ile aynı kişi olup olmadığını düşünüyordum.
Şüpheli figür arkasını dönüp yürümeye başlayınca onu gözden kaybetmek istemedim ve ben de yürümeye başladım. Kampüsün yokuşlu yollarından, boş fakültelerin içlerinden, bir süredir kullanılmayan binaların arasından geçtik. Yurtlara vardığımız zaman içim ürperdi ama o kişiyi takip etmeye devam ettim. Yurtların olduğu yer fakültelerin bulunduğu bölgeye göre daha fazla yabani unsuru içeriyordu. Beton zemin yerini daha çok toprağa, çimenliğe ve ağaçlara bırakmıştı. Yurtlar ise bir tepenin kenarına kurulmuştu, göletin kendisine bakıyorlardı. Şüpheli kişi yurtları geçip aşağıya doğru inen taşlı ve çamurlu bir yola girdi. Onu takip etmek biraz daha zorlaştı bu noktada çünkü ayağım sürekli çukurlara ve engebelere takılıp duruyordu. En sonunda aşağıya indiğimde ise bu kişi göletin çevresini saran ağaçlık tepelerin arasında ortadan kaybolmuştu.
Göletin suları oldukça durgundu, yoğun ve karanlıktı. Suların etrafını saran geniş taş patika sanki bu yerin sınırlarını oluşturuyor, sırlarını içeride tutmak istiyordu. Tepelerin eğimi dikti, uzun ve sık ağaçlarla dokunmuşlardı. Su yüzeyinin üzerinde tek tük canlı yüzüyordu, göletin üzerinde duran gökyüzünde ise göçmen kuş sürüleri dolanıyordu. Taş patika ile su arasında eğimi yüksek bir toprak yığını duruyor gibiydi. Bu eğim böyle gidiyorsa göletin derinliğini hayal bile edemiyordum. Bu kadar söylentiyi barındıran böyle bir gölete içinde bulunduğum durumlar sonucunda oluşmak içimde rahatsız edici duyguları körüklemişti.
Taş patikanın ayrıldığı küçük yollardan birinden bir ses gelince o tarafa doğru yöneldim. Bu küçük yol, kampüsün pek kullanılmayan kısımlarının derinliklerine doğru gidiyor gibiydi. O yola girince okulun çevresini saran geniş ormanlık alanda yaşayan vahşi hayvanların seslerini duydum. Uygarlığın ortasında böyle yabani ve tehditkar bir hayat nasıl gelişebiliyordu hiç bilmiyordum. Yolun iki yanındaki ağaç kümelerinin arasında bazı böcekler parıldayarak uçuyorlardı. Bu böcek sürülerinin yanlarına yaklaştığımda ise teker teker söndüler ama karanlık yeşilliklerin arasında kaçmamayı seçen bir çift parlak noktayı görünce kendimi hemen geri çektim. Oradan gelen hırıltılarla birlikte olduğum yerde durdum. Kaçmaya çalışırsam oradaki varlığın üzerime atılmasına sebep olabilirdim.
Parlak gözler bir süre sonra o karanlığın gerisine doğru çekilince ben de yavaş yavaş oradan uzaklaştım. Çevremde bir sürü ses duyuyordum ama bu arayışımda zaman geçtikçe halihazırda loş ışıkla aydınlanan ormanın üzerine de daha baskın bir karanlık çöküyordu. Yine de ağaçların arasında insan biçiminde bir silüet görünce yine yavaşça onu takip etmeye başladım. Ormanın dik eğimli toprak zeminde attığım adımları beni çok zorluyordu ve nemli ağaçlara tutuna tutuna ancak tırmanabiliyordum. Göletten uzaklaştıkça içimde büyümüş korkuları biraz daha bastırabiliyordum ama vahşi hayatın üzerimde yarattığı ilkel gerilim çok güçleniyordu. Zar zor seçebildiğim insan şeklini takip ettikçe daha fazla hayvan sesi kulağıma geliyordu ve varlığımın daha ilkel mekanizmaları daha da etkin bir hal alıyordu.
Günün son ışınları da şehrin binalarının arkasında kaybolunca karanlık, orman üzerinde mutlak bir egemenlik kurdu ve ben takip ettiğim insan şekline dair bütün izleri olduğu gibi kaybettim. İşte bu kayboluş anında içine girdiğim yoğun karanlığı o anda hiç istemediğim bir ışık yardı. Arkamdan vuran ağır ve büyük bir ışın vardı. Işın hareket halindeydi ve bana doğru yaklaşıyordu. Bu ışığın o gece kampüsün karanlığında dolaşan yabancı olduğunu hemen o an anladım ve tepenin yukarı kısımlarına doğru tırmanarak kaçmaya başladım. Ayaklarım sürekli dallara, toprağa ve hiç bilmediğim şeylere takılıp duruyordu. Önümü görmeden, arkamdan vuran yabancının ışığından kaçmaya çalışarak da hareket ettiğim için ağaçlara çarpa çarpa ilerliyordum. Yine de peşimden kovalayan bu ışığın kurbanı olamazdım. Bu noktada karanlığın derinliğinde kendi şartlarımla ölmeye razıydım.
Ne yazık ki ölümümle o karanlık ormanın içinde buluşamadım. Ağaçların arasından körlemesine yaptığım koşu sert bir darbeyle son buldu. Düştüğüm yerden kalktığım zaman ise çarptığım bu nesnenin bir ağaç değil, tahtadan yapılmış bir duvar olduğunu gördüm. Telaşla arkama dönüp baktığımda ise peşimden koşan ışık çoktan ortadan kaybolmuştu. Tahta duvarların içindeki küçük pencerelerden gelen ışık dışında her yer saf karanlığa gömülmüştü. Vahşi hayata ait ormana yine sessizlik çökmüştü.
Tahta bir kulübenin önüne gelmiştim. Ağaçların arasına inşa edilmiş sade bir yapıydı bu. Kulübenin önündeki küçük bir kapıdan geçip içeri girdim. Duvarlara doldurulmuş hayvan bedenleri, pençeleri, kafaları asılmıştı. Tek odadan oluşan bu yerin içinde bir sürü raflı dolap vardı. Rafların üzerinde kavanozlar bulunuyordu. Kavanozların içinde sayısız böcek ve sürüngen mumyalanmış halde bekliyordu. Rafların üstü ve tahta zemin iyice toz toplamıştı. Bu toz tabakasının üstünde ise yer yer ayak izleri vardı. Burası uzun bir süredir temizlenmiyordu ama buraya gelen birileri olmuştu. Mumyalanmış canlıların bir kısmını hayatımda daha önce hiçbir yerde görmemiştim, ne televizyonda, ne internette, ne de bir kitapta. Odanın arka tarafında bir tezgah duruyordu. Tezgahın üstüne ise bir kitap konulmuştu. Kitabın sayfalarını karıştırınca buraya getirilen tüm bu hayvanların nasıl kesilip biçileceğine, mumyalanacağına dair detaylı bilgiler verildiğini gördüm. Yazılanlardan ve bu kadar ölü canlının küçük bir odada böyle bir şekilde durmasından iyice rahatsız olup pencerelerin birine yaklaştım.
Tepelerin ardındaki şehirlerden gelen sönük ışık göletin koyu yüzeyinden yansıyordu. Suyu çevreleyen patika eski sokak lambalarıyla döşenmişti ama tüm yolu aydınlatamayan lambalardı bunlar. Bunun dışında tüm bölge mutlak bir karanlığın ağırlığı altındaydı. Karanlığın içinde hareket eden bir ışık da vardı. Beni ormanda kovalayan yabancı hala oralarda bir yerde geziyordu. Beni yakalama arzusunu ısrarla sürdürüyordu.
“Burayı bulabilmişsin.” dedi arkamdan gelen çatlak bir ses. Sesin geldiği yöne kafamı çevirince kulübenin içinde, ışık almayan bir noktadan bana bakan bir figür gördüm. Kampüsün etrafında beni takip eden figürün bakışlarının sebep olduğu duygular uyanmıştı içimde. Evime gelip kağıdı bırakan, çevremdeki her şeyden ve herkesten şüphelenmeme neden olan figür buydu. Derslerden, sınavlardan, yemekten sonra beni takip eden figür buydu. Aynı duruşa sahiplerdi, çarpık, bükülmüş ve en ufak bir sallantıdan, seyreltmeden, hareketten yoksun bir duruş… Işığın aydınlatamadığı bedenini saran giysileri birbiri üzerine atılmış çaputları andırıyordu. Uzun süredir manastırlarında ayrıklaşmış yaşamlarına çekilen keşişlerin cübbeleri gibi bir şey giyiyordu. Ona doğru bir adım atmaktan çekiniyordum çünkü kendini açığa çıkarırsa ortaya çıkacak görüntüden çok korkuyordum.
“Evet.” diye cevap verebildim titrek bir ses tonu ile.
“Sana söylediğim her şeyden sonra yine de buraya gelmek mi istedin? İçine girdikçe kaybolacağın karanlığa, hiçbir zaman altında aydınlanmak istemeyeceğin ışığa, senin peşinden gelecek belalara ve hiç de hoşuna gitmeyecek bir cevaba karşın?”
“Evet.” diye tekrarladım cevabımı. Hâlâ yerimden oynamıyordum.
“Bir düş görüyorsun.” diye devam etti ses. “Gördüğün düş gecenin karanlığıyla sınırlı kalmıyor ve gün ışığında sen uyanıkken de devam ediyor. Öyle bir düş ki hem senin uyumana engel oluyor, hem de uyanmana. Sen de bunun gerçekten de bir düş olduğuna inanıyorsun.”
“Başka ne olabilir ki?”
“Gerçek olan şeyler düş müdür? Gördüğün bu şeylerin gerçekliğin kendisinden gelmediğine ne kadar eminsin? Elindeki bilgiler ne kadar somut? Gece de gündüz de senin peşini bırakmayan bir ışık var. Bu ışığın yakıldığı bir deniz feneri var. Bu deniz fenerinin içinde durduğu bir körfez var. Bu körfezin çevresine kurulan bir şehir var.”
“Evet, gördüğüm düş bu.”
“Ya böyle bir yer gerçekten de varsa?”
“Nerede?”
“Hayır, hayır. Cevapların peşinden koşmak istiyorsan doğru soruları sormaya devam etmelisin. Nerede değil, neden? Nasıl? Kim? Ne?”
“Nerede olduğunu bilmiyor musun bu yerin?”
“Ben biliyorum ama sana bunu öğreten ben olamam.”
Tam bu esnada pencerenin arkasından bir ışık geçti, hızlı bir şekilde. Yine de kulübenin etrafında bir hareketlilik duymadık.
“Geliyor, yaklaşıyor.”
“Ne o?”
“İşte doğru bir soru bu.”
“Neden benim peşimde?”
“Senin peşinde mi acaba?”
“Benim peşimden koşuyor.”
“Belki o da aynı soruların peşinden koşuyordur.”
“Ben bir ışıktan kaçıyorum.”
“Sen bir ışığa doğru kaçıyorsun. O ise bir ışığı yayıyor.”
“Ne o?”
“Bunu da senin öğrenmen gerek.”
“Nasıl? Nereden?”
“Nerede olduğunu sanıyorsun şu an? Nasıl bir yere geldiğini sanıyorsun?”
“Bu kulübeyi mi kastediyorsun?”
“Bu kulübenin de parçası olduğu bu yeri.”
“Enstitü’yü mü? Bir okul, tarihi bir kurum, araştırma merkezi…”
“Bunların hepsi doğru sözcükler ama eksik bir tanım.”
“Ne peki bu Enstitü? Neden bu kadar şey oluyor burada?”
“Sen nesin?”
“Ben mi neyim?”
“Doğru soruları sormaya başladın, böyle soruları sorarak ilerlemelisin.”
“Sen nesin?”
“Dışarıdaki o şey ne ise ben de oyum.” dedikten sonra ışığa doğru çıktı bu yabancı ama zihnime doğru bağıran seslere kulak verip hemen arkamı dönüp pencereden dışarıya baktım. O şey hala ışığıyla ormanın karanlığını tarıyor, arayışını sürdürüyordu. Arkamdaki yabancının yaklaştığını duyduğumda ise müthiş bir korkuya kapılıp hemen kapıya doğru koştum. Kapıdan çıkar çıkmaz ormandaki şey de ışığını hemen üzerime doğrulttu. Koşa koşa uzaklaştım, kulübeden, kulübedeki yabancıdan, dışarıdaki o şeyden, ormandan, göletten, Enstitü’den…
En sonunda eve varıp kapıyı açtığımda kapının altından atılmış bir kağıt daha buldum. Üzerinde ise tek bir kelime yazıyordu.
“Karakol”
Yorumlar
Yorum Gönder