23- Alevlerin Rengi (Spooktober '21)



“Bu seferkine için çok ısınacak. Canlı, sıcak, parlayan renkler, kendiliğinden hareket eden çizgiler, Baktıkça yayılan, yayıldıkça güzelleşen ve güzelleştikçe kendine baktıran bir yapısı var. Bir gün içinde öylece canlandı. İnanılmaz güce sahip bir fikir patlamasıydı. Zihnimin her bir köşesine sıçradı bu patlama ve kontrol edilemez bir dalgaya dönüştü. Kafamın içindeki düşünceler ışıl ışıl parladıkça ben de onları o esnada renklere, çizgilere döküyordum. Sonunda bitti. Sana göstermek için sabırsızlanıyorum.” demişti bir arkadaşım. Kendisi çok özgün çalışmalar yapan yetenekli bir ressamdı ve son zamanlarda sıradan hayatın akışının dışındaki konuları işlemeye yönelmişti. Son resminden de bana böyle bahsetmişti. Bir süredir onun üzerinde çalışıyordu ve onun hakkında konuşmaktan kendisini alamıyordu. Başka şeyler hakkında ise hiçbir şey söylemiyordu ama kendisinin tutkulu bir sanatçı olduğunu bildiğim için üzerine gitmiyordum.

Resmi göstermek için beni evine veya sergisine davet etmemişti. Bu seferkinin çok özel olduğunu, bu yüzden onu ilk kez görmek için daha farklı bir şeyler düşündüğünü söylemişti. Resmi herhangi bir sergide göstermeyecek, satışa çıkarmayacaktı. İşte bu yüzden beni ve yakın çevremizden birkaç arkadaşımızı Akboğa Dağları’nın eteklerini süsleyen yeşilliklerde bir gezintiye çıkarmak istemişti. Anlaşıldığı üzere bu eserini görmek için böyle bir ortamda bulunmamız gerekiyordu. Bu gezinti sırasında keyif yapmak içinde yanımıza evde hazırladığımız yiyecekleri ve içecekleri de getirmiştik. Herkesin enerjisi çok yüksekti ve bu dağ gezisi çok güzel geçecek gibiydi. Yine de ressam arkadaşımızın paketi içinde duran tabloyu elinde tutarken ve aracın arka tarafına koyarken yüzüne düşen ifade beni rahatsız etmişti. O tablonun aracın içinde durduğunu düşünmek de sürekli huzurumu kaçırıyordu.

Deniz kıyısını takip eden anayoldan çıkıp dağların kırsal yollarında saatler boyunca ilerledik ve en sonunda bir köyün yanından da geçtikten sonra ressam arkadaşımızın uygun bulduğu bir noktaya durup yanımızda getirdiğimiz erzakları dışarıya çıkardık. Biz hazırlıkları yaparken o da tabloyu yanına aldı ve hemen döneceğini söyleyip oradan ayrıldı. Uygarlıktan bu kadar uzakta, ormanlık bir alanın derinliklerine doğru kendi başına gitmesini biraz garipsesek de bu duruma çok aldırmadık ve hazırlıklarımıza devam ettik.

Güzelce vakit geçirebileceğimiz bir ortam kurmayı bitirdiğimizde arkadaşımız hala ortalıkta yoktu. Hava çok sıcaktı, buraya çıkan bakımsız yol yüzünden çok yorgunduk ve bir resmi görmemiz için neden buraya kadar gelmemiz gerektiği konusunda kafamız çok karışıktı. Birkaç kişi homurdandı, diğerleri durumu çok olağan karşıladı. Yavaş yavaş acıkıp susadığımız için de hazırladığımız yiyecek ve içeceklerden ara sıra azıcık azıcık tüketiyorduk. Önce birkaç dakika geçti, ardından yarım saat, en sonunda da öylece beklediğimiz vakit bir saati buldu. “Nerede kaldı bu?” diye bağırdı birisi. Ben de benzer bir tepki verecektim ki burnuma gelen sıradışı bir koku bütün düşüncelerimi dağıttı. Acı, kuru, keskin ve dağınık bir kokuydu bu. Burnumdan ciğerlerime doğru giden her koku zerresi nefes almamı zorlaştırıyordu. Yanık kokusuydu bu.

“Ne kokusu bu? Bir şeyler mi yanıyor? Bu manyak bir şeyleri mi yakmaya başladı yoksa?” diye bağırdı yine gruptan bir kişi ama önceki sabırsızlık yerini endişeye bırakmıştı. Herkes yerinden kalkıp çevreye bakındı ve bir saat önce ortadan kaybolan arkadaşımızı aramaya başladık. Aradan geçen her bir an ile havadaki yanık kokusu daha da yoğunlaştı ve ciğerlerimizi daha fazla zorladı. Arkadaşımızın yüzünü görmeye çalışan gözlerimiz ise dakikalar sonra kokunun iyice yoğunlaştığı yönde bambaşka bir manzara ile karşı karşıya kalmıştı. Orman yanıyordu.

Karşımızda yükselen alev sütunlarını gördüğümüzde yerimizden kımıldayamayacak duruma gelmiştik. Şokun etkisini üzerimizden attığımızda ise o yangının içinde bir yerde bir arkadaşımızın kapana kısıldığını ancak düşünebilmiştik. Başka bir düşünceye gerek kalmadan o yangının içine doğru atıldım. Ormanın her bir noktası aynı anda yanmıyordu ama duman her yerdeydi. Tenime işleyen sıcak havaya ve zar zor nefes alabilmeme rağmen ateşlerin daha ele geçiremediği yerlerden ilerledim ve arkadaşımın adını haykırarak devam ettim. Gözümün ucuyla ağaçların ve alevlerin arasında bazı hareketlenmeler yakalayabildiysem de kafamı o tarafa çevirdiğimde hiçbir göremiyordum. Alevlerin kendisi veya oradan kaçmaya çalışan hayvanlar olmalıydı bunlar. O alevlerin arasında ve içinde beni takip eden başka gözler olduğunu ise daha bilmiyordum.

Alevlerin hepten kuşattığı ama iç kısmına giremediği bir alan bulduğumda ise öylece donakalmıştım. Yangının kendisi sanki buradan yayılıyordu ama bu mümkün müydü? Yayılan ateşlerin oluşturduğu kabaca şekilleri ve doğrultuları izleyince ise bu alanın doğanı kendi yasalarına tabi bir yer olmadığına kanaat getirdim. Bilemediğim bir kaynak alevleri ormanın üzerine buradan kusuyordu, kaynağın kendisi ise bir noktada toplanıyor gibiydi.Ben bu kaynağa yaklaştıkça bu alanın etrafına dizilmiş ağaç dallarından, taşlardan, hayvan dokularından ve kemiklerinden yapılmış tılsımlar da gördüm. Böyle tılsımları daha önce cu coğrafyanın göçebe kültürünü yerleşik yaşamlarında sembolik olarak devam ettirmeye çalışan ailelerin evlerinde görmüştüm.

Tılsımların etrafında dizildiği ve alevlerin içinden çıktığı kaynağı gördüğümde ise dehşete düşmüştüm. Tıpkı tılsımlar gibi orada bulunan ağaç dallarından, taşlardan, hayvan dokuları ile kemiklerinden yapılmış ayakların üzerinde duran bir resimdi bu. Resmin içinde yanmakta olan bir orman vardı ve bu ormanı yakan alevler canlıydı, hareket ediyorlardı. Hareket eden alevler en sonunda resmin sınırlarına ulaşıyor ve dış dünyaya taşıyorlardı. Eğer ki artık o noktaya kadar herhangi bir sınır tanımamış düş gücümün önerilerini ciddiye alacak olsaydım, resimdeki ormanın yer aldığı bölgenin de bizim şu anda üzerinde bulunduğumuz bölgeye çok benzediğini söyleyecektim. Yanından geçip gittiğimiz köy, ağaçların türleri, toprağın eğimi, kayaların biçimleri ve… resimde yanan insanlar...

Yine de bu resimde benim daha önce burada görmediğim bazı unsurlarda vardı. Alevlerin içinde yer alan insanımsı şekiller var gibiydi.

Yangının kızıllığı ve karartıları içinde, alevlerin arasına gizlenmiş bazı insanımsı varlıklar vardı. Bedenlerini kaplayan dokuları öylesine yangınla iç içeydi ki bu varlıkların ateşlerin kendisinden oluştuğunu söyleyebilirdim ama herhangi bir yeri yakmıyorlardı veya üstlerinden bir duman çıkmıyordu. Kendilerini kaplayan alevler daha çok bir ışık kümesini, enerji çıktısını veya plazma kütlesini çağrıştırıyordu. Bu alevlerin arasından bakan gözler ise herhangi bir renkten veya duygudan yoksundu. Uzayın sonsuz hiçliğindeki kapkara boşluklar gibiydiler. Bu gözlerin altında yer alan ağızlar da yine bu karanlıktaki tekillikleri andırıyordu. Çevresindeki her şeyi tüketecek ağızlardı bunlar.

“Beğendin mi?” diye sordu arkamdan gelen bir ses. Çok tanıdık bir sesti bu ama inandığım bütün doğaüstü güçlerden bu sesi tanıdığım konusunda yanılmış olmayı diliyordum. “Şaheserim, eşi benzeri yok.”

Arkamı dönüp sesin sahibine baktığım zaman onun bizi buraya getiren arkadaşıma ait bir yüze sahip olduğunu gördüm ama tam olarak emin değildim çünkü arkasına aldığı alevler yüzüne bir gölge düşürüyordu, aramıza ise yoğun ve kirli bir duman giriyordu. “Sen misin?” diye cevap verebildim ancak. “Çabuk gidelim buradan.”

“Hayır.” diye cevap verdi arkadaşımın sesine sahip olan şey ve durduğu noktadan biraz daha öne çıktı. Bu adımlarla birlikte dumanların yarattığı perde de inceldi, yüzüne düşen gölge de zayıfladı. Bu yüz kesinlikle arkadaşıma aitti. Gözleri ise uzayın sonsuz boşluğunun karanlığı kadar siyahtı, duygusuzdu, herhangi bir renkten yoksundu. “Ben buraya aidim “ dedi o ses. “Sen de öylesin.” diye üzerine ekleyince içimde yükselen çok yoğun ve ilkel duyguların ittirmesiyle hemen öne doğru atıldım, onu ittirdim ve oradan kaçmaya başladım.

Gözlerime ve ciğerlerime duman doldukça hem soluklanamıyor, koşturamıyor hem de önümü göremiyordum. Çok zayıf sezgilerin beni yönlendirmesiyle geldiğim tarafa geri dönüp arkadaşlarıma ulaşmaya çabalıyordum. Gözlerimin göremediği alevleri, tenime dokunan ısı dalgaları ile hissedebiliyordum ama böyle durumlarda biraz geç kalmış oluyordum. Yine de yanmaktan kurtulabilmiştim ve o ağaçların arasından bir şekilde çıkıp arkadaşlarımın yanına dönmüştüm.

Yangının kendisi ise iyice büyümüş ve çevremizi sarmıştı. Arkadaşlarım ressamın durumunu sorduklarında onlara dehşet dolu bir yüz ifadesi ile bakabildim sadece. Arkadaşımızı geride bırakmayı tercih edip araçlara doğru koşmaya başlasak da yükselen ateşler her yeri sarmıştı ve kaçış yollarımızı tıkamıştı. Bazı arkadaşlar ateşlerin etrafından dolanabileceğimiz yollar bulmaya çalıştılar, bir kısmı ise ateşleri söndürmeye çabalıyordu. Buna rağmen ateşler bütün çıkışları tutmuş gibiydi ve üzerine ne kadar toprak atılırsa atılsın bir türlü sönmeyip inatla varlığını sürdürmeye devam ediyordu. Ormanın derinliklerinde kalan arkadaşımız hakkında endişelenirken kendimiz kapana kısılmıştık. Alevlerden ve uzayın acımasız engin karanlığı kadar kötü niyetlerden inşa edilmiş bir kapandı bu.

Büyük bir telaşla neler yapabileceğimizi düşünürken alevlerin arasından bir hareketlenme geldi. Bir an sonra yangının içinden parlayan kara ve kızıl renklerinde kollar, bacaklar ve bedenler çıkmaya başladı. İnsan yürüyüşünü özensizce taklit ederek bu dünyada hareket eden bu bedenler birden büyük bir çeviklikle üzerimize atıldılar. Arkadaşlarımın bir kısmı delice bir kararla kendilerini yangının içine attılar. Bu yaratılar ile karşı karşıya kalmak yerine alevler tarafından yutulmayı tercih etmiştiler. Ateşten varlıkların çoğu bu arkadaşlarımın peşinden koşmuşken bir tanesi bu çevrede kaldı. Ben henüz yanmamış bir noktada, bir ağacın arkasına saklanmışken bir arkadaşım ise telaştan yere düşmüştü ve varlıklardan bir tanesi de onun üzerine geliyordu.

Bu öyle bir yaratıktı ki insan bedeninin ateş ve uzay karası ile yeniden yaratılmış bir hali gibiydi. Aynı eklemlere, kollara, anatomiye sahip bedenin yaptığı hareketlerin açısı, tarzı, yaklaşımı uygar toplumlarda mide bulandıracak bir vahşilikteydi. Varlıkların kendisinden herhangi bir duman, is, buhar veya başka bir iz çıkmasa da temasa geçtikleri her şey eriyor, buharlaşıyor, küle dönüşüyordu. Yürüdükçe ayaklarının bastığı yerler erimiş topraktan oluşan bir hayvan fosiline benziyordu. İnce bedenleri herhangi bir zerafetten yoksundu. Kollarının ve bacaklarının uyguladığı güç dengesizdi, deli bir kuklacının oynattığı çirkin kuklaları düşündürtüyordu.

Böyle bir varlık yaklaşıyordu yerde çaresizce yatan zavallı ve dehşet içindeki arkadaşıma. Yaratık yaklaştıkça o daha çok bağırıp çığlık attı ama ona yardım edecek kimse yoktu. Ben tüm bu olanları sadece öylece izliyordum. Herhangi bir tepki verecek, harekete geçecek, yardım edecek bir halim yoktu. Yaratık en sonunda onun yanına geldi, elini onun koluna geçirdi. Varlığın teninin dokunuşuyla önce arkadaşımın kıyafetleri yandı, ardından kolu, kemiği en sonunda da bütün vücudu. Kolunda başlayan alevler hızlı aşamalarla omzuna, gövdesine, başına ve geriye kalan her yere yayıldı. Alevler içinde kalan zavallı kurban çığlık atarken gittikçe azalıyordu, o azaldıkça da onu kolundan tutan yaratığın üzerindeki alevler daha fazla körükleniyor, canlanıyor, vahşileşiyordu. O alevlerin kara gözleri ise hiçliğin içine daha çok gömülüyor ve daha acımasızca bakıyordu.

Arkadaşıma ait olan hareketsiz beden anlar sonra bir kül yığınına dönüştü ve onun canını tüketen aç yaratık o kor karası gözlerini bana çevirdi. Yaşamımın son zerresine kadar beni tüketme niyetini açıkça gösteren bu gözler karşısında çok kısa bir süreliğine donakalsam da hemen kendime geldim ve arkama dönüp ormanın içine doğru koşturmaya başladım. Ağaçların, alevlerin arasından, küle dönmüş bitki, hayvan ve de… insan bedenlerinin üzerinden koştura koştura kaçtım. Artık öksürmeden duramıyordum, duman yüzünden gözlerim sürekli yaşlanıyor ve bu çaresizlik damlaları yüzümden aşağıya doğru süzülüyordu. Bu damlaların benim kendi duygularım ile hiçbir alakası olamazdı çünkü bu duygulardan hiçbirini hissedebilecek bir durumda değildim. Hayvani bir sağkalım içgüdüsü beni ele geçirmişti. Zihnime, sinirlerime, kemiklerime ve kaslarıma artık o vahşi kavram egemenlik kurmuştu.

Bedenimin hangi kısımlarında yanıklar vardı, hangi kısımları hala sağlamdı hiç farkında değildim. Sadece koşturuyordum. Koştura koştura kendimi alevlerin henüz ulaşmamış olduğu bir bölgede bulunca ise müthiş bir sevince kapıldım. Belki de sevinç olarak tanımladığım bu his, o ana kadar içimde büyük bir hızla birikmiş ama içgüdülerimin baskınlığı yüzünden kenara köşeye sıkışıp durmuş olumsuz duyguların yarattığı patlamaydı. Belki de o duygular patlayıp kendilerini dışarıya salınca ben de büyük bir yükü üzerimden atmıştım veya bir o an içinde yaşayabileceğim bir kırılımı atlatmıştım. Bu durum her neyden kaynaklanıyorsa beni biraz rahatlatmıştı.

Alevlerin daha gelmemiş olduğu bu alan dağların arasındaki küçük bir düzlüktü. Düzlüğün ortasında bir köy yer alıyordu. Biraz dikkat edince bu yerleşimin, dağ yolunu çıkarken yanından geçtiğimiz köy olduğunu gördüm. Köyden gelen ışıklar, bana gecenin çoktan çöktüğünü göstermişti. Bu ana kadar yangının içinde kaldığım için bunu fark edememiştim. Köydeki insanlardan gelen sesler, onların da bu yangına bir tepki verdiğine işaret ediyordu. Evlerine doğru yaklaşan alev dalgalarını gördükçe telaşlanıyor olmalıydılar. En azından ben öyle sanmıştım çünkü oraya biraz daha yaklaşınca ve bir süre daha onları izleyince aslında yangının kendisinden değil, yangından çıkmakta olan alevlerden yapılmış varlıklardan korktuklarını anladım.

Düzlüğün içindeki köyün etrafındaki ağaçlıklardan yavaş yavaş ışıklar gelmeye başladı. Işıklar önce tekil bir şekilde ortaya çıktılar, sonra da genişlediler, büyüdüler, yayıldılar, birleştiler. Köyü çevreleyen yangının içinden ise o yaratıklar çıktı. Ateşten yapılmış tenleri ile yerleşime yaklaştılar. Onlar ilerledikçe arkalarında bıraktığı izler de alev alıyor, dünyanın daha fazla dokusunu yakıyordu. Köylülerin bir kısmı ellerine silah alıp bu yaratıklara ateş etmeye başladı, bir kısmı ise inandıkları tanrılara yalvara yalvara yine evlerine sığındılar.

Yaratıklar köye varıp her yeri yakmaya başlayınca insanlar iyice bağırdı, çaresizlik içinde çığlıklar attılar, çevredeki başka insanlardan yardım istemeye çalıştılar. Onların bu yardım çağrılarını duyabilecek tek kişi ise ne yazık ki bendim ve bu durum karşısında hiçbir şey yapamayacak kadar korkudan felç olmuştum. Bir kolum ile bir ağaca yaslanmıştım. Diğer kolumun eliyle ağzımı tutuyordum, bir şey deyip ses çıkarmaya korkuyormuşum gibi…

Ben köyün yanmasını seyrederken sırtımda duyduğum muazzam bir acı ile anında yere diz çöktüm. Acının hemen ardından bir hissizlik yayıldı tüm vücuduma, gözlerimin önüne önce kör edici bir ışık çıktı, sonra da mutlak, engin bir karanlık.

“Beğendin mi?”

Gözlerimi bir süre oradan alamadım, yanmakta olan ormandan, ağaçlardan, insanlardan… Ne olduğunu anlayamadan çevreme baktım. Önümde arkadaşımın tablosu duruyordu, alevlerin yayılmış olduğu noktadaydık, yangının çıktığı ormanın ortasında.

“Neler oluyor?” diye sordum çünkü hiçbir şey yanmıyordu. Alev alan tek şey, resimdeki renkler ile çizgilerdi.

“Beğendin mi resmi?” diye yineledi sorusunu arkadaşım.

“Hayır.” dedim. “Hayır beğenmedim, çok kötü etkileri var, hiç hoşuma gitmedi. Yanlış bir şeyler var.”

“Korkuttuysa…” diye söze girdi arkadaşım ve resimdeki bir noktayı işaret etti. “O zaman işimi iyi yapmışımdır.”

İşaret ettiği noktada ben duruyordum, yangından kaçtığım açıklıkta alevlerin arasındaydım. Vücudumun önü kesinlikle görünmüyordu ama bir kolum ile ağaca yaslanıyor, diğer kolumun eliyle de ağzımı tutuyordum. Bir şey söyleyip, bir ses çıkarmaktan korkuyordum. Köyü, yangını, köye saldıran varlıkları izliyordum ve alevler içindeydim, yanıyordum.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Karanlık Perde

Sırık Bölüm 1: Sarıbolu (Spooktober '24)

Sırık Bölüm 0 (Spooktober '24)