10- Fırınlar (Spooktober '21)



“Büyük Savaş bitmiş ve Koalisyon’un karşısında yer alan İmparatorluk ile yandaşları tam anlamıyla teslim olmuştu. Bu zaferi en iyi bir şekilde değerlendirmek isteyen Koalisyon güçleri de İmparatorluk topraklarını kendi aralarında detaylıca paylaşmışlardı. Her ne kadar Yurt coğrafyası kendisine bırakılmış olsa da, İmparatorluk bu coğrafyanın kıyı bölgelerinde tam bir egemenliğe sahip olamayacaktı. Bu bölgeler Koalisyon güçlerinin işgali altında kalacak ve İmparatorluk kuvvetlerinin kendilerini toparlamalarına böylece izin verilmeyecekti. Tüm bu ağır şartlara ve işgale rağmen süreç düşünüldüğü gibi ilerlemedi. Anlaşma hiçbir meşru İmparatorluk kurumu tarafından onaylanamadı. En sonunda İmparator’un kendisi değiştirildi ve yeni İmparator’un imzası alındı. Yurt insanı ise bu harekete çok güçlü bir tepki verdi. İmparatorluk kurumunu olduğu gibi feshedip yeni bir Cumhuriyet fikri altında direnç göstermeye başladılar.

Çok uzak topraklardan bu yabancı yere savaşmak için getirilmiştik. Büyük Savaş’ın kendisinin bittiğine çok sevinmiştik ama yerel birliklerin gösterdiği bu direniş herkesin ruh halini etkilemişti. Krallar Denizi’nin kıyısında yer alan Akboğa Dağları’nda görev almıştık. Hareket üssümüz bu dağların hemen önündeki bir delta ovasına kurulmuş Derinsu kentiydi. Doğuya giden demiryolu bu kenti çok önemli bir duruma getirmişti. Görevimiz bu şehirden Akboğa eteklerine dağılmak ve direnç gösteren birliklerin köylerini kuşarmaktı. Birleşmiş bir kuvvet sergilemedikleri için oldukça kolay bir görev olacaktı. Kuşatmaya ve tacizlere dayanamayan köyler eninde sonunda teslim olacaktı ve direniş kırılacaktı.

Dağlara yaklaşan askeri birliğimiz daha o bölgelere yeni yapılmış tesislerde durdu. Harekata başlamak için tesislerin tamamlanmasını beklememiz gerekiyordu. Anlaşılan burada kalıcı bir varlık gösterilmesi planlanıyordu çünkü bu tesisler çok da büyük birlikleri bünyesinde barındırabilirdi. Tesisler, dağların insan yerleşimine izin verdiği düzlüklere kurulmuştu. Böylece daha fazla insanı ağırlayabilecekti. Düzlüğün etrafında ise Akboğa’nın zirveleri yükseliyordu. Bu zirveler herhangi bir yaşamdan yoksun yerlerdi. Ağaçlardan veya hayvanlardan bir yoktu. Tamamen çıplaktılar ve bu durum beni çok rahatsız etmişti. Belki çıktığımız yüksekliğin uçukluğundan korkmuştum, belki de böyle yapıları bizim memleketimizde pek görmediğim için böyle hisler yaşamıştım. Her durumda koyu yeşil bir örtünün ulaşamadığı zirveler aklımdan hiç çıkmadı.

Tesisin tamamlanmasını beklemeden harekatı başlatmamız istendi. Aslında herhangi bir askeri üs için gereken her şey tesiste mevcuttu ama hala bitirilmemiş yapılar vardı. Harekat bitene kadar bu yapıların da tamamlanmış olacaklarını söylüyorlardı. Birliğimiz yola çıktıktan sonra Akboğa Dağları’nın dar ve uzun boğazlarından, kayalıkların çevrelediği akarsuların üzerinden ve insanın üzerine çok ağır bir şekilde çöken nemin doldurduğu ormanların içinden geçti. Köylere vardığımızda ise en küçük bir direniş görmedik, durum böyle olunca komutanımız hemen köylüleri toplayıp esir almamızı istedi. Şaşkın yüz ifadeleri ile olan biteni anlamaya çalışan köylüleri namlularımızın ucuyla yönlendire yönlendire geldiğimiz yoldan geri götürdük. Köylülerin sakinliği bir yandan işimizi kolaylaştırırken, bir yandan da canımızı sıkmıştı çünkü bir şeyler yanlış hissettiriyordu. Sorun çıkarmaları gerekmez miydi?

Tesise geri dönünce bu köylüleri ne yapacağımız konusunda biz erlerin de kafası karışıktı ama komutanımız hızlı bir şekilde kesin emirler veriyordu. Ben askerlerin en arkasında kalmıştım ve herkesin üsse girdiğinden emin olmaya çalışıyordum. Bu yüzden tesise giren insanların çıkardığı yakarışlara, çığlıklara, yalvarmalara bir anlam verememiştim. Bu noktaya kadar sorun çıkarmaya bu insanlar neden birden böyle bir davranış sergilemeye başlamışlardı ki? Bunun nedenini en sonunda tesise girince anladım. Askerleri barındıracak bölmelerin dışında köylülere ayrılan kısımlar oldukça küçüktü ve bu küçük kısımların hepsinin yanıbaşına devasa fırınlar inşa edilmişti.

Komutanların ses tonlarında tereddütten, şüpheden eser yoktu ama askerlerin kafası karışmıştı. ‘Ülkenizin geleceği için!’ diyerek sorularımızı geçiştiriyorlardı ve yapmak üzere olduğumuz eylemden geri adım atmayacaklarını söylüyorlardı. Eğer buradaki direnişi en kısa bir şekilde kırmazsak daha sonra başımıza çok daha büyük sorunlar çıkaracaklarından bahsediyorlardı. Görünüşe göre Koalisyon güçlerinin tüm bu kıyı bölgeleri için bambaşka planları vardı ve bu planları harekete geçirecek en uçuk çözümlerden bile çekinmiyorlardı. Evimiz ile aramızda sayısız ülke ve deniz vardı, bu yüzden duruma itiraz etmedik. Savaşın korkuları bütün kirliliğiyle çoktan üzerimize sinmişti ve savaşın içinden ne kadar erken çıkarsak o kadar iyi olacaktı.

Bildiğimiz kadarıyla buranın insanının sert bir doğası vardı ama bu doğayı nedense bu köylülerde göremiyorduk. Önlerine serilen kaderle karşılaşmak üzere olduklarını anlayınca bile bir başkaldırıya girişmemişlerdi. Ya bize yalan söylenmişti ya da bölgenin insanı düşünüldüğü kadar çetin değildi. Durum az çok bölgeyse Koalisyon’nun Derinsu kenti çevresine konuşlandırdığı birliklerle bütün Akboğa bölgesini temizlemek kısa sürecekti. Bu kabusu en hızlı bir şekilde aradan çıkartıp evimize, ailelerimizin yanına dönebilecektik. Bir an önce işimizi bitirmek istiyorduk ama köylüler bize adeta yalvarıyorlardı. Herhangi bir anda neden şiddetli bir isyan başlatmadıkları konusunda ise hiçbir fikrimiz yoktu.

Komutanlara neden sadece köylere saldırdığımızı, bu dağlarda yoğun bir yaşantı sürdürdükleri bilinen göçebe boylara karşı da neden harekete geçmediğimizi sorduğumuzda o ilkel kabilelerin bizlere karşı bir tehdit oluşturmadıkları yönünde bir yanıt aldık. Anlaşıldığı kadarıyla yerleşik bir yaşam sürdüren köylüler bile doğru düzgün beslenemiyorlardı. Açlık ve kıtlığın vurduğu Yurt coğrafyasında uygarlık bizim memleketimizdeki kadar gelişmemiş olmalıydı. Yani dağlarda hayvancılık yaparak dolaşan o ilkel kabileler öylece bırakılabilirdi. Daha sonra avlanmak üzere ormanda koşuşturan geyiklerden çok farkları yoktu. Tüm bu durum daha da can sıkıyordu. Karşılaşacağımızı düşündüğümüz direniş bundan çok daha güçlü olmalıydı ama şu an her bir unsur fazla iyi gidiyordu.

En sonunda planlanan gün geldi ve komutanlar yeni emirlerimizi verdiler. Tüm köyler toplanmıştı ve şimdi köylüleri imha etmek için harekete geçecektik. Onları zaten küçücük boyutlarda olan koğuşlarından çıkardık ve bu koğuşların karşısında yer alan büyük fırınlara götürdük. Fırınlar ile koğuşun arasındaki yol büyük tellerle çevrilmişti, tellerin iki tarafında ise elleri tüfekli askerler bekliyorlardı. Fırınların hemen yanında da askerler vardı. Köylüleri o dar yolda ilerletirken bile hala bize yalvardıklarını, çaresizlik içinde çığırdıklarını hatırlıyorum. Yine de onları zorla da olsa fırınların içine atmaya başladık. Çok sistematik ilerliyorduk ve fırınlarla daha temasa geçmemiş köylüleri, olan biteni görmeye koğuşlarda tutuyorduk. Fırınları görenler ise artık ölü sayılırdı.

Fırınları doldurup yakmaya başlayıncaya kadar köylülerin kaçmak, başkaldırmak gibi bir dertleri olmamıştı. Hepsi de sadece zaman kazanmaya çalışıyordu. Bazılarının gözleri de dağları tepeleri yokluyordu. Yine de hepsi fırınların içine girdi ve fırınlar yakıldı. O gün duyduğum çığlıkların, yardım çağrılarının, ağlayışların ve de fırından gelen o gürültülü ateş sesinin zihnimde bıraktığı izleri asla silemeyeceğim. Tanrı denen varlığın biraz olsun merhameti varsa öyle sesleri başka hiçbir kulağa götürmez. Bizler ise bir günah işlemiştik ve bu sesler ile bu günahın bedelini ödüyorduk. En azından öyle düşünmüştük. Öyle düşünüp yanılmıştık çünkü çığırılar sürmeye devam etti. Köylüler fırınların duvarlarını tırmalamaya, yumruklamaya, fırının kapağını zorlamaya devam ettiler. Fırının içi çok sıcaktı ve onlar yanıyorlardı ama bunca süre sonra bile hareket etmeye, çığlık atmaya devam ediyorlardı.

Bu durum askerleri tamamen delirtti. Bir kısmı koşmaya başlayıp fırınlardan olabildiğince uzaklaşmaya çalışıyordu, bir kısmı da fırınların kapaklarını açmaya çalışmıştı. Bu kısımdan bazı askerler öyle bir telaş içindeydiler ki metalden yapılmış olan bu fırın kapaklarını elleriyle açmaya çalışmışlar ve yaralanmışlardı. Halihazırda uzakta duran askerler ise bu dehşet karşısında oldukları yerde donakalmışlardı. Ya gözleri ya da kulakları ile fırına kilitlenmişlerdi. Ben de bu askerlerden birisiydim. Köylülerin en başta içinden çıktıkları koğuşların birisinin içinde görevliydim. Dışarıda değil de içeri de olmam bir şekilde beni tüm bu iğrenç durumdan soyutluyor gibi hissediyordum.

Tesisteki birliğin düzeni çok kısa bir süre içerisinde bozulmuştu ve komutanlar bu durum karşısında hemen harekete geçtiler. Oradan kaçmaya çalışan askerleri durdurdular, çok uzağa kaçabilenleri de vurdurdular. Fırınları açmaya çalışan veya doğrudan isyan eden askerleri ise hiç acımadan kendileri vurdular. Anlaşılan bu harekatın başına bu konuda önceden haber verilmiş ve konuyu bir şekilde sindirmiş komutanları getirmişlerdi. Yoksa herhangi bir insanın böyle bir ortamda bu şekilde hızlı ve kesin hareket edebilmesi mümkün değildi. Yine de fırınların içindeki insanların bu kadar uzun sürede yanıp hala ölmemiş olmaları onları da sarsmış olacak ki ilk baştaki kargaşanın yaşanmasına yer verecek kadar tepkisiz kalmışlardı.

Komutanların yeniden sağladığı düzen ile başımıza dayatılan bu kaderi de bir şekilde kabullenip beklemeye başladık. Fırınların tamamen yanmasını, çığlıkların bitmesini, sessizliğin inmesini bekliyorduk. Başka koğuştan olan biten gürültüyü duran köylüler ise çoktan koğuşun kapılarını pencerelerini zorlamaya, yardım için bağırmaya başlamışlardı. Biz bekledik. Önce çığlıklar bitti, sonra fırın duvarlarının, kapılarının zorlanması bitti. Geriye sadece fırının ateşlenmesini sağlayan mekanizmaların gürültüsü ve ateşin kendisinin sesi kalana kadar bekledik. Hayatımda başka herhangi bir şey için bu kadar uzun beklediğimi düşünmüyorum. Aslında o kadar uzun süre beklememiştik ama bekleyişin kendisi o kadar uzun sürmüş gibi hissettirmişti ki…

En sonunda o suçluluk duygusunun kirlettiği huzur verici sessizlik çökünce komutanlar fırın kapaklarını açmamızı emrettiler. Askerler çok ağır ve tereddütlü hareketlerle ayağa kalktılar, ateşleme mekanizmalarını söndürdüler ve fırınların kapaklarını açtılar. Kapaklar açıldıktan sonra kimse bir şey yapmadı, herkes öylece bekledi. Bu bekleyiş bi sessizliğin beklenişiydi ama sessizlik uzun sürmedi. Fırınların çoğunun için tamamen kül dolmuştu ve herşey yanmıştı ama bir tanesinin içinde bir hareketlenme vardı. Bazı askerler bunu görür görmez çığlıkları basıp kaçtılar. Komutanlar ise ne olduğunu görmek için iyice yaklaştılar. Hareketlenmeyle birlikte ise çok hafif bir ses geliyordu. Bir kırpışma, sürtünme… Sanki toprak üzerinde sürüklenen bir şey vardı. En sonunda ise bunun ne olduğunu gördük.

Açılan fırın kapağının içinden vücudunun neredeyse çoğu yanmış bir beden çıktı ama bu beden bir insana ait değildi. En azından olaylara hakim olmayan bir göz bu bedeni bir insan bedenine benzetemezdi. Ateş ile erimişti ama bir şekilde hala hayattaydı, hareket ediyordu. Fırının ağzından çıkıp zemine düştükten sonra da yerde sürünmeye başladı. Ondan sonra da o berbat sesi çıkardı. Solunum organları her nasıl olmuşsa hala biraz çalışıyor, ağzı ve boğazı da işlevsel bir durumda olmalıydı çünkü bir ses çıkarmıştı. Belki de nefes almaya çalışıyordu ama bu şartlarda ne kadar alabiliyordu bilmiyorum. Boğuk bir inleme, son bir söz veya ailesini bulmak için verdiği bir çaba… İşte o anda başlamıştı, çıplak tepelerin üzerinden gelen saldırı…

Bir vahşetten bir diğerinin içine atılmıştık ama askerlerin çok bir tepki verebildiği söylenemezdi. Yaşanan durumdan çoktan delirmişlerdi ve düzensiz bir şekilde hareket ediyorlar, panik yapıyorlardı. Yine de bazı komutanlar hemen kendilerine geldiler ve çevrelerindeki askerleri bir düzene sokmaya, onlara emirler yağdırmaya başladılar. Tepelerin arasında yer alan bu tesis çok da avantajlı bir konumda değildi ama az önce gelişen olaylar göstermişti ki zaten tesisin amacı en başından beri farklıydı. Savunma üzerine konumlanmamıştı, fırınlar ile fırınların yakacağı insanları tutabilmek için tasarlanmıştı. Şimdi ise dağlardan gelen bir takım güçler bize bu günahların hesabını soruyorlardı.

Üsteki askerler hiçbir şey yapamıyor gibilerdi. Emirleri zaten anlayamayacak kadar deliren askerler insan gözünün o güne kadar görmediği bir çaresizlikle sağa sola koşturuyordu. Bazıları fırınların içindeki külleri dışarıya dökmeye çalışıyordu. Adını koyamadıkları biçimleri kendi hareketlerinden kurtarmak için… Bazıları da o fırınların içine girip kapakları kapatıyorlar ve birkaç saniye içinde çığlıklar atarak ölüyorlardı. Direniş göstermeye çalışan askerlerin attığı kurşunlar ise dağlardan gelen saldırganlara işlemiyordu. Herhangi bir şekilde siper almadan dümdüz üzerimize gelen saldırganlar kurşunlardan kaçmaya çalışmıyorlar, silahlarımıza doğrudan kafa tutuyorlardı. Sıktığımız mermilerde ya onların vücutlarına saplanıp içlerine emiliyor ya da derilerinden sekiyorlardı. En sonunda askerlere ulaşan düşmanlar ise onları büyük bir öfke ile öldürüp intikamlarını alıyordu.

Bütün bu süreç boyunca ben koğuşların içinde kaldığım için ilk saldırılarda sağ kalabilmiştim ama tüm olanları dehşet dolu gözlerle seyrediyordum. Saldırganların bir kısmı fırınların içlerini kontrol ediyordu. Bir şeyleri veya birilerini arıyor ama onları bulamayınca müthiş bir öfke ile saldırılarına devam ediyorlardı. Koğuşun içinden çıkıp yapıların altına, arkasına, arasına saklanarak kaçmaya çalışıyordum ve gözüme askeri bir motorsiklet kestirmiştim. Ona doğru ilerlemeye çalışıyordum ki birden ayağım bir şeye takıldı ve yere düştüm. Büyük bir panik ile oradan kalkınca ayağımın takıldığı şeyin fırının içinden çıkan küllerin derisine yapıştığı varlık olduğunu görünce ses tellerime zarar veren, boğazımı yırtan bir çığlık attım ve istemsizce döktüğüm gözyaşları ile araca atladım.

Hiç geriye bakmadan saatlerce o motorsikleti sürdüm. Ayın üzerine doğduğu Krallar Denizi’ni görünce ise içime inanılmaz bir dinginlik çöktü. Kıyı şeridini takip edince ordu birliklerinden bir tanesinin konumlandığı büyükçe bir kasaba buldum. Oraya sığındıktan ne kadar sonra kendime geldim bilmiyorum. Şoku atlattıktan sonra çevremde yer alan yapıları, insanları, araçları inceledim. Bizim askerlerimiz dışındaki herkesin görünümü az çok aynıydı. Kara saçlı, kara sakallı esmer tenli hafif çekik gözlü insanlar… Dağlardaki köylüleri andırıyorlardı. Acaba kaç tanesiyle kan bağları vardı? Kaç tanesini ismen tanıyorlardı? Fırında yaktığımız ve sonra üzerimize saldıran şeyler burada da var mıydı? Köylüler kasabalılarla aynı görünüyordu, burada da o şeylerin olduğu su götürmez bir gerçekti. Kaç tanesi buraya geldiğimi biliyordu? Kaç tanesi hâlâ beni izliyordu?

Oradaki birlikleri dağlara gitmememeleri konusunda uyardım. Kendi iyilikleri için umarım uyarıma dikkat etmişlerdir. Açıkçası çok da umrumda değil.

Beni istediğiniz gibi yargılayın, istediğiniz kadar hapiste tutun. O dağlarda yaşadıklarımdan daha kötü olamaz. Hiçbir insan bana o dağlarda yaşananlardan daha kötüsünü yaşatamaz çünkü orada cehennem vardı, o cehennemde şeytanları gördüm. Fırınlar inşa eden şeytanlar, o fırınlarda köylüleri yakan şeytanlar, bize o emirleri veren şeytanlar...

O dağlar hala orada duruyor. Dağlardaki fırınlar hala orada duruyor. Fırınlardaki küller hala orada duruyor. Dağlardaki insanlar… hayır, şeyler… dağlardaki şeyler hala orada duruyor. Kim bilir? Belki buraya da gelmişlerdir.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Karanlık Perde

Sırık Bölüm 1: Sarıbolu (Spooktober '24)

Sırık Bölüm 0 (Spooktober '24)